Sepideh Farsi ile Red Rose Üzerine

sepideh-farsi

Melike Ölker

Matematik eğitimi almak için Fransa’ya giden ve orada yaşamaya başlayan Tahran doğumlu yönetmen Sepideh Farsi, uzun yıllar fotoğrafçılık yaptıktan sonra kısa filmler ve belgeseller yapmaya başladı. Başta Toronto Film Festivali olmak üzere uluslararası pek çok festivalde gösterilen ve büyük beğeni toplayan Red Rose filmi ile adını daha geniş çevrelere duyuran Farsi, bu filmiyle İran’ın politik meselelerini de arka planına alarak bir kadın ve bir erkeğin ilişkisini aktarıyor beyazperdeye. Kurmaca bir öyküyü gerçek bir hikâye ile besleyen filmde Sara adında genç bir kadın ile orta yaşlardaki Ali’nin, 2009 yılındaki seçimlerin hemen ardından tüm İran’da patlak veren Yeşil Hareket olarak bilinen protestoların arasında başlayan samimi, derin ve tutkulu ilişkilerine tanık oluyoruz. Atina’da İranlı oyuncularla çekilen Red Rose’da Yeşil Hareket protestolarının cep telefonlarından kaydedilmiş görüntülerinin kullanılmış olması da hikâyeyi kavuran ve gerçekliğini yoğunlaştıran bir etken olarak karşılıyor izleyiciyi.

14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali aracılığıyla ülkemizde de izleme şansına eriştiğimiz bu başarılı yapımın yönetmeni ve ortak senaristi Sepideh Farsi ile filmi ve İran politikası ile ilgili kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Yılda bir kez de olsa ülkesini ziyaret eden Farsi, bu cesur filminden sonra İran’a bir daha dönemeyeceğine emin; ancak söylemek istediklerini yüksek bir sesle ve açıkça söylemekten asla pişman olmadığının, olmayacağının da altını çiziyor.

Filmlerinizdeki ana temalarınızı sorarak başlamak istiyorum. Özellikle “kimlik” kavramını sormam gerekiyor. Filmlerinizdeki ana temalardan birinin kimlik olduğunu ya da bu kimlik kavramının bireyler veya bireysellik üzerinden İran politikasını yansıttığını söyleyebilir miyiz?

Bence her bir sanat eserinde kişisel unsurlar her zaman vardır ancak daha az görünürdürler.

Bir süre önce İran’ı terk edip yurt dışında yaşamaya başladım. Benim durumumdaki gibi ülkenizi terk ettiğinizde ve onunla aranıza mesafe koyduğunuzda bu kimlik sorunsalı daha kalın bir çizgiye erişiyor, daha da görünür oluyor. Sanırım İran’da değil de yurt dışında yaşadığım ve oralarda film yaptığım için bunu daha da görünür kılıyorum; haksızlıkları, araştırmalarımı ve bu kimlik sorunsalını daha da açık bir şekilde yansıtabiliyorum. Tabii ki taşı İran’a atmam gerekiyor ve tabii ki bu da bir şekilde politikaya bağlanıyor. Çünkü benim neslim, özellikle de benim neslim, devrimin gerçekleştiği zamanlarda çok gençti. Biz o zamandan beri bu politik hengamenin içinde yaşıyoruz. Bu sebeple de politika çoğumuz için her zaman kimliğimizin bir parçası oldu, kişisel kimliğimizle iç içeydi. Bu filmden filme de değişen bir şey aslında; kimi zaman çok ön planda, çok daha görünür kimi zaman da çok daha gizli. Ama sanıyorum ki her zaman orada bir yerde.

Red Rose özelinde tutku ve politika kavramlarının özel bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Filminizde bu iki kavramı birbirine bağlayan şey nedir?

red-rose-posterPolitika ve devrim. Devrim hali tutkulu bir haldir. Devrim idealist bir durumdur ve tutkuludur. Bir devrim yapıyorsanız bu bir nevi aşktır aslında. Bu ilginç bir birlikteliktir; toplumun devrimsel ya da isyankâr halleri boyunca imkânsız bir tutku hakkında konuşmakla onun anlamının bir araya getirilebilirliğidir. Paradigma olarak bunun çok ilginç olduğunu düşünüyorum çünkü bir şekilde benzer vaziyetler; ancak biri daha toplumsal seviyedeyken diğeri daha kişisel bir konumdadır ve bu sebeple de onları bir hikâyede bir araya getirmemiz bizim için oldukça ilgi çekici bir konudur.

Bir sonraki projenizin de Yunanistan’da geçeceğinden ve göçmenleri konu alacağından bahsetmiştiniz daha önce. Bu projenizle ilgili daha detaylı bilgi verebilir misiniz?

Tabii ki. O da tutkulu bir hikâye olacak ancak bununla sınırlı kalmayacak. Bu kez bağlantı Ortadoğu ve Avrupa arasında olacak ya da Avrupalı ve yabancı olmanın ne demek olduğuyla ilgili olacak. Çünkü bu bölgeler; Suriye, Türkiye, Yunanistan ve hatta İran birbirine çok yakın bölgeler. Kültür olarak, coğrafik olarak birbirimize çok yakınız. Ancak bu kapkalın sınırlar her şeyin çok uzakta olduğunu düşünmemize neden oluyor.

Suriye’de savaş var ve bunun çok uzakta olduğunu sanıyoruz. Aslında kapı komşumuz. Neredeyse yanıbaşımızda yaşanıyor her şey. Dünyanın son beş yıldır düşündüğü şey bu ve şimdi bakın geldiğimiz noktaya. Bunu görmemiz gerekiyordu. Aynı şey Yunanistan’daki eknomik kriz için de yaşanıyor. Benim için bu, tüm Avrupa’yı ilgilendiren global bir sorun. Fakat politikacılar bunu tek bir ülkeyle sınırlandırmak istiyorlar. Benim de bir sonraki filmimde göstermeye çalışacağım şey tüm bu sorunların birbiriyle olan bağlantısı. Ana karakterlerimden biri kimseyi öldürmek ve orada kalıp savaşmak istemediği için Suriye’den savaştan kaçmış Suriyeli bir isyancı. Diğer karakterim ise Yunanistan’da kendi kişisel problemleriyle baş etmeye çalışan polis bir kadın. İkisi de kendi hayat mücadelesini veriyor. İkisi de farklı savaşlarda, kendi yöntemleriyle bu savaşın içerisinde hayatta kalmaya çalışıyor. Bunu göstermek istiyorum. Farklı coğrafyalarda yaşıyor olmamız, yaşam koşullarımızın farklı olması mücadelelerimizin benzer olmayacağı anlamına gelmiyor. Farklı mücadeleler ama çok da yakınlar.

red-rose (7)

Cidden şahane. Merakla bekliyor ve izlemek için sabırsızlanıyorum.

Ayrıca Türkiye bu iki ülke arasında kalan bir bölge olduğu için filmin bir kısmını da Türkiye’de çekeceğim.

Ahh! Ne güzel, bu yaz başlıyorsunuz o halde?

(Gülüşmeler!) Ne yazık ki daha çok var, şu anda senaryoyu yazıyorum.

Bekliyoruz o halde. Filmlerinizin farklı şehirlerde geçmesi tamamıyla sizin seçiminiz mi yoksa büyük pay İran’ın kısıtlayıcı politikalarında mı?

Belki şununla bağlantılıdır. Kariyerimde ve hayatımda belli bir yere ulaştığımı düşünüyorum. Birkaç film yaptım ve Hindistan’da da film çektim, Yunanistan’da da film çektim. Ancak neredeyse çoğu zaman İranlı olmayan hikâyeler esasen İran ile ilişkilendirildi ve sanırım bu kez hayatımın bu kısmında gözlerimi tüm dünyaya açıyorum. Belli bir ülkenin vatandaşı olmaktansa daha küresel vatandaş olduğumuzu düşünüyorum. Bu yüzden ille de İran’la ilişkili olmayan bir film yapmak istiyorum gerçekten. Ve tabii ki Red Rose’dan dolayı İran’a geri dönemem. Gerçek işte tam da bunların birleşiminden oluşuyor. Ama nedeni tamamen politik de değil. Bu bir seçim. Bu kişisel bir seçim.

Bir film çekmek için yolda olmak size neler hissettiriyor?

Bilirsiniz filmi İran’da bile çekiyor olsam bu bir tür spor gibi. Yoğun bir spor. Fiziksel olarak hazır olmalısınız, zihinsel olarak hazır olmalısınız. Bu bir nevi zihinsel hazırlık olarak düşünülebilir. Yola çıkarsınız. İlk görüntülere sahipsinizdir. Lokasyon aramaya başlarsınız ve sonra oyuncular, oyuncu kadrosu… Sonra ise yavaş yavaş hazır hissedersiniz. Tıpkı bir maraton insanı gibi. Gerçekten moda girersiniz ve bir anda filmle ilgili her şey biter. Sonra şöyle düşünürsünüz: “Bunu nasıl yaptım? Bu nasıl mümkün oldu?” Çok yoğun. Çünkü çok çalışıyorsunuz, bilemiyorum günde belki 20 saat çalışmanız gerekiyor. Ciddi manada yoğun bir çalışma gerekiyor. Özellikle benim yaptığım bu gibi filmler küçük bir deniz yolculuğu gibi. Dış mekândalar. Çok fazla macera dolu. Bu yüzden fit olmanız gerekiyor. Buna gerçekten ilgili olmanız gerekiyor. Bu, tıpkı tutkulu bir şekilde âşık olmak gibi bir şey!

 

Share Button