Yokluğa İnansak, Yok Olur Muyuz Şimdi?

Işıl Kurnaz
İnanmak, sadece “inananlara” bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir nihayetinde. Çünkü inanmak, inanılanı ne kadar içimize akıtsa, onu bizimle ne kadar hemhal etse de bir başka ihtimali, bir başka korkuyu da heybesinde taşır. İnanmak, “inanılanın” tersinin, aksinin de olabileceğine ilişkin endişeyi gizler biraz. Oralar soğuk sular, girilmesi mümkün olmayan tehlikeli sınırlar.
İnancın bütün o güçlü, mücadele eden, kendini dünyaya aşılayan kuvvetine karşı bir başka anlamı daha var burada. Sadece inanılanla bitmeyen, sadece onu içermeyen bir başka anlamı: İnanç, onun dışarıda bıraktığı bütün her şeyin mümkününü de işaretliyor biraz. İnandıklarımızın dışında da bir hayat olabileceğine, yaşamın o inançların tam tersiyle de kurulabileceğine ilişkin hem şüphe, hem de bitmek bilmeyen soru işaretleriyle yüklenen bir fiil oluyor. Biraz korku meselesi inanç denilen, ona bu kadar bağlanmamız, bu denli sahip çıkmamız, uğruna mücadele edilecek bir şey olarak kurmamız da bu korkuların üstüne gitmekteki cesaretin kanıtı. O yüzden inanç, ne sadece inanan ile inanılan arasında, ne de sadece “inandıklarımızla” ilgili. Çok daha çoğul, çok daha buruşuk; dümdüz ve ütülü değil, kırış kırış ve bol aynalı.
Bütün bu engebelerin, iç içe girişlerin, inancın içerdiği ‘bir gün inanmama korkusunun’; inançlarımızın, hepimizi mücadeleye iten kuvvetiyle çelişmediğini, aksine inancın asıl bu dümdüz bir doğrultu olmayan anlamıyla daha da güçlendiğini söylemeye çalışıyorum. İnancın, tekil anlamı yerine, böyle çoğul ve esrik, biraz başıboş, her ara sokağa merakla giren anlamıyla kendi için hem soru, hem çözüm olmasındaki büyüklüğü görmek gerekiyor sanki. “Yaptım oldu” kibrine benzer bir tavırla “inandım oldu” şeklinde bir inancın mümkün olmadığına bel bağlıyorum biraz. İnandığımızın ötesinde yol var mıdır merakı kastım, o merakın peşinden gitmenin inançlarımıza ihanet olmadığı gerçeği.
Samimi bir inançtan ziyade, adeta bir hesap sorma, hizaya çekme gibi kullanılan bir başka şey daha var bu inanç meselesinde: İnandırma yükümlülüğü! Ezeni ve faili değil; mağduru, ezileni gözaltına tutan, hesabı ondan soran “sıkıysa kanıtla” şımarıklığı. “Ben o kadının tacize uğradığına inanmıyorum,” diyor mesela birisi, “Ben tecavüze uğradığına inanmıyorum.” diyor. Koca bir devlet, koca bir toplumla birleşiyor “Ben Ermeni Soykırımı’na inanmıyorum.” diyor mesela. İbreyi kendisinden başlatıyor, pusula hep o “inanmayanı” gösteriyor, dünyanın merkezine kendisini koyuyor o inanmayan. Geri kalana, var olduğunun ya da yok edilmiş olduğunun mücadelesini vermek, kimliğinin, uğradığı haksızlığın peşine düşmek değil de; o inanmayanı inandırmak düşüyor sadece.
İnanmayanların, tarihe ya da hakikate inanmama hakkını kendinde görmesindeki kibri bir yana bırakalım; karşısında duran acıyı, gerçekten acı olduğunu kanıtlamaya zorlayan kötücül ve bencil tavırla ilgili her şey biraz da. Bazı şeylerin bizim keyfi inançlarımıza bırakılmadığını gösterme meselesi inanç mücadelesi o yüzden, sadece inanıp inanmama değil, o eşitsiz ikna etme yükümlülüğünün çirkinliğini de ifşa meselesi. Acıya uğrayanın sorumluluğundaymış gibi karşısındaki, maruz bırakıldığı şeye ikna etme, inandırma yükümlülüğünün kurduğu o eşitsiz ilişki. O yükümlülük –ki bütün yükü gene mağdura bırakan bir başka ağırlık oluveriyor. Onların, kendileri ikna edilmedikçe, acıyı, hakikati, tarihi ve hikâyeleri görmemelerindeki, o hikâyelere inanmamalarındaki hem büyüklük, hem kibir hem de ruhsuzluk sızıyor inanmama tercihlerinden.
Hrant Dink’in yazdığındadır: “1915’i yeni açılımlarla nasıl konuşabiliriz?” sorusu önemli. Sorunu biraz da ölenler ve öldürülenler üzerinden değil de, kalanlar üzerinden konuşmak yeni bir yöntem olabilir mi mesela? Öyle ya, 1915’te ölenlerin yanı sıra kalanlar da oldu. Neydi bunların sayısı? Onlara ne oldu, ne kadarı Diaspora’ya gidebildi, ne kadarı bu ülkede kalıp yaşamını devam ettirebildi? Devam ettirebildiyse, hangi şartlarda devam ettirdi? Hepsi mi Müslümanlaştırıldı? Müslümanlaşanlar ve Müslümanlaştırılanlar daha sonra bölgelerinde nasıl yaşam içinde oldular, onların bugünlere ulaşan kuşakları ne gibi bir kimlik idraki içindeler? Ve daha bir dizi benzer soru üzerinden 1915’i niçin konuşmayalım? Kurtulanlar ve kurtaranlar üzerinden niçin insana has dramlarda ortaklaşmayalım?”
“Ermeni Soykırım’ında Vicdan ve Sorumluluk”’ta anlatılıyor kalanların hikâyeleri. O hikâyelerden, inanmak, inanmamak, ikna etmek, ikna olmak meselesi değil, sadece artık yok olanlara dair ufacık bir soru çıkıyor. Sahi bu insanlar nerede?
İnandığım, tarih de değil sayılar da, inandığım istatistikler de değil, saldırgan inkâr politikaları da. İnandığım hikâyeler, kurtulanların hikâyeleri, az da olsa kurtaranların hikâyeleri. Çünkü onlar, hem inkârı çürütüyor hem inandırma ve ikna yükümlülüklerini. Hikâyeler anlattıkça, kurtulanlar ve kurtaranlar, imhanın ve soykırımın göstergesi oluyor.
Soykırıma “inanmak” değil mesele, mesele bunun bizim “inanıp-inanmama” tercihimize bağlı olduğuna ilişkin büyük kibrimiz biraz da. Her inanç, her ret, “aksinin de olabileceğine” ilişkin büyük bir korkuyu gizler sanki; o yüzden bazı şeyler hep yastık aldı, bazı şeyler hep kapının dışında. Garo Paylan söylemişti: “Bırakın, yokluğumuzla merhem olalım.” diye. Ermeniler bu ülkede artık yokluklarıyla bize bir şey öğretiyorlar. Açık yaralarımıza sanki yokluklarıyla dokunuyorlar. O kadar.