Beytepe Kampüsünden Bir Ses
Rihan Ronahi
Newroz sonrası gelişen, aslına bakılırsa kavramsal açıdan gelişim denemeyecek olaylar neticesinde huzursuzluk iliklerime kadar işlediği için bu yazıyı yazmayı bir görev bildim. Müstearla yazmama sebep olansa artık adıma, göbek adıma, soyadıma, yerleşik mahlasa ve yaşadığım utançlara tahammül edemediğimden. Okuduğum bölümün topluluğunun imzasının da bulunduğu, ortalarda bahsi geçen yürüyüşten duyduğum utancı aktarmak istiyorum. Bu yürüyüşle ortaya çıkmış ayıpları da…
Kürt ve Alevi bir Beytepeliyim. Aynı sıraları paylaştığım insanların körüklenmiş “vatan sevgisi”yle şunları söylediklerine tanık oldum: “Azınlıklara karşı bugüne kadar sustuk. Buraya kadar… Bundan sonra tarafımız belli”. Buna inandıklarını da belirtmek de fayda görüyorum.
Annemin annesinden öğrendiği dili, benim annemden öğrenmemiş; ilkokulun son evrelerine kadar içine doğduğum mezhebi bile kavrayamamış olmamda “azınlıklara karşı sustuk” savının büyük rolü var. Yirmi yaşındayım ve mezhebimi daha da yakından tanımaya kalkıştığımda bize karşı susulmuş olmanın nasıl çirkin uydurmalar yarattığını belliyorum. Mum söndü gibi bir ritüelimiz, “gündüzlü”müz olduğundan haberdarım. Susarak bizi nasıl tariflediklerini deneyimledim. Endogamik evliliklerimizde özgür cinsel bir hayat olduğunu, azınlıklara bugüne kadar susmuş bir başka kişiden öğrendim ve bu kişinin tacizine uğradım. Konuştuğum dilin, yaşadığım ülkedeki legalliğiyle yüreğime su serpilmeye çalışıldı. Mensubu olduğum azınlıklara dair susmuşlardı öyle mi? Azınlıklara karşı dillerinin bugüne dek lal olduğunu söyleyenlerin, azınlıkların ne istediğini onlardan daha iyi bildiklerini(!) duydum. Gözden kaçırmamak gerek, hepsi Kürtleri çok seviyordu. Ama edebiyat fakültesine girerken elindeki sopayı havada savurarak “Kürt var mı ulan” diye bağıranın, aradığını bulamadığı için camı, pencereyi indirenin yanındalardı. Sizin öz utancınızı paylaşmaktan yoruluyorum. Üstelik bugüne dek anneme sonradan eklemlenmiş bir dille büyüdüm, bu dille okudum, bu yazıyı da aynı dille yazıyorum. Kendi ailemde benimle başlamış bu yıkımın enkazıyım. Bir enkaz olarak aranızda bulunuyorum. Ve bana sustuğunuzu söylüyorsunuz? Tarafınızın belli olduğunu söylüyorsunuz, öyle mi?
Metroda beklerken okulun metro istasyonunun saldırıya müsait bir yer olduğunu düşündüğüm günün akşamında Beytepeli yedi kadının aynı kişiler tarafından saldırıya uğradığını, yaralandığını öğreniyorum. Yıldız Amfi’de arkadaşlarımı ablukaya alanların, Madımak’ı canlara mezar edenlerle dilleri birebir aynı. Aynı nefret, aynı kin, aynı “vur”lar, “gebert”ler. Küfürleri de unutmamak gerek. Hala sustuğunuzu mu düşünüyorsun? Evet, seni de aşağılayan küfürlere eşlik ederek sustuğun doğru. O küfürlere alkış tuttuğun için dilinin lal olduğu kuşkusuz doğru.
Bağlı olduğumuz dergahın bulunduğu ilçede bir Alevi lisesi inşa ediliyor. İbadethanelerimizin resmiyete kavuşması engellenirken üstelik. Bir lisemiz olacakmış. Devlet din kitaplarında bile eser miktarda yer vermiyorken Aleviliğe, dedelerimizi bu liselerde yetiştirecekmiş. Bak sen…
“Kürdistan” diyerek tahammül eşiğini zorlamamak için epey çabaladım bugüne dek, birtakım örnekler verirken derslerde. Hassasiyet mevzusu, ket vurdu dilime. Senin toplumsal algın, benim toplumsal hafızam yuvarlanıp gitti. Korkaklıktan değil; değişimin, insanın yüzüne kapı çarpar gibi gerçekleşmediğini bildiğimden. İnce davranmaya çalıştım, mesela pat diye Kuzey Kürdistan demek yerine “Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu olarak bilinen/ denilen bölgeler” filan demeyi uygun buldum, sana da aktaracağım bir şey olduğunda. Bu durumda yine sen susmuş oldun, öyle mi?
Bugün tarafını belli ettiğini ilan ederek hayatına kaldığın yerden devam ediyorsun, harika bir şey. Bense seninle aynı sıraları, senin adına utanarak paylaşmaya devam ediyorum.
Bir başka canımı sıkan şeyse kesinlikle fraksiyonlar arası çekişmeler. Aynı ablukaya alındınız, aynı sebepten bir güruh üzerinize saldırdı. Aranızdaki bedel kıyaslamaları, işlevsellik yarıştırmalar, güç pekiştirmeler canıma yetti. Aynı oluşumların kampüsler arası hiyerarşisi ve söz geçerliliği de bilhassa öyle. Çeşitli savunuların pratikte faka bastığı noktalardan illallah ettim. Ankara’daki Newroz’da semah ekibi sahnedeyken çekilen halaylar, atılan sloganlar zehrim oldu. Aynı şekilde 8 Mart’ta çalınan deyişle halay çekenlereyse “saçma”dan daha öte bir sözcükle yaklaşmak gerektiğini düşündüm.
Şimdi, ben ne tarafa düşüyorum?
Benim bu kadar ayıbın içinde kan kokusuna hasreti olanlara karşı mücadele edememe yılgınlığım ne tarafa düşüyor?
Kürt ve Alevi bir Beytepeliyim. Annemin öğrenmek zorunda bırakıldığı bir dille büyüdüm, bu dille okudum, bu dille yazı yazdım ve yazmaya devam ediyorum. Benim bu yıkım içinde enkaz olma durumumun yarattığı travmatik yaşantılar kimsenin umurunda olmadı. Aksine bir kısım bunun gerekliliğiyle yüreğime su serpmeye çalışırken bir kısım da telafi edebileceğimi, açığı kapatabileceğimi öğütledi. Evet, annemin anadilini öğrenebilirim ama yaşantıları yok edemem.
Yani ki “öteki hassasiyeti”yle yaşamaya mahkum edildim. Bu yüzdendir, üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğleyemiyorum. Üzgünlüğün başka bir duyguduruma evrildiğini de söylemek gereklidir. Enkaz olma durumuma kaldığım yerden devam ediyorum. Birçok ayıbın ortasındaki okul(um)a gidiyorum. Toplumsal hafıza denilen meretle yaşlanıyorum.
Annem artık günde altı kere arayarak iyi olup olmadığımı kontrol ediyor. Benim Kürt ve Alevi annem. Yaşamımın kotası kendiliğinden dolduğunda ölmek istiyorum. Canımıza kast etmeniz beni kışkırtmıyor. Belki de mücadele edememe yılgınlığındandır. Belki de “cim ararsan dal bizdedir” diyorumdur; “aba hırka sal bizdedir”.