Geriye kalan zamanda anlamak isterdim

breaking_glass

Nuran Kalpakçı

“Balık nasıl su hayvanı ise ben de zaman hayvanıyım”    Jean Tardieu

Sabah “Etkili Zaman Yönetimi” konulu hizmet içi eğitime gidiyorum. Memurum ben. Dersimiz : ‘Do it now ! Erteleme! Hocamız enerji dolu genç bir kadın, defalarca tekrarlıyor sihirli cümleyi; bazen de, sırası geldikçe, “Peki o zaman ne yapıyoruz?” der gibi, soru işareti şeklinde büküp boynunu, biz geçkin öğrencilerin nakaratı tekrarlamasını bekliyor. Hiçbirimizin ana dili değil kullandığı. Her birimiz ayrı bir aksan ama hepimiz aynı bezginlikle, bir ağızdan yerine getiriyoruz arzusunu: “Duitnavv!”

Anlamışım dersimi ki kısa öğle molasında, ne zamandır düşünüp de gitmeyi bir türlü denk getiremediğim, yeni kurulan ‘gönüllü sadeler’ pazarına koşturuyorum. Kapitalizme inat yavaş olgunlaşmış, yavaş pişmiş, yavaş taşmışları mecburiyetten acele mideye indiriyorum. Sıradan tezgâhlardan alabileceğimden daha pahalı ama ‘değer doğrusu’ diye avunuyorum, ‘tadına değilse de farkına vara vara yedim’.

Kan mideye hücum edince ağırlaşıyorum biraz. Bir zaman hikâyelerini okuduğum, dillerinde ‘hız’ sözcüğünün dengi bulunmayan Hopi kabilesi geliyor aklıma; zamanı ne soyut birimlere ayırmaya ne de ölçmeye kalkmadan pekâlâ yaşayıp gitmişler. Hiç olmazsa bir sindirme süresince, iyice yoğunlaşıp onlardanmış gibi hissetmeye çabalıyorum. Kapitalizm ve memuriyet içime işlemiş, o kadar çabaya rağmen ne günden, ne saatten çıkabiliyorum.

Geç kalacağım eğitimin ikinci bölümüne.

Tramvay durağına varmamla bir çocuk güruhu gürültüyle boşalıyor sokağa. Hükümetin emeklilik sisteminde yaptığı reformları protesto eden ortaokul öğrencileri. Çoğunun dişleri telli “Gelecek yok, emeklilik var!” diye bağrışıyorlar ince sesleriyle. Onlar için üzülsem mi, tereddüt ediyorum…

Aksakallı bir ihtiyar var durakta, bir yerden gözüm ısırıyor, Yunancaya benzer bir dilde mırıldanıyor kendi kendine. “Kronos bu yahu!” diyorum, o beni tanımıyor, gözlerimiz de karşılaşmıyor bir türlü, o hep en uzağa bakıyor.
Bir gözüm saatte, bir gözüm sakallıda, “Koskoca Zaman Tanrısı da sadeliğe gönül indirmiş tramvay bekliyor, işe bak!” derken, protestocu çocukların oradan bir başka ihtiyar fırlıyor, Çinli mi desem Uygur mu, bir tek adı ihtiyar; kendi çevik ve esnek. Afacan bir yüzü var, geliyor sakallıyı dirsekliyor kırk yıllık dost gibi. “Zaman yok, sadece uygun zaman var” diye fısıldıyor kulağına anladığım bir dilde, esas bana duyurmak istercesine, zaten sakallının aldırdığı yok, şehir mimarisinin elverdiği kadar uzaklara bakmaya devam ediyor.

Tramvay da tam o sırada yanaşıyor. Ne hikmetse ne sakallı biniyor ne Uygur tramvaya; ben son dakikada silkinip kendimi içeri atıyorum. Tramvay duraktan ayrılırken sakallı bana dilini mi çıkarıyor ne!
Uyku bastırıyor tramvayın sallantısında. Ne kadar ‘duitnavvv’ diye kamçılasam da kendimi, gözlerimi açık tutamıyorum, ne var ne yoksa bir başka zamana erteleyip dalıyorum rüyaya.

***

Dünya varmış. Uykuda, kargalar gibi özgür hissediyorum. Genişliyorum, hatırlıyorum.
***

Geriye kalan zamanda anlamak isterdim.

Annem hep çok çalışan bir kadın oldu. Hep yazan. Boy boy çocuk büyüten, bekleyen. Pişiren, ören, diken, taşıyan, yokuşlar çıkan, öfkelenen, yazan, yazan, yazan, endişelenen, tartışan, anlatan, çalışan, işleyen. Kabul etmeyen. Kabullenen.

Annem gibi bir kadın olmadım.

Annem hep örgü ördü. Ördükleri üzerimize küçülünce sökerdi onları. Ben küçükken büyülenirdim, ipi boynundan geçirip örerek var ettiği hırkaları, kazak, yelek, süveterleri –hepsinin adı güzeldir- bağdaş kurup iki dizinin etrafında söke söke yok eder, çileye çevirirdi. Ben seyrederdim.

Yatan bir sekizdi çilesi, çok sonra matematik dersinde tanıdım, sonsuzluk.

Bana sorarsanız annem sonsuzluğu söke söke…

Annem gibi bir kadın olmadım. Seyrettim. Seyrederek anlamaya, rüyada kavramaya çalıştım zamanı.

İlk rüya, on dokuz yaşındayım.

Dersteyim, üniversite. “Zaman olmasaydı” diye soruyorum rüyadaki hocaya. Cevap vermiyor önce, ben ısrarla sorunca, “Bilmek istiyorsanız, bakın” diyor. Bakıyorum. O sırada içeriye girmiş çaycının tepsisinden bir bardağı alıp elinden bırakıveriyor. Bakıyorum. Kırılmanın kendisini görüyorum. Ancak rüyada görülebilecek bir şeyi görüyorum. Ne bir an öncesi ne bir an sonrası olan, kırılmanın ta kendisi. Tutulma.

Zaman bir görsel yanılsama.

İkinci rüya, otuzlu yaşların sonlarındayım.

Birinin ellerinin içindeyim. Hava ile ilk temas, ürperiyorum. Ağır bir makasın kesme sesi. Titrek bir iç çekme, içeriden uzun bir çığlık, hepsi benim, kendi iç çekmem, kendi çığlığım, uyanıyorum.
Hafızada canlandırılamaz bir yaşanmışı yeniden yaşamanın –en uzak hatırlamanın- sarsıntısı.

Üçüncü rüya, kırk yaşındayım.

Beni dinleyenler var. Büyük bir derdim varmış: Virgülden sonra sonsuza doğru giden pi sayısı. Sonsuza giden küsurat… Çaresini bulmam lazım, dert edinmişim. Bir örtüyü aniden kaldırır gibi, baylar bayanlaarrr, anlatarak gösteriyorum dinleyenlere çareyi: Tüm küsurat tamsayıya geri akıtılacak, virgülün öbür tarafına, görece mutlak olana, sonsuza doğru giden sonluya.

Rahatlayarak uyanıyorum. Sonsuz şimdi.

Bana sorarsanız sonsuzluğu rüyada göre göre…

Share Button