Baykuşlar, Eller ve Sofralar…

baykus03

Hatice Kapusuz

Dert anlatmanın bin bir türlü yolu var. Ben de derdimi iple, şişle, renklerle, örgüyle anlatayım dedim, bir sürü baykuş çıktı ortaya. Kimi şaşkın, kimi heyecanlı, kimi bilmiş, kimi düşünceli… Sanki örerken birilerine kızdığım, bir şeye heyecanlandığım belliymiş gibi. Az biraz nefes almak için ipe örgüye sarılınca bir yandan rahatlamış buldum kendimi, bir yandan da yüz yıllardır bu toprakta ilmek ilmek halı dokuyan, çeyiz hazırlayan, çocuğuna bayramlık yetiştiren, perdesini, bohçasını işleyen kadınları düşündüm. Her bir ilmekte, her bir renkte susulan, boyun eğilen, içe atılan kaç dert vardı – var kim bilir. Her şeyi yoktan var etmek dışında yolu olmayan, tüm dünyası evi olan ama o ev içine başka başka dünyalar sığdıran kadınların dertleri ve düşleri…

baykus02Benim çocukluğum bir ayakkabı almanın, bir elbise almanın bayramdan bayrama mümkün olduğu bir dönemde geçti. Annem bayram sabahı biz giyebilelim diye arife gece yarılarına kadar kazağından eteğine bir şeyler örerdi. Herkesin kıyafeti çok güzel olurdu da bir tek kendininkini tam denk düşüremezdi. Mağazadan giyinmenin lüks olduğu zamanlarda herkesin gözünün düştüğü kadar güzel şeyleri örer çocuklarına giydirirdi. Biyolojik olarak anne olduğundan, kutsallığından değil, çocuğu ve evi içinde böylesine emek emek bir huzur alanı yarattığı için saygıyla eğiliyorum karşısında ve annem nazarında bu coğrafyada ve tüm dünyada yoktan var etmeyi öğrenmiş tüm kadınlar karşısında saygıyla eğiliyorum.

Ne zaman yoktan var etmek desem aklıma anneannemin elleri geliyor. Bektaşi kültürüyle büyümüş, dedem Sünni olduğundan Ali değişlerini yıllarca sessiz sessiz söylemiş emektar, toprak kadar gerçek bir kadının elleri. Çocuğundan, çırağına, kaymakamından, delisine yemeğini yememiş sofrasına oturmamış kimse kalmamış civar köylerde. Kapısı her daim açık olduğundan yatsıdan sonra 7 – 8 sofra kurduğu zamanlar olurmuş. Koyunu keçisi, geleni gideni, torunu torbası, bağı bahçesi, bohçası, yaması bitmediğinden günün ilk ışığından, gece yarılarına kadar çıra ışığında işleyen, kirmen eğirmekten bozulmuş elleri… Ve ellerini kaldırıp “Bunlar hep kermen eğirmekten oldu,” deyişi. Anneannem seferberlik çocuğu, yokluğu da varlığı da acıyı da acının içindeki umudu da bilir(di). Büsbütün büyük acıları ufak detaylarmışçasına söyleyivermeyi de.

Anneannemin sofralarını ve ellerini düşünürken aklıma Mardin’in sokaklarında gezerken yolumuzu kesip Türkçe – Kürtçe karışık bizi sofrasına davet eden yaşlı kadın geliyor. Elinde ve yüzünde daq’ları … O da anneannem gibi yaşanmışlıkları bedenine işlemiş kadınlardan. Daq’larında ve yüz çizgilerinde umut, inanç, acı ve sessizlik gizli. Bir savaş coğrafyasında, Ermenilerin yok edildiği, Süryanilerin susturulduğu coğrafyada bir kadın kaç acıya tanıklık eder de elindekini sunar yine de kim bilir.

Bir yaz günü Bolu dağlarında yolumuzu yitirip halen kutlu kumaştan elbise giyen bir teyzeye yol soruyoruz. Teyze sofrasına buyur ediyor bizi yabancılığımıza, kadın erkek ne olduğumuza bakmaksızın. Bu sıcakta ne dolanırsınız diye de azarlıyor hafiften. Başında tepelik ve el dokuması şalı var. Aynı zamanda bele de dolanmış rengârenk bir şal. Anneannemden biliyorum ki sıcaktan korunmanın yolu eskilere göre kalın kalın giyinmek, sıcak içeri girmesin diye! Teyze bizi sofraya oturtamıyor ama soğuk ayranından içiyoruz mecbur.

Bu coğrafyada ortalama bir kadın hayatını, bu hayatların etrafını saran dertleri düşününce bu kadınların tüm renkleri, sofraları, sofralarındaki tek bir lokma ayrı bir değerli. Bu kadınların elleri kutsal, yaratmaya meyyal. Bu kadınlar en âlâsından sanatçı. Bu kadınlar çeyizlerinde, dokuma tezgâhlarında, işlemelerinde kitaplara sığmayacak kadar çok şeyi sadece duyabilenlere anlatan kadınlar; ama duymak için susmanız ve kulak vermeniz gerekiyor.

Share Button