Mutfak Dedikoduları ile Kocakarı Hikâyeleri Arasında Bir Ses Gezintisi

masal

Hatice Meryem*

Hikâye denilince aklıma ilkin hikâye anlatıcılığı geliyor; hikâye anlatıcılığı denilince de ses. Binlerce yıllık bir ses. İlk tınıları ninniler, uğultular, inleyişler, mırıltılar, tekrarlar olan. Çocukluğumdan beri duyduğum ancak daha yeni yeni keşfettiğim bu sesin daha çok kadınlar aracılığıyla aldığı formlardan bahsedeceğim.

Kendimi şanslı bulurum. Ailemdeki kadınların hemen tamamının usta birer anlatıcı olması münasebetiyle. Bir hayli konuşkandırlar; hatta insanı bıktıracak kadar. Üstelik kendilerini çok beğenir, konuşmayanı hiç sevmezler. Suyun yavaş akanından, insanın sessiz durup yere bakanından korktuklarını söylerler sık sık, sözü gümüş sükûtu altın bulanlara nispet yaparcasına.

Hemen hepsi sıkı birer mutfak dedikoducusudur. Soğan kavururken, aşure kaynatırken dedikodunun hasını yaparlar. Alt kattaki komşunun yıkayıp astığı çamaşırın sapsarı kaldığından girer, üst kattaki komşunun oğlunun itliğinden, yan komşuda yedikleri kısırın bulgurunun diş kıracak kadar çiğ kaldığından çıkarlar. Kim hangi düğünde ne takmış, kim pazarın akşam saatine ayakları sırtına vura vura koşturuyormuş, kim gizli gizli para biriktirip yazlık ev yaptırıyormuş…

Çocukken en sevdiğim şey hamaratça çalışan bu kadınların sesini duymak için mutfağa kulak kesilmekti. Çevrelerindeki insanlar ve olaylar hakkında yaptıkları makul ya da aşırı yorumlar gerçekten de hem bilgilendirici hem de zenginleştiriciydi. Bu konuşmalar sırasında sesleri de tuhaflaşır, kâh fısıltıya dönüşür kâh küçük çığlıklarla bezenir; böylece gündelik hayatın sıkıcı monoton sesini sert bir rüzgâr gibi önüne katıp götürürdü. Buna ‘hikâyenin yapı bozucu sesi’ diyelim.

Tabii bazen çekilmez de olurlar. Her nesnenin hikâyesini, tarihçesini bilmeleri sinir bozucudur ailemdeki kadınların. Banyodaki hamam tasının, bulaşık bezinin, teki kaybolmuş terliğin, kulbu kırık cezvenin, tarağın tornavidanın, bardağın sürahinin, saksının çiçeğin… Adeta hepsi birer Masumiyet Müzesi kurucusu ya da en azından bekçisi gibidirler; yalnız, bir aşkın peşinde o aşka tanıklık eden nesneleri toplamıyor da hayata dair kimi sesleri, kimi dokuları, kimi nesneleri bünyelerine sığdırmaya çalışıyor gibidirler. Hani ara sıra gazetelerde bir haber çıkar: Efendim, gelecekteki uygarlıklara bugünün insanlığını temsil edecek nesnelerin toplandığı bir zaman kapsülü hazırlanıyor diye. Bana kalırsa geleceğe tek bir kadının kalması yeterli. Elbette ironi yapıyorum ancak gerçeklik payı da azımsanmamalı bu görüşün. Şöyle ki, bugünün modern hayatında erkeklerle eşit yahut daha üst pozisyonlarda çalışan kadınların iş bilgilerinin yanı sıra ev nesneleri ve yaşantısı hakkındaki bilgileri göz önünde tutulursa… Şunu demeye çalışıyorum: Kadın modern bilgiye hâkim olmanın yanı sıra -ister istemez- geleneksel bilgiye de sahip oluyor. Hatırlıyorum, ailemin kadınları arasında borcam denen kalın camdan mürekkep mutfak kapları piyasaya çıktığı zaman esip kopan fırtınayı. Sohbetleri doyumsuzdu. Hele çelik tencerelerin ilk çıktığı zamanlarda beşli set alan kadınların çalımı gerçekten unutulmazdı. Bugün hâlâ tupperware denilen plastik kapların yılmaz savunucusudur bir yengem. Buna şimdilik ‘hikâyenin nesnelere çarpan sesi’ diyelim.

İşte gündüzlerini böyle nesnelerle haşır neşir geçirip dedikodu eden ailemin kadınları akşam olup da karanlık bastıktan epeyi sonra, yani bulaşıklar yıkanıp kurulanıp raflara kaldırıldıktan, yatak döşek açılıp çocuklar uyutulduktan, mutfak ve salon son kez gözden geçirilip dağınıklık toparlandıktan sonra, ay ışığında kurda dönüşenler gibi müthiş birer hikâye anlatıcısına dönüşür ve bu defa nesneleri bir kenara bırakıp kendi hikâyelerine dönerler.

Çocukluğumda gece yatısına misafirliğe gitmeye ya da eve yatılı misafir gelmesine bayılırdım. Çünkü o zaman, annem ve akranı kadınlar gece konuşmayı uzattıkça uzatır, köyde geçirdikleri çocukluk zamanlarından, İstanbul’a geldikleri ilk zamanlarda çektikleri çilelerden, hayırsız evlatlarından, vefasız kocalarından anlattıkça anlatır, şafak sökmeden az önce, gün ışığından korkar gibi yataklarına koşarlardı. Buna da ‘hikâyenin gece sesi’ diyelim.

Gündüz toplantıları vardı bir de. Gün’ler yani. Bu toplantıların sevilesi tek yanı sarmalar kısırlar poğaçalar değil kadınların aralarında erkek yokluğunun rahatlığıyla cinsellik dolu şeyler anlatabilmeleriydi. Cinsel yaşantılarına dair doğrudan olmasa da imalı göndermeler, edepsiz fıkralar gırla gider; kocalarının, çocuklarının yahut kaynanalarının yanında atamadıkları arsız kahkahaları atarlardı. Hiç unutmam, bir komşu kadın gün’ün birinde, kocasının her öğlen tatilinde işyerinden koşa koşa gelip kendisini ziyaret etmeden duramadığını edepsizce, neşeyle anlatmıştı da sonraki günlerde bir sinek gibi yapışmıştım kadının evini gören pencerenin camına. Buna da ‘hikâyenin özgürleştirici sesi’ diyelim. Çünkü bu tür hikâyeler, kendilerini değilse bile, dinleyicileri arasındaki bir nesil sonrasının kadınlarını özgürleştirmiştir. Onların kafasında otoritenin gücünü kırmış, en azından ehemmiyetini zedelemiştir.

Anlatım dili olarak baktığımda da hepsinde farklı anlatım biçimleri görüyorum. Haksızca hep söylendiği üzere, konuşmaya taa ‘taş devri’nden başlamaz, ortasından, sonundan, kestirmeden giriverirler. Zaman, mekân, atmosfer, karakter umursamaksızın bin bir anlatı biçimini ustalıkla becerirler. Tabii bu karmaşa diğerlerini uyarır, diklenmeler baş gösterir. (Bu aslında modern edebiyattaki okurun tepkisidir tam da) “Kardeşim baştan tarif etsene şu öykünün temel unsurlarını”. Anlatıcı zevklenir; çünkü dinleyicisini, (yani okuru) uyarmıştır. Bundan sonra daha dikkatli dinleneceğini (ya da okunacağını) bilir. Kimi anlatısının başlangıcına geri dönüşlerle anlatır; kimi başlangıçtan sonra konuyu o derece dallandırıp budaklandırır ki başlangıca dönmeyi unutur ve cümlelerin sonu asla gelmez. Noktasız, virgülsüz, başsız sonsuz bu anlatı bugünkü modern öyküye yaklaşır bence. Buna ‘hikâyenin kabına sığmayan sesi’ diyelim yine şimdilik.

Biraz da, hikâyenin daha geleneksel seslerini duyduğum bir kadından bahsedeyim. Babaannemden. O dedikodu etmez, nesnelerle gereğinden fazla ilgilenmezdi. Annemle babam ayrıldıklarında beni yanına bırakmışlardı. Her gece uyumadan önce elime dini hikâyelerin yazılı olduğu bir kitap verir, okumamı isterdi. Gaz lambasının ışığında okurdum. Sonra ben de masal anlatmasını isterdim ondan. Anlatırdı. Periler, cinler, ormanlar, mağaralar… Aradan yıllar geçti; geçenlerde halamla babama sordum, babaannemin onlara da masal anlatıp anlatmadığını. Anlatmadığını söylediler. Düşündüm. Neden çocuklarına değil de torununa anlatmıştı? Acaba bilinçsizce bir tür terapi mi uygulamıştı? Komik, zekice, bazen de ayıp şeyler anlatıp güldürürdü beni. Acaba torununun aklının melankoliye savrulmaması için hikâyenin ses gücünden mi yararlanıyordu? Bilmiyorum. En fazla Hazreti Yusuf’un hikâyesini okuturdu. Kıskanç ağbileri tarafından kör bir kuyuya atılan küçük Yusuf’un çektiği çilelerden sonra refaha erişini; sabırla, dürüstlükle, ama en çok kabiliyetle (rüya tabiri kabiliyetiyle) tüm sıkıntıların üstesinden gelineceğini, mutsuzluğun sürekli olmayacağını mı söylemeye çalışmıştı acaba alttan alta? Şimdilik bu sese de ‘hikâyenin teselli sesi’ adını verelim.

Bazı geceler de bazı yerler anlatırdı. Daha önce hiç görmediğim bir coğrafyanın suyu buz gibi çaylarını, derelerini, erenlerin yatır yerlerini, dağlarını, köylerini, yaylalarını, toz toprak içindeki yollarını… Bugün oraları gözümle görmüş gibi biliyorum. Şunu yadsımıyorum elbet; kadınların tıpkı nesnelerle kurdukları bağ gibi coğrafyayla kurdukları bağ da nesnel koşullardan kaynaklanıyor. Atına atlayıp uzak diyarlara gidemediği için ev kurar gibi bir coğrafyaya yurt kuruyor kadın. Bunu yaparken de hikâyelere başvuruyor. Bir yerin yabancılığını kırmak için dağına taşına hikâyeler uyduruyor. Sonrası malum: Anlatıyor, ses çıkarıyor. Buna ‘hikâyenin mekân kurma, hatta coğrafya inşa etme sesi’ diyelim.

Yatağının altında bir bohçası vardı. İçinde irili ufaklı taşların olduğu bu bohçanın düğümünü yalvar yakar olduğum zamanlarda nazla niyazla açar, her bir taşın hikâyesini, eğer keyfi yerindeyse anlatırdı. Ufak yeşil bir çaputun içindeki buğdaya benzeyen bir taşınki misal şöyleydi: Ermişlerden biri bir gün bir dilenci kılığında, zengin bir adamın kapısını çalıp bir avuç buğday dilenmiş. Zengin adam, buğdayı olmadığını söyleyerek kapıyı ermişin yüzüne çarpmış ya, işte o dakika ambarındaki tepeleme buğday yığını taşa kesmiş. İşte taşa kesen o buğday yığınından bir taneymiş elinde tuttuğu. Sekiz yaşındaydım. Soyut bir anlatının somut nesnesiyle karşılaşmanın etkisiyle büyülenirdim. Karşılaştığım mucizenin etkisiyle gözlerim yaşarırdı. Zeytin çekirdeğine benzeyen bir taş. Hurma çekirdeğine benzeyen bir taş. Şeftali çekirdeğine benzeyen pütürlü büyükçe bir taş. Bu taşlar, daha doğrusu bu taşların bana birbirinden ilginç gelen hikâyeleri arasında ne burnumda tüten annem gelirdi aklıma ne babam. ‘Hikâyenin büyüleyici sesi’ diyelim buna da.

Yetmişindeki bu kadın, ağrıdığında elini karnıma koyup “Benim elim değil Fatma anamızın eli, ağrıları sızıları al Kaf dağının ardına at,” diye mırıldanmaya başlardı. Ağrı sızı kalmazdı bünyemde. Buna da ‘hikâyenin hem soyut hem de en somut haliyle şifa verici sesi’ diyelim.

Yine bazı sabahlar uyandığında mutfağa koşup musluğu açar ve rüyalarını akan suya anlatırdı. Yattığım yerden duyar dinlerdim onu. Bu ritüel, şimdi öyle yorumluyorum ki, hikâyenin her önüne gelene anlatılmayacağının ilk işaretiydi. Suya anlat, taşa toprağa anlat ama herkese anlatma diyordu belki. Buna da ‘hikâyenin dinleyicisini (okurunu) seçen sesi’ diyelim.

Buraya kadar çok dağıttım, tıpkı ailemin kadınları gibi. Şimdi hızla toparlamaya çalışacağım.

Evet, ailemin erkeklerine haksızlık etmek istemem ve onlar da kadınlarımız kadar gevezedir; ama yine de hikâyenin seslerini en çok kadınlar aracılığıyla duydum ben. Bunda hem avantajlar hem kimi dezavantajlar var elbet. Hareketsizlik, bir yerde sabit kalmak, adeta ‘taşlaşmak’ kadının bugüne kadar var olan şekli sanki. Nedenlerini şimdilik sorgulamıyorum. İster istemez nesnelerle yakından bağ kuruyor, durduğu yerden görüş açısı içindeki dağa taşa hikâyeler yazıyor, yani hikâyenin bin yıllık sesinin taşıyıcısı oluyorlar.

Onları yakından tanıyoruz. Büyüye, fala, şeytana, alkarısına, karakoncolosa, iyi saatte olsunlara, uğura, uğursuzluğa, berekete, bereketsizliğe, nazara, muskaya, bedduaya, adağa inanan; dedikoduyu, rüya tabirlerini, insanı, insanlararası iletişimin hayatiyetini önemseyen bu kadınlar kâh babaanne kâh anneanne kılığında karşımıza çıkıveriyor yahut yakın bir komşu olarak. Ve zihnimizde sözel bir anlatı evreni kuran bu kadınlar bizlere çok büyük bir hikâyenin gündelik dilini, nesnelerle kurduğu bağı, özgürleştirici ruhunu, gece seslerini, kabına sığmazlığını, teselli gücünü, mekân ve zaman yaratma gücünü, büyüleme ve şifa verici gücünü anlatıyorlar sesleriyle. Modern zamanların tanımıyla hepsi gerçek birer iletişim emekçisidir diyebilirim gönül rahatlığıyla.

  

* Bu yazıyı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle Mimar Sinan Üniversite’sinde düzenlenen Mor Baykuş Etkinlikleri kapsamında, sevgili Aksu Bora’yla beraber konuşmacı olarak katıldığım panel için hazırlamıştım. Sevgili Meral Özbek’e ve Mor Baykuş Etkinlikleri’ne emeği geçen herkese teşekkürlerimle.

 

 

Share Button