Ne İstiyormuşuz?

Hüner Aydın
Yarın Dergisi 1983 Yılının Mayıs Sayısını İnceleme
Semih Gümüş’ün editörlüğünde yayınlanan “Yarın” dergisinin 21. Sayısında dosya konusu feminizm; dosyanın adı ise “Feminizm mi?”
Dergiyi açar açmaz bizi “editörden” gibi bir köşe (Yarın’dan) karşılıyor. Köşe, şöyle afili bir yergiyle başlıyor:
“Ne istiyorlar?
Feminizmi yaşadığımız günlerin sorunlarından biriymiş gibi gündeme getirenlerin başlıca iki amacı var: Satış garantisi olan bir konuyla yayınlarını sürdürmek ve siyasal çalışmanın kısıtlı olduğu bir dönemde şaşırtıcı ve “yeni” düşüncelerle genç kafaları yakalamak. Her ikisi de onları bataklığa sürüklüyor; onlar da bunu biliyor; ama içinde bulundukları durumdan hoşnutlar. İnsanları bilimsel bilgiyle donatmak ne denli zorsa, doğru yönelişleri saptırmak, gerçekliği tersyüz etmek ve kısıtlı dönemlerde yoz akımları egemen kılmak da o denli kolay. (…) Batının eskimiş düşüncelerini “yeni” düşüncelermiş gibi savunmaya kalkışanlar, üstelik de kendilerinin “Türkiye’deki aydınlar” olduklarını savunuyorlar. Tabii söz konusu aydınların tüm çabası da bilimsel bilgiye ve tarihe saldırmak. Burjuva yönsemelerin güdümüne girmeye kendilerini koşullamış olan bu çevreler, kâr da yapabiliyorlar. Ama onları elimizin tersiyle itebilmek de bizim elimizde. Feminizm konusunu(sorununu değil!) karşılıklı tartışmak mı? En azından Yarın’ın gösteremeyeceği bir çaba bu. İlkin namuslu değiller; sonra, siyasal sorumluluklarımız aynı düzlemde değil.”
Ne istiyormuşuz?
Feminizmin meramı, bu coğrafyada hangi günlerin “sorunlarından biri” olmadı? 1980’li yıllarda satış garantisi gibi bir amaçla yola çıkmak için insanın kendisini riske atmasına gerek olmayacak birçok yanlı olanak varken niçin böyle bir cüretkârlık gösterildi? Siyasal çalışmadan kasıt Yarın’ın siyasal düzlemi olmalı; sonrasında derginin içinde kendilerinin siyasi düzlemini bölmeye çalıştığımızdan da bahsediliyor. Pardon bölüyoruz ama bizi 17 yerimizden bıçaklayabilecek zihniyet, bu düzlem bütünlüğünden türüyor olmasın? Kadın cinayetlerinin politik olmadığına kim inandırabilir bizi? “Yeni” düşüncelerle genç kafaları yakalamak da okula yeni gelmiş “çöm”leri örgütlemeye çalışan stant başlarını getiriyor akla. Bataklığa sürükleniyormuşuz. Sürüklenen sizsiniz; bataklık ise bizi içine çeken cılk çamurun sizin kaburga kemiğinizden yaratılmış vatanıdır. “Yoz”un kavramsal olarak ahlakçılığa, bir etiketleme furyasının klişesi olmasına göz yumamayız. Biz namusumuza göz yummamışız, yoz’a mı yumacağız? Namuslu olmamız ve siyasal sorumluluklarımızın aynı düzlemde olması için onların “bacı”ları olmalıydık. Türk solu sözlüklerine cinsiyetsizleştirilmiş yoldaşlar olarak girmeliydik. Ama cinsiyetimiz yoldaşlıkla gizliden gizliye belirleyici bir faktör olmalıydı. Onlar çok yorulmuş olmalılardı siyasal sorumluluklarından, biz de aynı algılama ve itaat etme bilinciyle siyasal sorumluluklarımızın çerçevesinde meşaleyi devralmalıydık. Meşale ağır gelmeliydi, fiziksel güç kıyasına tutulmalıydık ve en az yorulmuş, kıyasta üstün gelmiş bir erkek yoldaş meşaleyi fedakârlık adı altında bir lütufla bizim için taşımalıydı. “Aydın” sıfatını kullanırken bunu “üst insan” dercesine kullanmalı fakat böyle kullandığımızı inkâr etmeliydik. Aydınlanmak deyince aklımıza hep aynı şeyler gelmeliydi. Jung’un “aydınlanmış insan”ını bilmek de gerçekliği tersyüz etmek olurdu; çünkü siyasal sorumluluklarımızı varoluş buhranının ardına itmiş olurduk. Halka inmeliydik, çıkmamalıydık; inilecek bir şeydir çünkü halk; fasulye sırığındaki sihirli lamba mıdır ki ulaşmak için çıkasın? “Bilimsel bilgi ve tarihe saldırmak” hususunda önemsediğimiz şeyler, kesinlikle bilimin ve tarihin erk’ine, erkekliğine değinmek olmamalıydı. Örneğin, Belenky ve arkadaşlarını bilmemeliydik; çünkü psikoloji bilimi, Freud gibi bir dehayı bizimle buluşturmuştu. Ödipusla Elektra’yı bilmek, bunu siyasal düzlemimiz içinde ahlaksızlık olarak nitelemek kâfiydi. Ama, demeliydik, çocukluk için kesinlikle çok mühim şeyler ortaya çıkartmıştır. Tarihe ve bilime yöneltilmiş, bizim siyasal sorumluluklarımızdan öte eleştiriler nüfuzumuzu ve hatta nüfusumuzu azaltabilirdi. Burjuva yönsemelerin ve koşullanmanın da elbette dilimize pelesenk olmasından dolayı, bunları yergide kullanmazsak bir eksiklik hissedilirdi. Koşullanma diyor olurduk çünkü bilime saygımız sonsuzdu; Pavlov’un köpek, et, zil deneyini bilmeli ve mest olmalıydık. Türcülüğümüzün bilincinde değilken ezilenlerden, sınıflardan filan bahsederdik; fikirlerimizi bataklığa sürüklenmiş feministlere bahşederdik.
Evet, karşılıklı tartışmak Yarın gibi aşağılayıcı, çirkin, tamamen kalıplaşmış tutumlarının esiri dillerine mukayyet olmayan oluşumlarla mümkün değil. Bizce de Yarın’ın gösteremeyeceği bir çaba bu. Bunun öz eleştirisini farkında olmadan verebilmek de, benlik algılarını okura çarpıtmadan yansıtabilmek de bir başarı! Namustan anlaşılanı, siyasi sorumluluk düzlemlerinde ahlakçılıkla; dine devasa eleştiriler getirip geleneksel, dini öğretilerle yoğurmuş olmak karşılıklı tartışmayı olanaksız kılmaz ama zorlaştırırdı. Kullanılan üslup ve şişirilmiş benlik algısı, “siyasal sorumluluk” sınırları ve sığlığı ise karşılıklı tartışmayı zorlaştırmaz; neredeyse olanaksız kılar.
Aynı sayı içinde Oğuz Makal “Özgür Kadınların Sineması Üzerine” başlıklı yazısında şöyle diyor:
“Günümüzde adalet önünde bile erkeklerle eşitliği onaylanmayan Pakistan kadınının yer aldığı hareketle, Batıdaki kadının özgürlük adına sapkın ilişkilere varıp dayanan hareketi arasında ortak bağlar aramalı mıyız?”
Batının ahlaksızlığını aldık. Adalet önündeki onayın ikiyüzlülüğüne nasıl tamah edebiliriz? Adalet için, adaletin önü için şimdi neler düşünüyordur Oğuz Makal?
Batının ahlaksızlığıyla ne anlatılmaya çalışıldığını yazının ilerleyen kısımlarında daha iyi anlıyoruz:
“Cinsel devrimciler sadece erkek egemenliğini değil/ cinsel ayrımı da ortadan kaldıracaktır. Lesbian feministler erkek cinsini hepten sevimsiz bulmakla kalmayıp ciddi olarak üremeye karşı olduklarını belirtiyorlar. (…) Tüm bunlar her türden sapkın davranış önermesini mübah kılmakta, bunların “kültürel bir olgu” olduğu savları ileri sürülmektedir.”
Erkek cinsini sevimsiz bulmak zaten beter bir şeyken üremeye karşı olmakla beterin beterini niye yaratmışız ey zenan! Bu sapkınlıklarımızı Gezi’de filan da, çadırlarda madırlarda, parklarda bahçelerde, caddelerde maddelerde cümle aleme, cemil cümlemize göstermişiz. Bizim sapkın olmayan bacılarımıza yine biz saldırmışız; haberimiz yoktu, öyle söylemişlerdi de duymuştuk, hatırlarsanız.
Derginin bu sayısında çok malzeme var sevgili kızkardeşlerim. Kızkardeş sözcüğünü de 1978’ten beri kullanıyormuşuz, kardeşliğin erkeklerin kardeşliğine denk geldiğini söyleyerek, tepki olarak; Oğuz Makal aynı yazıda böyle söylüyor, “sororite” diye bir şey çıkarmışız başlarına!
Derginin ilerleyen sayfalarında Taner Gürel’in “Bir Ayinden Kısaca” adlı öyküsünde ise türlü metaforlarla, betimlemelerle, ikamelerle anlatılıyor feministler. Bir ayin düzenleyen kırmızı çoraplı cırcır böcekleri varmış ve durmadan “Erkekler Anonim Şirketi yıkılmadan kadınların kurtuluşu olanaksızdır” diyorlarmış. Etrafta ağır bir çürük kokusu varmış, bu böcekler “sızlayan beyinlerini, ateşten avrulan dillerini alkol kavanozları içinde” saklıyorlarmış. “Dermansız kolları, boşalmış beyinlerinin itkisiyle, gazyağı bidonlarını sivrisineklerin üzerlerine doğru devirmeye” çabalıyorlarmış. E tabii burada da bir bataklık imgesi var, koku oradan geliyormuş zaten; ama “insanlığın binbir deneyimi sonucu bilincinde yeşermiş”, yüreciklerinde yapraklanan “o yaşam ağacı” yok mu “o yaşam ağacı”… Hah, işte o bu bataklığı kurutacakmış! Öykünün sonlarına doğru “Kırmızı çoraplı cırcır böcekleri, yaranıza vurulan paslı bir neştere benziyor(…)” cümlesiyle karşılaşıyoruz. Gözlerimiz yuvalarından fırlayacak gibi irileşmiş tabii ayin esnasında. Devrim istiyoruz diye de bağırmışız, bir de bol bol çığlık atmışız. Sanırsın Orta Çağ’ın parodisi! Engizisyon mahkememiz Yarın, cadılar da kırmızı çoraplı cırcır böcekleriyle imgelenen feministler.
Bir Şükrü Erbaş şiiri atladıktan sonra Füsun Öztürk’ün “Feministler Ne İstiyor?” yazısında görüyoruz ki bir şeyleri kullanmayı çok iyi beceriyormuşuz. Sınıflı bir toplumda olduğumuzun farkındaymışız ve emekçi kadınların üzerinde “erkek egemen toplum” diyerek baskı oluşturuyormuşuz. Erkek düşmanıymışız tabii, cinsiyetçiymişiz. Hiçbir kaygımız yokmuş emekçi kadınlar için. Tek kaygımız toplum dışı olmakmış.
Yalnız ben, çoraplarımızın kırmızı olmasından hiç hoşnut değilim, ne yalan söyleyeyim; mavi olsaydı da Virginia anamıza selam etseydik cırlarken…