Eyleme Güvenmek

Aksu Bora

Türkiye’de feminizmin 80 sonrası macerasını anlamaya çalışırken en sık ve kolay yaptığımız, dönemlere ayırmak: seksenler- heyecan, radikallik; doksanlar- kurumsallaşma, yaygınlaşma, kabul görme; ikibinler- projecilik. Şema çizmek her zaman çekicidir, insan kendini meseleye hakim hisseder. Oysa meseleler genellikle bir şemaya yerleştirebileceğimizden daha karmaşıktır. Hele feminizm gibi çok bileşenli, dallı budaklı, sürekli değişim içindeki bir hareketten söz ediyorsak. Radikallik/ kurumsallaşma/ projecilik şeması da bazı doğrulara işaret etmekle birlikte, çok karmaşık bir şeyi fazla yüzeysel ve basit bir düzlemde değerlendirmeye çalıştığı için, anlattığından fazlasını örtüyor.

Bir takım toplantılarda “feminist hareket için en büyük tehlike, projecilik” gibi lafları duydukça, “biz 8 Martlarda meydanlardayken onlar projeci oldular” minvalinde dokundurmalar okudukça, en iştahlı tartışmaların fon kuruluşları etrafında döndüğünü gördükçe, bu şemayı yeniden değerlendirme, örttüğü şeyleri açığa çıkarıp anlamaya çalışma ihtiyacı duyuyorum. Belki bir tür özeleştiri tarafı da vardır bunun, çünkü 2002 yılında yayınlanan 90’larda Feminizm kitabının girişinde bazı çekincelerle de olsa bu şemayı kullanmıştık ve “proje feminizmi” diye bir şeyin tartışılması gerektiğini söylemiştik .

Proje Feminizmi

O zaman, proje feminizmi derken, dünyayı değiştirme arzusu ve iradesinin başı sonu belli işlere, kamusal tartışmadan ve müzakereden uzakta saptanmış hedeflere hasredilmesini kast ediyorduk. Projecilik politik bir şey değildi, çünkü kamusallıkla ilişkisi yoktu, dünyanın değiştirilmesini politik olmaktan çok, teknik bir iş gibi tanımlıyordu. Hele kadınlar söz konusu olduğunda, bütün o aydınlatma, medenileştirme, kurtarma… hevesleri ve iddiaları da devreye girdiğinde, “teknik” olanın gerçekte nasıl bir politik çizgiye denk düştüğünü, nasıl statükocu ve muhafazakâr bir şey olduğunu görmemek mümkün değildi. Bu yüzden, 90’lı yılları değerlendirirken, muhalefetin gerilemesinin bir veçhesi olarak gördüğümüz projeciliği de tartışma konusu yapmaya çalışmıştık.

Sonradan izleyebildiğim kadarıyla, ulusalcı/yerelci eleştiriler, projecilikle ilgili tartışmayı tek bir mecraya akıttılar, çok gürültücü, gürültülü ve de memleket atmosferine uygun oldukları için, farklı seslerin duyulmasını ve tartışmanın derinleşip zenginleşmesini epeyce engellediler. “Sivil toplum örgütü” denen şeyin esasen memleket politikasını (yani “ulusal çıkarlar”ı) bitirmek üzere uluslararası kuruluşlar tarafından desteklenen bir musibet olduğu, dolayısıyla yurtseverliğin bunların karşısında durmayı gerektirdiği, vb vb… devam eden bu eleştiri, farklı versiyonları, daha sofistike biçimleri olmakla birlikte, asıl olarak ulusal sınırlar ve bu sınırların dışındaki güçler ayrımı üzerinden, yani milliyetçi bir zeminde devam etti (“emperyalizm” kavramını kullanmakla solcu olunmuyor!).

Bence daha tartışılmaya değer olan, politika/projecilik ayrımına odaklanan eleştirilerdi. Bunların derli toplu bir ifadesine rastlamadım ama çeşitli biçimlerde, çeşitli yerlerde yapıldığını biliyorum. Bildiğim bir başka şey, bu eleştirilerin de hızla bir ezbere, üzerinde pek az düşünülmüş, bilgi donanımı gayet eksik bir kanaate dönüşmekte olduğu . “Feminist hareket için en büyük tehlike projeciliktir” gibi iddialı sözleri taşıyacak kadar güçlü bir kavramsal tartışma yok gibi görünüyor. Gürültüde tartışmak kolay değildir, teslim etmek gerek…

Politikanın Kamusallıktan Arınması

“Politikanın kamusallıktan arınması” diye adlandırabileceğimiz süreç ne 2000’lere özgü ne de feminizme (feminizmin bu süreçteki özel durumunu bir başka yazıda tartışmıştım ). “Herkes”i kapsama iddiasında olan politikanın bu iddianın yanına bile yaklaşamadığı, temsil sistemlerinin her durumda toplumun geniş kesimlerini siyasetin dışında tutmaya yaradığı vb. eleştiriler, 1970’lerden bu yana giderek güçlenmişti. Klasik siyasal aktörlerin (siyasal partiler, sendikalar gibi) güvenilirliklerinin hızla aşınması, herkesi kapsama iddialarının inandırıcılıktan uzaklaşmasıyla ilişkiliydi. Elbette “herkesi kapsama iddiası”nın demode bulunmasıyla da…

İşin ilginci, bu iddialara en fazla sahip çıkmaları beklenecek siyasal partiler, en kolay vazgeçenler oldular. Partilerin birer “seçim işletmesi”ne dönüşmesi, politikanın kamusallıktan arınmasının en önemli boyutlarından biriydi. Göstermelik bir takım jestler ve hamasetten başka siyasal partilere kişilik kazandıran, onların belkemiğini oluşturan ideolojik yapılanma, tamamen dağıldı- bugün “sağ ile solu ulusal çıkarlar için birleştirme” girişimleri, belkemiksizliğin apaçık itirafı değil de nedir? (“Siyasal parti”nin ilk çağrışımları delegeler, otel lobileri, kulisler, liderin çevresindeki güçlü adamlar, aday listeleri değil mi?)

“Kamusallık” deyince ilk elde aklımıza gelecek olan medya da politikanın kamusallıktan arınmasında ciddi bir rol oynadı- göstermelik jestleri ve hamaseti politika gibi sunmaktan, boşalan yerleri magazinle doldurmaya, herhangi bir yeni sözü eğer kaynağında boğamıyorsa kendi kodlarına uygun hale getirip anlamsızlaştırmaya kadar, ciddi bir rol.

Bunların yanında, politikanın yönetme sanatı”, ekonomik politikanın da “kıt kaynakların optimal dağılımının sağlanması” haline gelişi, yani politikanın teknik bir işe indirgenmesi de sürecin öteki yüzüydü. Hassas borsalar, akıl sır ermez dengeler, hurufi havalı ekonomistler…

Bütün bunlar bir araya geldiğinde, politikanın “kamusal” olanla ilişkisi hemen hemen kalmadı- klasik politik aktörlerin dünyayı değiştirmek şöyle dursun, gidişata herhangi bir etkide bulunabileceklerine ilişkin umudumuz da. 1990’ları o kadar boğucu hale getiren, belki de buydu: toplumun her kesimini saran umutsuzluk ve sinizm.

Alternatif Kamusallık Arayışları

Daha sınırlı, belirli hedeflere yönelmiş, sınırlı, belirli grupların yürüteceği faaliyetlerin o donuk ve resmi kamusallığı kıracak, canlandıracak, zenginleştirecek bir etki yapacağına ilişkin umudumuz, Batı Almanya’daki Yeşiller deneyimiyle bağlantılıydı. Yeni şeyler söylüyorlardı: yatay örgütlenme, neredeyse anarşik bir parti yapısı, doğrudan demokrasi, farklılıkların görülmesi ve dikkate alınması, cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele… Bu yeni soluk, gerçekten güçlü bir etki yaptı; yalnızca Almanya’da değil, 1980’lerin boğucu atmosferinde, Türkiye’li solcuların bazılarında da (boğuculuğun ne demek olduğunu 1990’larda anlayacaktık ama henüz bunu bilmiyorduk!). Yeşiller hareketi partileşerek, iktidar ortağı olarak, sistemin bir parçası haline gelerek sınırlarına dayandı- ama öğretici bir deneyim olduğu inkâr edilemez.

Sözümona “Herkes”i hedeflerken bildiğini okuyan siyasetçiler gibi yapmasak da kendi gücümüz kadar, bizi en çok ilgilendiren meselelerle uğraşsak? Madem ki egemen kamusallık kendi içine çökmekte, biz alternatif kamular oluşturamaz mıyız? Yeni bir dili olan, dışlananları çağıran, müzakere kurallarını yeniden oluşturan?

“Sivil toplumlar”ın (sivil toplum örgütü yerine böyle deniyor!) önem kazanması, alçak emperyalistlerin oyunundan çok, böyle bir sürecin sonucu gibi görünüyor: sınırlı bir alanda, sınırlı bir grubun sınırlı hedefler doğrultusunda bir araya gelmesi .

Bildiğiniz gibi, feminizm de bir politik hareket olarak, “herkes”ten vazgeçerek işe başlamıştı!

Proje mi Politika mı?

Politikanın kamusallıktan arınması ve alternatif kamusallık arayışları üzerine kısa bir düşünmeden sonra, “proje mi politika mı?” sorusunun yanlış bir soru olduğu sonucuna varabiliriz.

“Projecilik” diye pek de matah sayılmaması gereken bir şey var tabii, eğer projeleri bir amaç haline getiriyorsanız, daha da fenası, fon kuruluşlarının gündemlerini izleyip gündeminizi onlara göre belirliyorsanız, hapı yuttuğunuzun resmidir. Proje bedelleri üzerinden komisyon karşılığı proje yazan şirketleri ve bu şirketlerin dosyalarında birikip duran cv’leri düşününce, projeciliğin nasıl ciddi bir mesele olduğunu tahmin edebiliriz .

Ama burada hatırlatmak istediğim, bir başka şey var: Politikayı mümkün kılan, politik aktörlerin (kolektif öznelerin) şimdi ve burada olup biten şeylere müdahale güçleri ve yetenekleridir. Güç ve yetenek muhakkak muarızını alt etmek, gününü göstermek anlamına gelmeyebilir- bazen sadece hatırlatmak (Şemdinli’yi Unutma!) da önemli bir müdahale olabilir.

Politika her durumda “herkes”le, yani kamusallıkla ilişkili olmak zorundadır (feminizmin “herkes”ten vazgeçerek işe başlaması onun en önemli handikapıdır); ama “herkes”e seslenmek ancak bir üst anlatı ile mümkündür (iki tek tanrılı dinin yaptığı buydu)- insanlar ancak öyle bir anlatıda kendi hikayelerini bulduklarında “herkes”in parçası olurlar. Ve eğer dinsel ve mesiyanik bir söylem içinden konuşmayacaksak (bütün o kurtuluş hikayelerinin riski de buradadır), şimdi ve burada olup bitenlere müdahale gücümüz ve yeteneğimizle iş göreceğiz demektir: bulunduğumuz yerde hayatı değiştirerek, hayatın değiştirilebilir olduğunu hatırlatarak.

Daha önce bir kaç yerde feminizmin bir tür sosyal hizmet alanı haline gelmesine ilişkin endişelerimden söz etmiştim, tekrar pahasına, bulunduğumuz yerde hayatı değiştirmekten böyle bir sosyal hizmet sunmayı kast etmediğimi söylemeliyim. Kamusal hizmetlerin gönüllülerce üstlenilmesinin istenir ve savunulur bir tarafı yok; alternatif kamusallıklar oluşturuyoruz derken kamusallığı öldürmek demek bu.

Mesele, hayatı dönüştürürken, şimdi ve burada müdahil olurken, el erimindeki ilişkilerin ve eşitsizliklerin birbirleriyle ve daha uzaktakilerle ilişkisini kurmak, burada yaptığımız şeyin öbür tarafta nasıl bir etkisi olduğunu görmeye çalışmak… “Üst anlatı” dediğimiz şey gerçekten bize ait ve insanların orada kendi hikayelerini bulacakları bir şey olacaksa, böyle bir çabadan beslenmesi şart. Türkiye’de sol hareketin en güçlü olduğu döneme, en fazla yaygınlaşabilmiş hareketlere baktığımızda, başarılanın tam da bu olduğunu görebiliriz: Dünyayı anlatan bir hikayeleri vardı ve biz o hikayeye baktığımızda, “bu benim hikayem” diyebiliyorduk. Çünkü bize o hikayenin bir parçası olma imkânını veren eylemliliklere katılabiliyorduk. Feminizmi bir sosyal hizmet alanına evrilmekten koruyacak şey, böyle bir hikayesinin olmasıdır- cansız bir hikaye olmaktan koruyacak şey ise, ona can katacak eylemliliktir.

Gösteri mi Eylem mi

“Eylem” dendiğinde “gösteri”nin anlaşılması, üzerinde derin düşünülmesi gereken bir şey. İnsanı başka canlılardan ayırdeden eğer onun aklı değil de eyleme kapasitesi ise (ki öyledir), bu kapasitenin “gösteri”ye indirgenmesi, en hafifinden, vazgeçmek demektir. Bizi insan yapan şeyden: dünyayı, dolayısıyla kendimizi değiştirmekten. Yukarıda, politikanın kamusallıktan arındırılmasında söz ederken umutsuzluk ve sinizm dediğim şey. Eylemin kendisi, dünyayı da, eyleyeni de değiştirir. Bunu planlayabiliriz, ölçebiliriz, ama eylemde öyle bir “fazlalık” vardır ki, planlarımızın ve ölçümlerimizin ötesine geçer- eylemin özgürleştirici gücü, bu fazlalıktadır.

Size yaşanmış bir örnek: muhafazakârlığıyla tanınmış bir şehirde, çoğunluğu muhafazakâr, azınlığı ise bezgin kadınlardan oluşan bir grupla “bu şehirde yaşayan kadınların öncelikli sorunları nedir?” sorusunun yanıtını arıyorduk- yerel sorun diye neye denir, kadınların bu sorunlarla ilişkisi erkeklerden nasıl farklılaşır… diye tartışırken, ortaya öyle bir ortak heyecan, enerji ve irade çıktı ki, gruptaki herkes şaşırdı… Sonra, daha önce hayatının gül pembesi olduğunu anlatan biri dedi ki, “hayatımın dizginleri benim elimde değil- eğer olsaydı…” Bu kadının hayatına yeni bir gözle bakmasını, yeniden değerlendirmesini sağlayan, grupta yaşadığı güçlenme idi- bilinç yükseltme hiç bir zaman “sadece konuşma” değildir.

Eminim ki buna benzer benzemez pek çok örnek, bu yazıyı okuyan herkesin aklında vardır. Zaten feminist olmak çok zorlaştığında devam edebilmemizi sağlayan da bu “fazlalıklar” değil midir?

Gösteri, eylemin bir parçasıdır elbette, ama tamamı değil. Bana kalırsa, gösteri kadar çekici, pırıltılı ve gösterişli olmayan çabalardır işin esası. Yani bir kadınla konuşmak, bir başkasının hayallerini dinlemek, bir mahallede danışma merkezi açabilmek için uğraşmak… Gerçek dokunmaları, ilişkileri, dönüşümleri mümkün kılan şeyler.

Sonuç

Projeciliğin bir felaket olduğu açık- hem politikasızlaşma anlamına geldiği için, hem bağımsızlığı zedelediği, ufuk daralttığı, var olan eşitsizlikleri yeniden ürettiği… için. Ama kamusallığın medya ve gösteri ile sınırlanması da onun kadar büyük bir felaket. Korkum o ki, projecilik, bu ikinci felaketin kendini arkasına sakladığı şahane bir kalkan oldu- tartışma listelerinde projecilik hakkında atıp tutarak kendini politik bir özne zannetmek imkânını veriyor en azından.

Politik bir hareket, dünyayı değiştirme gücüne, azmine ve iradesine sahip olduğunda, ancak o zaman bir politik harekettir. Bunun için dünyanın çamuruna dokunması, şimdi ve burda olana gönül indirmesi gerekir. Yani, büyük hedefleri küçük parçalara bölmek, bunu yaparken birbirleri ile ilişkilerini ve büyük hedefi unutmamak. Eylemin yarattığı “fazla”yı, yani özgürleşmeyi, yani o eylemin parçası kılınabilmiş her bir insanı özne haline getirebilmesini ciddiye almak, bundan heyecan duymak, buradan güç almak.

“Proje feminizmi” ile ilgili tartışmaların fon kuruluşları ile sınırlı kalması, bize işin bu tarafını unutturuyor. Belki de politika ve kamusallık üzerine yeniden düşünmek için iyi bir fırsat bu: kendimizi kamusal/politik özneler olarak nasıl kurmalıyız, bunun araçları neler olabilir, nasıl riskler ve hangi imkânlara sahibiz?

Politik toplum/sivil toplum ya da politika/projecilik ikilikleri başlamak için iyi olabilir ama bitirmek için değil bence- bütün ikilikler gibi.

Share Button