Yerelden Yerel Seçime, Adaletten Barışa
İlknur Üstün
Yerel seçimler geldi dayandı kapıya. Ne adayların tümü belli, ne yerele dair ne yapılacağı. Kadınların, ayrımcılığa uğrayanların, kenarda dışarda kalmışların ise lafı bile edilmiyor. Üstelik hak, hukuk, eşitlik özgürlük yolundaki bazı çevrelerde bu konuda konuşmak biraz yersiz karşılanıyor; “memleketin içinde bulunduğu şu siyasi ortamda, yerele gelene kadar…” Bu sert siyasi iklimin yerel ile ve yerelde yaşayanla ilişkisini kurmaya, daha yakından bakmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Demokrasiden, eşitlik, özgürlük, adalet ve barıştan söz ettiğimizde çoklukla yüksek siyasetin koridorlarında geziniriz. Elbette! Ancak barış, adaletle, eşitlikle, özgürlükle alakalıdır, başka bir dünya hayalini, başka bir yaşam kurmayı anlatır. Dolayısıyla yaşadığımız yerlere, oradaki yapıp etmelerimize bakmayı gerektirir. Çünkü gündelik hayatımız yaşadığımız yerlerde kurulur, oradaki bütün yapıp etmelerimiz de hayatın bütününü kurar.
Öyleyse barıştan, adaletten, eşitlik ve özgürlükten, bunların inşasından söz etmek, yaşadığımız yerlere, gündelik hayata bakmak demektir. Günlük hayata, yaşanan yere biraz yakından bakınca da doğallaşmış, normalleşmiş, gündelik yaşama sızmış birçok dışlama mekanizması görürüz. Bu denli çeşitli ve farklı yüzleri olan şiddet ve ayrımcılık biçimlerinin varlığında adaletten, eşitlik ve özgürlükten söz edilemez.
Şiddet ve ayrımcılık yerelde mekânların düzenlenmesinden şehir planlamasına, belediye meclislerinin oluşturulmasına, yerel siyasetin ilişkilenme biçimlerine sirayet eden dışlama mekanizmalarıyla daimileşir. Çoğu kez alışılmış, kanıksanmış ve önemsiz görünen mekanizmalar ile kimlerin, nerede, nasıl yaşadığını dikkate almayarak, görmeyerek, bilmeyerek ya da bile isteye yok sayarak, hatta yok etmeye çalışarak hayatımıza müdahale eder.
Nasıl olduğuna yakından bakalım
Hepimiz biliyoruz ki kadınlar ve erkekler hayatı aynı yerde aynı biçimde yaşamazlar. Aynı evde, mahallede, köyde, şehirde birbirinden farklı koşullar içindedirler. Deneyimleri, sorunları, ihtiyaçları, beklentileri farklıdır. Bu nedenle yerel politika ve uygulamalardan farklı etkilenirler. Sokağın çöpü, çamuru, karanlığı, kreşin, semt pazarının, sığınmaevinin varlığı/yokluğu, aşiretin baskısı da yoksulluk, savaş da kadınları ve erkekleri farklı etkiler. Çamur kadın için daha çok yıkanacak ayakkabı, pantolon paçası, sürekli yer paspaslamak, iş yükü demek iken, erkek için daha çok iş yerine, şehrin merkezine çamurlu ayakkabılarla gitmenin utancı anlamına gelebiliyor (1).
Karanlık sokaklar, kadınların güvenliği için daha büyük bir tehdit oluşturup yaşam alanının daralması anlamına gelebilir. İzmir, Antalya gibi büyük sahil kentlerinde denizi, Ankara’da şehrin merkezini görmemiş pek çok kadın yaşıyor. Sorduğunuzda adını yoksulluk koymuşlar. Yoksulluğun kenti kullanma hakkını elinden aldığı kadınlarla aynı evde yaşayan erkekler, cebindeki üç kuruşla otobüse binip şehrin değişik yerlerine gidebilirler. Aynı hane içinde paranın tasarruf şekli dahi yoksulluğun düzeyini ve paylaşılmasını farklılaştırır. Bu nedenle belediye yöneticilerinin “halka, herkese hizmet” olarak sunduğu şeyler söylendiği gibi “herkese” yönelik olmaz. Mahalleye halı saha açarsa mahallenin genç erkeklerine, kreş açarsa çocuk bakımından vazifeli personel kılınmış kadınlara hizmet sunmuş olur öncelikle.
Kadınlar da aynı biçimde yaşamazlar, birbirlerinden farklıdırlar
Dini, dili, etnik kimliği, cinsel kimliği farklı, genç, yaşlı, engelli, yoksul, çocuklu, yalnız kadınların farklı sorunları ve farklı ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, tek tip kadınlık algısı ya da yaklaşımı –orta sınıf beyaz eğitimli, Türk, Müslüman, yoksul, eğitimsiz Doğulu, gecekondulu ile yapılan şeyler “bütün kadınlar için” olamayacaktır (2). Bu farklılıkları görmeyen politika ve uygulamalar sadece eksik değil, sorunludur. Şiddet ve ayrımcılığı yeniden ve başka biçimlerde üretmekle kalmaz, kadının insan hakları ihlallerinin yaygın ve sistematik hale gelmesine yol açar. Nitekim memleket bunun örnekleriyle dolu.
Denizli’nin göç alan dış mahallelerinden birinde çeşitli kurum ve örgütlerin işbirliği ile kadınlara meme kanseri konusunda konferans verilir. Mahallede bir bina ayarlanır, kapı kapı dolaşıp el ilanları dağıtılır, mahalleye giden dolmuşların arkasına duyuru afişleri asılır, üniversiteden bir hoca getirilir, salon tıklım tıklım dolar ve hoca çok aydınlatıcı, şahane bir sunum yapar. Her şey bittiğinde öğrenilir ki salondaki kadınların çoğu Türkçe bilmemektedir. Mahallede Kürt kadınların olduğu ve bazılarının sadece Kürtçe bildiği hiç hesaba katılmamıştır.
Kamu binalarında, belediyenin hizmetlerinde engelli kadınları görmek neredeyse imkânsızdır. Karga tulumba taşınarak bir yerleri aşabilen erkek engellilerden de farklı olarak “herkese” açık etkinliklerin yasaklıları gibidirler. Seçim izlemesi yapılan birçok şehirde aynı manzaralar ile karşılaşırsınız: evinden çıkamayan, oy kullanamadan dönen engelli kadınlar. Ortak toplumsal fırsatlardan yararlanmak için kadınlar birçok engeli aşmak zorundadır. Çeşitli yerlerde örgütlenmiş engelli kadınlar bir araya gelip hem tanışıp hem tartışacakları bir kamp yapmak istediklerinde engellilere uygun odaları olan bir otel bulmaları zulüm olmuştu. Belediyeler engellilere uygun düzenleme yapma zorunluluğu için tanınan süreye rağmen bir şey yapmamakta, merkezi siyaset de bunu desteklercesine süreyi uzattıkça uzatmaktadır. Sonuç olarak engelli kadınlar ihmali katlayarak yaşarlar.
Trans bireyler ise bütün bu farklılıklar içinde görülmemenin, yok sayılmanın ötesinde erk sahibinin kendine uymayanı, uyduramadığını dışlamasının hatta yok etmesinin örnekleri gibiler. Daha çok, geçmişte Ülker sokak örneğinde, Ankara Eryaman’da olduğu gibi, ülkenin çeşitli şehirlerinden gelen saldırı, cinayet haberleri ile görünüyorlar.
Dolayısıyla “herkes”, “insanlar”, “halk” gibi bir belirsizliğin içinde kimlerin olduğunu, nasıl yaşadıklarını, nelerden nasıl etkilendiklerini bilmek, buna göre hareket etmek gerekir ki gerçekten “herkes” içerilebilsin. Atılan her adımın kimler için nasıl sonuçlar yarattığına bakarak, her farklılığı hesaba katarak… Tabii sorunlar ve ihtiyaçlar farklılaşınca çözümler de farklılaşmak zorundadır. Bugün ülkede giderek keskinleşen kamplaşmanın, sert politik gündemin tüm bunları dışlayan yaklaşımdan bağımsız olmadığına aşağıda değineceğim.
Bir deniz şehri olan Samsun’da deniz sanki şehirden uzaklaştırılmıştır. Karşıdan karşıya geçmenin son derece zor olduğu büyük caddelerle kesilmiş, daraltılmış insan mekânlarının arkasında kalır. Sahilde uzun yürüyüşler yapmak, istediğin yerden şehrin içine doğru ilerleyebileceğin geçişler bulmak zordur. Sanki şehir arabalara göre düzenlenmiştir. Sorunca da “herkesin arabası var” derler zaten. Öte yandan belediye, ürünlerini satıp para kazansınlar diye bir pazar yeri yapmış kadınlara. Ama pazara ancak üç araç değiştirerek ulaşılabiliyor olması zaten yoksullukla baş etmeye çalışan kadınların gitmelerini engellemeye yetmiş. Belli ki arabaları yok! Otobüse verecek paraları da… Belediyenin ise bunu görecek gözü yok!
Trabzon’da durum farklı değildir. Şehri denizden ayıran otobanın bir kadın sorunu olduğunu görmek için kadınların kullanabildikleri kaç adet ortak kamusal mekân olduğunu bilmek gerekir. Birkaç mekândan biri sahilken, o da kadınların elinden alınmıştır. Çocuğunu, yaşlısını, engellisini alıp deniz kenarına inen, çekirdek çitleyip iki laflayıp evine dönen kadınları daha aza, daha dara mahkûm etmiş şehrin yeni düzeni. Sahildeki balıkçı barınakları erkekleri ağırlamaya devam ediyor. Kadın örgütleri uğraşadursun, ne valilik ne belediyenin derdi kadınların sokakları kullanması…
Kadınlar için yapılan her şey kadınların hayrına olmadığı gibi cinsiyet eşitliğine de hizmet etmiyor
Kadınlar deyince el işi, ev işi kurslarından öteye geçmeyen, eşitlik değil de sadece ‘eş’ anlayan yerel yönetim örneği, yaygın olan. Nitekim memleket kadınlara istihdam hayalli beceri kursları çöplüğüne dönmüş durumdadır. Bu beceriler, geleneksel kadınlık rollerinin devamına hizmet ettiği gibi, genellikle paraya dönüşebilecek piyasa olanaklarından da mahrum etme özelliğine sahiptir. Bunun aksini yapabilmek mümkünken ve böylece eşitlik hedefine adım atmayı sağlayabilecekken üstelik. Şükür ki memlekette az sayıda da olsa en azından örnek olabilecek farklı uygulamalar da var. Bağlar belediyesinin 120 kadına ehliyet kursu verip belediyede otobüs şoförü olarak istihdam etmesi tam da bu yapabilirliğin örneği. Cinsiyet rollerini dönüştürecek, bir alanı yalnızca erkeklerin olmaktan çıkaracak bu uygulamayı engellemek için ellerinden geleni yapan erkeklere rağmen.
Diyarbakır Bağlar’da belediyenin, pazar yerini kadın pazarcılara tahsil etmesi, birbirinden farklı kadınların bir arada çalışmasına olanak sağlaması ise sadece cinsiyet eşitliğine hizmet etmekle sınırlı kalmıyor. Ya da BDP belediyelerinin bazılarında belediye başkanlarının sekreterlerini erkek, belediye birimlerinin müdürünü kadın yapmaları gibi (3).
Kadınlar adına, kadınları dâhil etmeden ama “kadınlar için” yapılanlar ise kadınların hayatlarına dokunan, dönüştüren sonuçlar yaratmadığı gibi eşitlik, özgürlük, umudu da taşımıyor. Bu nedenle, ne yapıldığı kadar hangi yöntemlerle, nasıl, kimlerle birlikte yapıldığı da önemlidir.
Bir zamanlar Antalya’da kadın örgütlerinin uzun mücadeleleri sonucu sığınmaevi açılması sağlanmış, ancak açılış yerel idarenin kendi bildiği gibi, üzerine tabela asılıp davul zurnayla yapılınca kadınlar şaşırıp kalmıştı. Gizlilik ilkesini anlatıp, sığınmaevinin yerini değiştirtmek için de bir o kadar mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Yerel idarenin kadın örgütlerini dışarda bırakan, tabela yapılarla vitrin oluşturma ya da ‘mış’ gibi yapma gayretlerinin bedelini kadınlar hayatlarıyla ödüyorlar.
Devletin 14 ilde kurduğu Şiddet Önleme ve İzleme Merkezinin Urfa’da kadınların gitmesinin pek de mümkün olmadığı sanayi bölgesinde, yine Ankara’da benzer biçimde ulaşımın pek de kolay olmadığı, erkeklerin iş alanı bir bölgede açılması kadınları, koşullarını, yerin niteliğini ne kadar bilip hesaba kattıkları ve yaptıkları işle ilişkilendirdiklerine dair önemli bir gösterge (4). Önlemek istedikleri şiddet mi, kadınların bu merkezlere gitmeleri mi?
Kadınlar söz konusu olunca “kaynak yokluğu”, hep bir engeldir. Oysa cinsiyet eşitliği yaklaşımı bütçeden, kaynakların dağılımından başlar (5)
Cinsiyet eşitliği, sadece kadınlara yönelik ‘alt başlık’ oluşturmak değildir. Hizmetten de ibaret değildir. Yerel yönetimin tüm politika ve uygulamalarını cinsiyet eşitliği perspektifinden ele almak, hayata geçirmek, bütçeyi buna göre oluşturmak, kaynakları buna göre dağıtmaktır. Bir yanıyla toplumsal cinsiyet eşitliğinin bir kategoriye indirgenmesinden kurtarmaktır.
Kaynak da paradan ibaret değildir. Üstelik yapmak isteyince çok “basit” uygulamalar önemli dönüşümler sağlar ve mali kaynaktan çok, hesaba katan yaklaşımı gerektirir. Kanada’da belli bir saatten sonra kadınların iki durak arasında evlerine yakın yerlerde inmelerini sağlayan düzenleme kadınların güvenliğini sağladığı gibi evin dışında kullandıkları zaman dilimini de genişletmiştir. İngiltere’de kadına yönelik şiddetin kent güvenliği kapsamına alınması da kaynaklara değil, cinsiyet eşitliği politikalarının varlığına işaret eder.
Bu anlamda Küçük Dikili Belediyesi eski başkanı Leyla Güven’in, belediyenin personel sözleşmesine kadına yönelik şiddet uygulayan personele yaptırım getiren uygulaması önemli örneklerdendir. Sonrasında birçok belediyeye yaygınlaştırılmıştır.
Niyet ve irade olunca yapılabileceklerin sınırı da bir hayli genişliyor. Dersim Belediyesi eski başkanı Songül Erol Abdil belediyede, kadına yönelik şiddet konusunda tespit yapması ve başvuru alması için psikolog ve sosyologları görevlendirir. Ancak evlere kadar gittikleri halde elleri boş dönerler. Bu yolla evden birinin şikâyetinin öğrenileceği kaygısının kadınları konuşmaktan alıkoyduğunu öğrenen belediye, elektrik sayaçlarını okuyan görevlileri kadın memurlardan seçer. Başvurular artar. Kimse elektrik sayacı okuyan belediye görevlilerine evdeki şiddetin anlatıldığını bilmez.
“Niye, bedava değil?”
Batman’da Salı günleri kadınlara otobüs de sinema da ücretsiz. Kadın intiharlarıyla aklımıza kazınan kentin sokakları Salı günleri kadınlardan geçilmiyor. İşini, gücünü, hastanesini, gezmesini Salı gününe programlamış kadınlar. Her Salı sabah örgüsüyle binip en arka koltuğa yerleşen, bir yandan örgüsünü örerken diğer yandan bütün gün otobüsle şehri dolaşan teyzenin “sen inmeyecek misin, teyze?” diyen şoföre yanıtı yukarıdaki gibidir. Bir uygulama sadece kadınların kenti kullanma hakkını hayata geçirip kadınların hayatını etkilemez, kentin hayatını da etkiler, değiştirir.
İstanbul’da, Ankara’da, Mersin’de kadınlar, kentsel dönüşüm projelerinin “kendileri için en iyi koşullarda yaşam” anlatılarıyla sürüldükleri kent dışındaki apartmanlardan, harcanacak paranın, zamanın yokluğuyla mahkûm edildikleri hapishaneler olarak söz ediyorlar. İşlerinden, uğraşlarından, yıllarca dişleriyle tırnaklarıyla açtıkları yaşam alanlarından koparılmanın öfkesini taşıyorlar. Çocuğunu bırakabilecek, hastasını emanet edebilecek dayanışma ağlarından da mahrum kalmanın çaresizliğiyle. Deprem sonrası Van’da yapılan toplu konutlara yerleştirilen ailelerde kadınların benzer hikâyelerini oradaki kadın örgütlerinden duyuyoruz. Bakalım Diyarbakır
Sur’da kentsel dönüşüm nasıl yaşanacak, kadınlar nasıl etkilenecek?
Sorunlar ve ihtiyaçlar hep aynı kalmaz, zamanla değişir, farklılaşır
Politika ve uygulamalar da buna göre olmak zorundadır. Bir zamanlar çok ihtiyaç duydukları ve bu nedenle bazı belediyelerin açtığı çamaşırhaneler ve tandır evlerinin yerine şimdi çok amaçlı kadın merkezleri, sinema salonları istiyor kadınlar. Bismil’de gidebilecekleri, eğitim alabilecekleri, film izleyebilecekleri bir yer isteyince, belediye de dört katlı bir bina yapmaya başlamış bunun için kadınlara.
Yaşadığımız yerlere bakmak, aynı zamanda kategori dışında kalanları görmek demektir
Kategorilerin, içermediğini görünmez kılan gücünü kırmak, kategoriler üzerinden baktığımız hayata dışarda bıraktıklarımızla bakmaktır. Nevşehir’de çalışma yürütene kadar orada en büyük kadın sorununun depresyon olduğunu bilmiyorduk. Turizmin gelişmesi, yabancıların akınıyla şehirde ekonomi canlanıp kentte yaşayan bir kesimin yaşam alanını genişletip kalkındırmış. Ancak kadınları dışlayıp evlerine kapatmış, yaşam alanlarını daraltmış. Şehrin merkezi dışındaki bu yerleşim yerlerindeki kadınlar katmerleşmiş sorunlarıyla boğuşmaya devam ediyor. Meselenin tek ilgilisi kadın örgütleri.
Ezberler ile konuşamayız. Karadeniz’de karanlık sokakların kadınların güvenliğini tehdit ettiği söylerseniz ihtimal ki size müstehzi bir gülümsemeyle sabahın kör karanlığında beli silahlı bağa bahçeye inen kadınları anlatırlar. Ancak resmin bir diğer yüzü de vardır: Sarp sınır kapısının açılıp kapanmasıyla azalıp artan ensest… Ezberler, şiddet ve ayrımcılığın yere göre değişen, belirlenen çeşitliğine körleştireceği gibi görünmez kılınanların hayatlarını gözden çıkarmaya yol açar.
Birkaç yıl önce Urfa’da erkeklerin parayla aldıkları, kuma getirdikleri Suriyeli kadınların giderek artması, kadınlar ve kadın örgütlerinden başka kimsenin derdi olmamıştı. Bir süre sonra erkeklerin bitirdiği bazı ilişkiler sonucu ülkesine, evine dönemeyen, resmi hiçbir bağı olmadığı için bu ülkede bir statü de edinemeyen kadınlar, çok boyutlu sorunun çaresizleri oldu, insan hakları örgütlerinin de dikkatini çektiler. Şimdilerde çeşitli şehirlerde artan Suriyeli nüfusla ilgili her şey konuşuluyor, ama son günlerde küçük yaştaki Suriyeli kız çocukların fuhuşta kullanıldığına dair haberler karşında ne yapılabileceğini yereldeki kadın örgütleri konuşuyor. Batman’da yargıya taşınan vaka gizlilik ibaresi taşıyor.
Tanımlanmış, belirlenmiş alanlara sıkışarak çözümler üretmeye kalkmanın, sorunu, sorunun sahiplerini de görmeyi engellediğini söylemiştik. Buna bir de, “kim için, neyin, nasıl olması gerektiğini, en doğrusunu biz biliriz” yaklaşımı eklendiğinde artık sadece çözümsüzlük değil, şiddet ve ayrımcılığın yeniden üretimi söz konusu oluyor.
Göçle gelen kadınların yoksulluğunu çözmek için yürütülen beceri kursları, istihdam projelerinden geçilmiyor yerel yönetimlerde. Ama birçok dışlama mekanizmasıyla birlikte işleyen yoksulluğun çözümü için gereken içerme politikalarını görmek mümkün değil. Geldikleri yerin yabancısı, birkaç metre kareye mahkûm edilmiş kadınları oralı yapacak bir çalışma da. Hal böyle olunca bütün çabalar sonuçsuz kalıyor. Adana’da bir dönem “kirli göç”e karşı yürütülen, “adabı muaşeret projesi” ise bu içerme politikalarına uzaklığın ifadesi.
Yine kent merkezine gelemediği için kendisine gidilen, eğitilmesi ve aydınlatılması gerektiğine inanılan kentin çeperlerine kurulmuş mahallelerdeki kadınlar için düzenlenen kurslar da en sık karşılaşılan çalışmalardan. Ne istedikleri sorulmayan, niye kent merkezine gelemedikleri sorgulanmayan, kendileri için bile doğru karar verebileceklerine hiç güvenilmeyen bu kadınlarla kurulan tek taraflı ilişki bir yanıyla gücü elinde tutanın yönettiği ‘demokrasi’ anlayışının birçok örneğinden biri. Böylelikle bu kadınların kent merkezine gelmesini engelleyen ulaşım sorunu da bu kurslarla kadınların hayatlarını ne kadar ilişkilendirdiği de gerçekte neye ihtiyaç duydukları da göz ardı edilir.
Belli ki meselelere farklı perspektiflerden çok boyutlu bakmak gerekiyor. Bu da meselenin sahiplerini sürece dâhil etmekle, katmakla mümkün. Merkez/siyasi otorite, biçtiği elbiseyi uysa da uymasa da giydirmeye çalışırken “belli bir yurttaşa” yönelir (6). Katmak derken de, politika oluşturma, karar verme, uygulama, denetleme süreçlerinin hepsinde yer almaktan söz ediyoruz. Örneğin bazı yerel yöneticilerin kadın örgütlerinin katılımını sağlamaktan anladıkları gibi değil: “Ne zaman araba isteseler verdik, yer isteseler gösterdik.” Katılım, talep eden edilen ilişkisi değildir. Ya da merkezi siyasetin çokça yaptığı, yerel kamu idaresinin de kopyaladığı gibi yapılmış işin duyurulması için toplantı yapıp kadın örgütlerini davet ederek icabetçi kılmak değil. Belli bir yerde ve alanda temsil edilmek de değil.
İzmir’de belediye, düzenlediği etkinliğe “otobüs yolladığı halde” gelmeyen kadınlara çok öfkelendi. Kimisinin evde, kimisinin okuldan gelecek çocukları bırakacak yerleri olmadığı için etkinliğe katılamayan kadınlar ise daha da öfkeliydi belediyeye. Ne kreş, ne etüd merkezi, ne de etkinliklerde kadınların çocukları için özel bir düzenleme var. Sadece otobüs yetmiyor. Gerçek muhataplık ilişkisi kurulmaması, onlar ‘adına’ eylenenleri de geçersizleştiriyor.
Nilüfer Belediyesinin mahalleli ile yürüttüğü çalışmalar sonucu oluşturduğu mahalle komiteleri katılımcı belediyeciliğin iyi örneklerinden. Belediyenin politika ve uygulamalarında, %50 kadın kotası olan bu komiteleri ve yürütmesini görebiliyoruz. Tek bir örnekle sınırlı kalmayan uygulamaların tarihi de yeni değil. Bursa Gölyazı Köyü de bir başka örnek. Bir zamanlar kerevit ihraç ederek geçinen ve yaşam standardı hiç de fena olmayan köy halkı, bölgeye yapılan fabrikanın etkisiyle mi bilinmez, gölün kirlenmesi ile kerevitten de geçim kaynağından da olmuş. Giderek yoksullaşan köyün ilk isyancıları kadınlar. Birilerine göre belediyeyi ‘basmışlar’, birilerine göre ziyaret etmişler. Uzatmayalım, çok eski olmayan o zamanlarda erkekler mekân edindiği için kadınların geçmekten bile imtina ettikleri köy meydanındaki belediye binasında şimdi Gölyazı Köyü kadınları örgütlü mücadelelerini kurdukları dernek ile sürdürüyor. Belediye ile yapılan işbirliği ile cennet parçası köylerinde turizm yapmaya çalışıyorlar.
Batman’da demokratik katılımcı belediyecilik çabası, belediyedeki kadınların çalışmaları sonucu oluşan sokak temsilciliklerinden, köylere uzanan yollar açmış. Şikefta Köyü kadınlarının kendi aralarında seçtikleri bir temsilcinin bugün belediye meclisindeki varlığı bu çabaların sonucu. En küçük yerleşim, yaşam birimlerini hesaba katmanın da bir başka örneği.
Bir dönem Adana’da 12 mahallede oluşturulan mahalle komitelerinin yarattığı güçle belediyeye müdahaleleri katılmak istemenin, kendi hayatına sahip çıkma, belirleme isteğinin somut sonuçlarından. Katılımın da…
Kadın meclisleri, stratejik planların birlikte yazılması ve bunun gibi birçok yöntemle katılım kanallarını oluşturma çabasında olan yerel yönetim örneğinden söz etmek mümkün. Umut veren, olabilirliği gösteren de bu örneklerin varlığı. Ancak sınırlı sayıda örnek ya da politik olarak içerlenmemiş, bütünlüklü olmayan uygulamalar adaletin tesisinde zayıf bir ışık olarak kalmaya mahkûm oluyor. Dolayısıyla “katılımcı yerel yönetimiz” demek yetmez. Mekanizmalarını kurmak, “herkes” içindeki farklılıkları görmek, kaynaklarını buna göre dağıtmak, kadrolarını buna göre oluşturmak yani bütün politika ve uygulamalarını toplumsal cinsiyet eşitliği açısından ele almak, düzenlemek gerekir. Örneğin eşcinselleri dışarda bırakmak “sadece” eşcinselleri dışlamak değildir, adaleti dışlamaktır.
Yerelle, genel/makro/yüksek siyaset arasında ilişkinin kurul(a)maması mevcut politikaların hayatımızdan uzaklığının da bir göstergesi. Yereli konu edinmek için yapılan toplantı, konferans, panellerde bile yerele dair bir çift laf duyulamıyor neredeyse. Geçtik onu, yerel seçimler olacak ama daha yerel bir şey göremedik. Bu arada unutulmamalı ki yerel olmak yerele hapsedilmiş bir şey olmak değildir. Yerel anlamıyla, örneği ile sınırlarını aşar ve paylaşılabilir. Tekrar etmekte beis görmediğim bir örnek, bir dönem Mardin Mazıdağı ile İzmir Seyrek’in kadın belediye başkanlarının Seyrek ve Mazıdağı halkını Mazıdağı’nda buluşturup bir annenin asker oğlunu ziyaret etmeleridir. Bu buluşmanın yarattığı etkiyi, toplumsal barışın adımlarını oluşturan hakiki dokunmalarda görmek gerek.
Kadınlara Karşı Savaş Sürerken, Barış Mümkün mü?
En başta dediğimiz gibi, cinsiyet eşitlikçi bir yerel yönetim, barışın toplumsallaşmasının da koşuludur. Bir süredir silahlı çatışmaların olmaması, cenazelerin gelmemesi hepimize derin bir nefes aldırdı. Fakat kadın cenazelerini kaldırmaya devam ediyoruz. Barış, sadece tarafların müzakeresi, ittifakı değil, şiddetin durmasıdır. Şiddetin durmadığı barış, kadınların barışı olamaz. Daha azına razı olunamaz. Yukarda yok saymanın, görmezden gelmenin, hesaba katmamanın, ‘mış’ gibi yapmanın, kendine uydurmanın gündelik hayat örneklerinden küçük bir kesitine bile bakarak sormak lazım: kadınlarla barışmadan, gerçek bir barıştan söz edilebilir mi? Adalet sağlanmadan, bu mümkün mü?
Ülkenin büyük fotoğrafında çok büyük başlıklar altında, cinsiyet eşitliği istatistiklerinde yer alan kadınların eğitimde, sağlıkta, istihdamda, siyasetteki çok düşük, uğradıkları şiddette çok büyük, her geçen gün artan cinayetlerde korkunç oranlarının yaşadığımız yer ve gündelik hayatla kurulan ilişkisi, sayılara indirgenen kadın hayatlarını ve koşullarını da tek tek görmeyi, temellerinde yatan güç ilişkilerini göstermeyi kolaylaştırıyor. Yani toplumsal ilişkiler içinde kurulan kadınlık ve erkekliğin aynı zamanda nasıl iktidar ilişkileri olduğunu gözler önüne seriyor. Çözüm yollarına, mücadele alanlarına açıklık getiriyor. Ama hala “yasada engel mi var, çalışsınlar, siyasete de girsinler” diyenleri bir nebze olsun susturmuyor. Eşitlik ve özgürlük talebi, ‘yasa’nın çizdiği sınırlarla karşılanmaz. Bazen yasayla karşı karşıya da kalır. İşte o zaman sınırları ihlal etmeyi gerektirir. Evet, hayatın organizasyonunda dışarda bırakılan kadınların toplumsal ve siyasal hayata katılmalarının önünde engeller var. Yani yasada da sokakta da engel var!
Yerelle merkez arasındaki ilişki, güç odaklarının paylaşım ve gücün sürdürülmesine dayanan bağ olduğunda hayatı biçimleyen, yaşanan yeri düzenleyenin demokratik unsurlar olması da beklenemez. Ülkenin politik gündemini kaplayan yolsuzluk haberleri, her gün her gün rant paylaşımının, suç ortaklıklarının, güç savaşlarının belgelerini boca ediyor üstümüze. Başbakandan bakanlara, valilerden savcılara, yerel yöneticilerden emniyet amirlerine… içinde yok, yok. Güç sahibi erkeklerin paylaşım ittifakı tablosu. Bu tablo, bunun yerel güç dinamiklerinden bağımsız olmadığını da gösteriyor. Valiyle belediye başkanı, işadamıyla, savcının, emniyet amiri ile bir diğerinin ilişkisine de yön veren paylaşımlar, suç ortaklıkları. Biz bu güç ittifakını, sonuçlarını, güçten yoksun olanların, mülksüzlerin, kadınların hayatından biliyoruz; kentsel dönüşüm projelerinden nemalananlar tarafından sadece şehrin değil hayatın dışına atılmalar, bütün kentlere pıtrak gibi dikilen AVM fırsatçıları tarafından yok edilen parklardan yoksun bırakılmalar (7)… Kadınlara, kız çocuklarına toplu tecavüz davalarında esnaf, alt düzey üst düzey memur, asker, polis, yerel yönetici, işadamı tecavüzcü, onları beraat ettiren hakim, savcı, psikolojik hasar bulmayan adli tıpçı arasındaki ittifak, bu tablonun dışında sayılabilir mi? Kız öğrencileri taciz ettiği için yapılan tüm şikayetlere rağmen yerinden oynatılmayan parti MYK üyesi bu ittifakın parçası değil midir? Şiddet nedeniyle devletin çeşitli kurumlarına sığınan kadını, her seferinde şehrin ileri gelenlerinden olan kocasına teslim eden valiliği, jandarması, emniyeti, adliyesi bu ittifakın parçası değil mi?
Bu durumda gücün sahipleri kentin de sahipleri oluyor. Yerelin yaşayanları ile kurulan ilişki de muhataplık değil, sahiplik ilişkisi. Kentin nasıl düzenleneceğini de kaynakların nasıl dağılacağını da belirlemek istiyorlar. Yerel yönetimlerin açmadığı sığınmaevleri, kurmadığı danışma merkezleri, kadınları eve mahkûm eden kent düzenlemeleri güç ittifaklarının ortaklıklarının dışında değil. Siyasi partilerin il teşkilatlarının yönetimlerinde, ya da yerel yönetimlerde kadın görmemek boşuna değil. Kentle merkez arasında döşenen yollarda kadınlar yok, olsun da istemiyorlar.
Aynı yerde farklı hayatlar yaşadıkları halde, yerin de hayatın da biçimlenmesinde söz sahibi olmayan kadınlar, ne temsil ediliyorlar, ne katılabiliyorlar. 2950 belediye başkanından yalnızca 28’i (8) kadın. 83 yılda 30000 belediye başkanı seçilmiş yalnızca 82’si kadın (9). Belediye meclislerinde kadın oranı yüzde dördü bulmuyor. Sonuç olarak kadınların gündelik hayatı siyasetin konusu da olmuyor. Bunun kadınların hayatına yansımalarını yukardaki örneklerde görmüştük.
Partilerin Kadın Karneleri
Seçimlere 1 aylık bir zaman kaldı. Birçok açıdan yukardaki resmi değiştirecek bir şey var mı diye baktığımızda hiç iç açıcı bir manzarayla karşılaşmıyoruz. Siyasi partilerin söyleminde, genelgesinde, programında, aday listelerinde, aday gösterme yöntem ve süreçlerinde umut vadeden bir şey yok! Meclisteki partiler içinde BDP ve HDP’nin aday sayısı ve aday belirleme yöntemiyle ayrı bir yerde durduğunu söylemek gerekiyor.
Katılımdan, hayatın biçimlenmesinde söz sahibi olmaktan, farklılıkları gören kent düzenlemesinden, bunları dışlamanın adalet, eşitlik ve özgürlükten yoksunluk olduğundan söz ediyoruz da, seçime bir ay kalaya kadar yaşadığımız yerlerin yönetimine kimler aday öğrenemiyoruz. Adaylıklar parti yönetimleri tarafından rehin alındı (10). Bu, antidemokratik parti süreçlerinin kendi yapılanmalarıyla sınırlı olmayıp, halkın iradesine tahakküm etme halidir.
Allahtan aday olmak için başvurulabiliyor ve biz başvuru için partilerin hangi koşulları getirdiklerini öğrenebiliyoruz. Aday adayı başvurularında birbirinden farklılık gösterse de partilerin önceki seçimlere göre kadınlardan başvuru ücretini almama ya da %50 oranında uygulama yoluna gitmeleri kadın örgütlerinin bu konuyu yıllardır gündeme getirmelerinin etkisi olsa gerek. Ancak bu da türlü numaralarla çok geçerli kılınmadı. Kadınlardan başvuru ücreti alınmamasını kararlaştıran MHP’nin teşkilatlarında uygulama farklılaştı, bazıları aldı. CHP, kadınlardan alınmayacak ücretin reklamını her fırsatta yaptı, ama dosya parası, eğitim parası derken ‘adaylık parasız olmaz,’ demiş oldu (11).
BDP ve HDP adaylık başvurusunda kadınlardan para almadı. Buna yer verdiği seçim genelgesinde HDP, eşbaşkanlık (12) ve %50 kota uygulayacağını açıkladı. DTP de eşbaşkanlık ve %40 kota uygulayacağını, 23 yerde belediye başkanlığına kadın kotası koyduğunu, kadına yönelik suç işlemişlerin adaylık başvurusunun kabul edilmeyeceğini açıkladı. Merkezi aday belirleme komisyonunda kadınların yer alması, kadın adayların belirlenmesinde kadın örgütlenmesinin etkin ve belirleyici olması ise cinsiyet eşitliği politikaları açısından önemli bir örnek oluşturdu.
Aday belirleme süreci her zamanki gibi birçok siyasi partide anti demokratik bir biçimde gerçekleşti; genel başkan ve yakın çevresindeki kurmayların iki dudağı arasında. Parti meclisinde isim telaffuz etmek, yerellerden görüş almak, kadın kollarının aday belirleme komisyonlarında yer alma koşulu getirmek, eğilim yoklamaları, hatta ön seçim sonuçları bile yalan oldu, yapıldıysa da sonuca yansımadı (13). Anlaşılan o ki aslında dışarıya karşı bile değil, parti içindekilere “hesaba katılıyorsunuz” mesajıydı. Öyle olmadığı görüldü. Nitekim adaylar açıklanmaya başlayınca kızılca kıyametler koptu, istifalarla partilerden kopuldu. Parti içi demokrasinin yokluğu partiye böyle bedeller ödetebilir. Ancak memlekete maliyeti çok daha büyüktür; kendi demokratik olmayan partinin politikalarının, uygulamalarının eşitlik ve özgürlük vadetmesi mümkün müdür?
Şu ana kadar yapılan açıklamalarda belediye başkanlıklarında AKP’nin 1.394 adayından 18’i kadın (%1,29), CHP’nin 1.180 adayından 51’i kadın (%4,32), MHP’nin 1.394 adayından 36’sı kadın (%2,51), BDP’nin 242 yerde açıkladığı adayından 30’u resmi(%12,39), 168 eşbaşkan kadın (%81,81). HDP’nin 232 yerde açıkladığı adayından 50’si resmi(%21,55), 119 eşbaşkan kadın (%72,84).
AKP’nin kadınlar konusundaki yaklaşımının beklentileri epeydir eksilere çektiğini de tek adamcılığını da biliyoruz. Yerel seçimlerde sözü de yok, programı da kadın adayı da diyecek halimiz yok. Hatta, aman konuşmasınlar! Parti değil, bir Başbakan konuşuyor, o da konuşunca freni patlamış kamyon gibi iniyoruz.
CHP bu süreçte ne kadar erkek bir parti olduğunu bir kez daha gösterdi. Cinsiyet eşitliğine yönelik bir beklenti varsa hala, partinin böyle bir basirete sahip olduğunu gösteren hiçbir şey yok! Her zamanki gibi parti içinde küçük kazanımlar için bile büyük mücadele veren kadınların yetmeyen azminden başka. Kurultayda getirdikleri kota da yalan oldu. Kadın aday koymamaya ilişkin parti merkezinde “istenen niteliklerde kadın bulunmadığı” sözlerinin edildiğini duymak ise artık insanın kanını donduruyor. Uzun süre açıklanmayan adayların belli olmaya başlamasıyla birbirinin aleyhine çalışmaları, parti içi muhalefetle bile açıklanacak boyutları aşıyor (14).
Kadın Koalisyonu’nun seçime yönelik olarak yaptığı siyasi parti izlemesinden de öğrendiğimiz, diğer seçimlerden de farklı olarak bu seçimlerde partilerden bilgi edinmenin güçlüğüydü. Sanki bir tür gizli örgüt dokümanı gibi. Bunu bilginin paylaşımı, şeffaflıkla ilgili sorunların varlığı biçimde değerlendirmek kadar aslında partilerin de istenen bilgilere sahip olmadığı biçiminde yorumlamak mümkün.
Hal böyleyken partilerden gündelik hayata, yerele dair, yerel bir çift söz duymak da mümkün olmadı. Ulusal basın yayın araçlarından izlerken de yerel değil de sanki genel seçim olacak gibi. Nasıl bir yerel yönetim, belediyecilik vadediyor yerelin seçimine giderken, kim için, kimlerle, hangi yöntemleri kullanarak, nasıl kaynaklarla, neler yapmayı planlıyorlar hiç bilemedik. Bolca hangi “büyük” şehirlerin hangi “erkeklerle” alınacağının kavgalarını izledik. Alternatiflerini değil de havada uçuşan ehveni şer tutum alışları dinledik, okuduk. 17 Aralık’ta Pandoranın Kutusu açılıp da yolsuzluk kasetleri saçılınca ortaya siyasetin gündemini ‘bu doğrultuda değişen dengeler’ tartışması aldı. Bir özgürleşme aracı olması gereken politikanın alanını daha da daraltarak, güç, tahakküm, rant paylaşımıyla biraz daha özdeşleştirerek.
Seçimlerin hiç değişmeyen yüzü, partilerdeki kadınların harıl harıl yürüttüğü çalışmalar. Ülkenin neresine gitseniz mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev dolaşan partileri için seçmen örgütleyen kadınlar. Normal zamanlarda bütün gün sokakta kalamayan, seçim zamanında gece eve kendini yorgunluktan bitap düşmüş halde atan kadınlar. Televizyonlardan, meydanlardan “ey kadınlar, size güveniyorum, çalışın” diye seslenen, bu güvenin sınırlarının onları aday listelerine, belediye başkanlıklarına, meclislerine, parlamentoya taşıyacak bir nitelik taşımadığını bildikleri parti başkanlarına rağmen, çok çeşitli nedenlerle canhıraş çalışmaya devam ediyorlar. Görünen o ki mevcut siyaseti dönüştürmenin mücadelesi kadınların siyasette varlık gösterebilmelerinin de güvencesi olacak.
Tüm bunlar olup biterken insana umut veren ise kadınların, ülkenin her bir yerinde gerçekleştirdikleri örgütlenmeler. Yereli dikkate alan, yerelde örgütlenen, merkezi siyasetle bağını kuran kadınlar, kadın örgütlenmeleri. Hayatlarına, kentlerine, yaşadıkları yere sahip çıkıyorlar. Örgütlenmenin giderek daha yaygın ve daha gündeliği de içermesi ise güç ve umut veriyor; Ankara Batıkent’te mahalle meclislerinde, İstanbul’da Yoğurtçu Parkı forumlarında, Trabzon Çaykara’da Karaçam ve Köknar köyleri Solaklı Vadisi HES eylemlerinde… Çok çeşitli nedenlerle bir araya gelen ve sorunlarını çözmeye çalışan bu kadınların oluşturduğu örgütlenmelerin sayısı ve niteliği memlekette genel kanı ve kalıpları yıkacak boyutta. Sadece kendileri için değil, ‘herkes’ için daha iyi bir dünyanın imkânlarını gösteriyorlar. Farklı olanı, dışarda kalanı görünür kılarak, farklılıklarla var olabilmenin tanınmasını zorlayarak katılımın imkânlarına işaret ediyorlar. Kadın Koalisyonunun yereldeki üye örgütleri, katılım hakkı için kamunun yerel teşkilatlarını, merkezi politikaların yereldeki uygulamalarının kadınların hayatına ne yaptığını göstermek, müdahale etmek, dönüşmeye zorlamak için izliyor. Siyasi partileri izleyip, “gözümüz üzerinizde” diyorlar; Ankara’dan, Urfa’dan, Muğla’dan, Diyarbakır’dan, İstanbul’dan, Trabzon’dan, İzmir’den, Adana’dan…
Kadınlar, hayatın biçimlenmesinde söz söyleme, karar verme gücü ve yetkisi ile eşit bir biçimde var olabilmenin, bunun için ortak hayatı birlikte örgütleyebilecek alanı açmanın mücadelesini veriyorlar. Bu alanın niteliğini de çerçevesini de belirleyerek. Herkes için eşitlik, herkes için özgürlük, herkes için barış getirecek. Üstelik onları görmeyen, gözden çıkaran, yok sayan, yok edenlere inat.
Dipnotlar
(1) Sokağın temizliğini, lambasını küçümseyenlerin birkaç yereli mercek altına alması yetecektir. Urfa’da Fakıbaba’ya oy verenlerin %60’ının kadın olduğu söylenince kadınlara sorulur nedeni, “ilk defa kapımın önü temiz” diye yanıtlarlar. Diyarbakır’da belediye, sokakların temizlik işlerinde çalıştırdığı kadınları geri çekip belediyede başka işlere verir. Niyetleri temizlikle kadını özdeşleştirmiş konuma düşmemektir. Ancak bir süre sonra kent esnafı belediyeye gelerek kadınlar sayesinde hiç olmadığı kadar temiz olduğunu sokakların, kadınların işe geri verilmelerini söylerler.
(2) Burada sözünü ettiğimiz, politika ve uygulamaların algı ile sınırlı kalmayan, sadece körlükle açıklanamayan politik bir hedef olarak yürütülen “aynılaştırma”ya da yönelik farklı boyutlarının olduğudur.
(3) BDP, “ekolojik, katılımcı, cinsiyet özgürlükçü” bir yerel yönetim anlayışının altını çizme, yaşanan yerin ihtiyaçlarını karşılamada etkin çözümler üretme ve bunları yaygınlaştırma konusunda önemli örnek uygulamalara sahip. Özellikle de Kürt hareketi içinde mücadele eden kadınların gücü ve etkisiyle cinsiyet eşitliği konusunda yapılanlar. Bunlar, umut vermesi, yapılabilirliği göstermesi ve tüm belediyelere örnek oluşturabilmesi açısından son derece önemlidir. Ancak henüz BDP’nin bütün belediyelerinde benimsenip hayata geçmiş değil. Bir modelin hayat bulmuş bütüncül yapısından çok, parça parça uygulamalardan söz edebiliriz.
(4) Bir yıl sonra Urfa’da merkezin yerini sanayi bölgesinden taşıdılar.
(5) Daha geniş bir okuma için Özgün Akduran’ın “Seçim gelmiş neyime…” başlıklı yazısı (sayfa 27)
(6) 2014 seçimlerinin ardından uygulamasını göreceğimiz, belediyelerin yeni yapısını belirleyen 6360 sayılı kanunla birlikte 1556 belediye kapanıyor. Böylelikle küçük yerleşim birimlerinin yönetim mekanizmaları dağıtılıyor, daha bir merkezileşiyor. Bu düzenlemenin yaratabileceği ilk sorunlardan biri yerinden değil merkezden yönetimin dışarda bırakılan, gözden kaçanların hepten gözden çıkarılmasıdır. (Daha geniş bir okuma için Amargi Feminist Dergi web sitesinde, Duygu Dalgıç’ın “636O Sayılı Kanun; Yerel Demokrasi mi Merkezileşme mi” yazısına bakılabilir.
(7) Şanlıurfa’da şehrin merkezinde kentin sakinlerine nefes aldıran, küçük taburelerde çay içilen kır bahçesi dağıtılmış bir sabah. AVM yapılacağı söyleniyor. Bir söylentiye göre bakanlardan birinin kardeşi yapacakmış.
(8) 2009 seçimlerinde 26 kadın belediye başkanı seçildi. Daha sonra erkek başkanlardan birinin ölmesi, bir diğerinin kaza geçirmesi ile boşalan koltuklara belediye meclis kararıyla kadınlar getirildi ve sayı 28’e çıktı. 2’si KCK’den olmak üzere 3 kadın belediye başkanı tutuklu. Fiilen 25 belediye başkanı kadın görevini sürdürmektedir.
(9) Kadın Koalisyonu web sayfasından alınmıştır.
(10) Kadın Koalisyonu, “2014 Yerel Seçimlere Giderken Siyasi Partilerin Seçim Karnelerini Açıklamaya Devam Ediyoruz” Açıklaması, 17.1.2014
(11) CHP’nin yerel yönetici eğitimlerine katılamadığı için aday olamadığı bildiren CHPli kadınlar oldu.
(12) Eşbaşkanlık, cinsiyet eşitliği, kadınların siyasetteki varlıkları, ‘tek adamcılığı’ kırması, parti içi demokrasinin tesisi açısından çok önemli bir uygulamadır. Zamana, zihniyet değişimi gibi kocaman bir belirsize topu atmayı bırakıp, kadınlar aleyhine işleyen eşitsizliğe müdahale etmenin, yapılabilirliğin göstergesidir. Yasal zemini olmadığı eleştirilerine karşılık yasal olmayan ama meşru olanın hayat bulmasına örnek oluşturması açısından da çok kıymetlidir. Yıllarca kota uygulamamayı Anayasa’ya aykırılıkla gerekçelendiren bazı siyasi partilere, fiili durum yaratmanın eşitsizlik gibi elzem ve derin bir sorunu çözmede önemini, irade gerektirdiğini gösteren bir örnek.
(13) AKP, CHP ve MHP’nin seçim genelgeleri aday belirleme koşullarını da açıklıyor. Örneğin AKP, İl Genel Meclisi üyeleri ve Belediye Meclisi üye adayları inceleme ve belirleme komisyonunda İl Kadın ve Gençlik Kolları Başkanlarının bulunma koşulunu, belirlenecek her üç üye adayından birinin kadın (Kadın Kollarının önereceği isimlere öncelik verilerek) olmasını (birinci sırada ana kademe tarafından önerilen, ikinci sırada kadın, üçüncü sırada genç, dördüncü sırada ana kademe … şeklinde bir sıralama ile olmak üzere) getirmişti.
(14) CHP’nin birbirlerinin aleyhine çalışırlar kaygısıyla adaylarını açıklamadığı değerlendirmeleri için Amargi Feminist Dergi, Kış 2013, Sayı 31 “Ne Olacak Bu Memleketin Hali? Ne Kadınlar Ne de Onların Hayatları Umurlarında”, İfakat ve Fitnat yazısına bakılabilir.
Bu makale Amargi Yerel Seçimler Özel Sayısı’ndan alınmıştır. Derginin tamamı için lütfen tıklayınız.