Rüzgarın Adını Bulursam Gidiveririm Gibi Geldi
İrem Çağıl
Orman çağırdığında gitmek, gölge gibi ilerlemek, hayat/ölüm/hayat döngüsüyle yüzleşmek, vahşi bedene izin vermek, zedelenmiş içgüdüleri iyileştirmek…
Uzuuun bir yolculuğun sonunda bir taşın altında incecik bir filiz buldumdu. Yüreğime koydumdu. Filizim büyüdü tohuma kaçtı, çiçek verdi, vadesi doldu, kurudu. Şimdi yine parmaklarım kuru, ruhum daracık bir kutuda sıkışık, cümlelerim yeşermiyor. Eklemlerimde dikişler, üzerimde etrafımda fazlalıklar, karanlıklar ruhumu zehirliyor. Kapatıyorum, kapanıyorum. Kurtardığım boşluklara şarkılar dinletiyorum. Rüzgar gibi şarkılar, yaşlı zeytinlerin delikli gövdelerinden geçenler gibi “bir muazzam, bir uçsuz bucaksız hayat”ı içime doldursun, yankılansın, evrenin nefesi iz dolu yüzeyleri süpürsün, yaladığı yerleri öpsün iyileştirsin istiyorum. Ferahfeza Taksim’ler filan. Hafifçe, süzülerek, göğün altında yaşamanın hissini hatırlamak için, yolda olduğum zamanları unutmamak için.
Yollara düşmeden önceki vakitler bir sürü insan, inanmış müezzin, inşaa ettikleri yükseeek kulelerin tepesinden günde beş vakit sürekli aynı tonda sesleniyordu bana:
“Yerin şurası, evin burası”, “Dışarı çıkamazsın, ormana gidemezsin”, “İstediğini yapamazsın, ne istediğini bilemezsin”, “Bir başına dolanamazsın, taşlara kulak veremezsin”, “Bilmediğin yolların hayalini kuramazsın”.
“Bana para ver, bana haz ver, bana zamanını ver, bana hesap ver, bana yemek ver, bana acı, beni dinle, beni uyut, bana konuş, bana o, bana bu, bak gördün mü” diyen sesler.
Bu yerde öyle rahatsızdım, olduğum yeri öyle yadırgıyordum ki, üç adımlık kafesinin içinde dolanan bir kurt gibi, hızla, bir sağ bir sola, bir sağa bir sola, bir ona, bir buna. Diye diye, derken derken, hep bir kulağım havada. Rüzgârın adını bulursam, gidiveririm gibi geldi.
İşte böyle beş sene önce Haziran’ın bir güzelim günü, İstanbul’da herkes işine gücüne, evine, otobüsüne, arabasına, alışverişine, dersine, derdine giderken bisikletime bindim. 3 ay sonra dönene kadar da inmedim.
10 Haziran’da İstanbul, Şişli’den Kumburgaz’a kadar gittim. Toplam 65 km’ydi.
ve sonrası çorap söküğü gibi geldi:
11 Haziran Kumburgaz’dan Tekirdağ’a 100 km.
12 Haziran Tekirdağ’dan Uzunköprü’ye 95 km.
13 Haziran Uzunköprü’den Pazarköy’e ve oradan da Yunanistan sınırını geçip Rizia’ya, 80 km.
14 Haziran Rizia’dan Svilengrad’a sonra Dititrovgrad ve Russe’ye; 58 km bisiklet gerisi mecburi trende.
15 Haziran Russe’den Karamanovo’ya 82 km.
16 Haziran Karamanovo’dan Milkovia’ya 90 km.
Birinci haftamın sonunda Bulgaristan’da epeyce ilerlemiştim.
17 Haziran’da Milkovia’dan Orjahovo, oradan da Bechet’e yani Tuna’nın öbür kıyısına, Romanya’ya geçtim, 108 km yapmışım.
18 Haziran Bechet’den Calafat’a, yine 108 km.
19 Haziran’da Calafat’dan Minova 85 km.
20 Haziran Minova’dan Severin’e sonra Goladido’ya, 78 km.
21 Haziran Golalido’dan Branicevo 74 km.
22 Haziran Braniceva ve Belgrad’dayım. Yolculuğun en zor günüydü; o gün sabahtan akşama kadar 125 km pedal çevirdim.
23 Haziran’da Sırbıstan’ın başkentinden kuzeyindeki Novisad şehrine oradan da Futog denen bir köye kadar ilerledim, 85 km.
Ve ikinci hafta da böyle geçti.
24 Haziran’da Futog’dan Osijek’e gittim, 110 km.
25 Haziran Osijek’ten Szekszard’a, 110 km ve artık dümdüz bir ülkede; Macaristan’dayım.
26 Haziran’da Szekszard’dan Sarkeszi’ye yine 110 km.
27 Haziran Sarkeszi’den Hyalka, 80 km.
28 Haziran Hyalka’dan Bratislava ve Tuna üzerinden bir gemiyle Viyana’ya toplam 122 km.
29-30 Haziran’da Viyana’dayım. Avrupa Futbol Şampiyonası’nın finali vardı, hareket etmek mümkün değildi. İspanya Almanya ile oynayıp kazandı; ben de İspanyollarla sevinip dansedip ertesi gün onların ülkesine doğru olan yoluma devam ettim. Ve üçüncü haftam da böylece geçmiş oldu.
1 Temmuz Viyana’dan Znojmo ve Zalesi; 119 km sonra Çek Cumhuriyeti’ndeyim.
2 Temmuz Zalesi’den Jinrichuv Hradec, 75 km.
3 Temmuz Hradec’ten Zaluzi, 88 km.
4 Temmuz, Zaluzi
5 Temmuz, Zaluzi’den Chotilsko, 105 km.
6 Temmuz Chotilsko’dan Prag’a, 45 km.
7-8-9 Temmuz, Prag’dayım.
10 Temmuz Prag’dan Ulice’ye 75 km.
11 Temmuz, Ulice’den Vohenstrauss’a 60 km ve Almaya’dayım.
12 Temmuz, Vohenstrauss, Weiden, Regensburg ve Neustadt, 145 km. Weiden Regensburg arası tren, Kelheim Weltenbur arasındaki 6 km gemiyle.
13 Temmuz Nuestadt’dan İngolstadt, inanılmaz bir yağmur altında 40 km.
14 Temmuz, Ingolstadt’dan Dillingen, 75 km.
15 Temmuz, Dillingen’den Dettingen, 75 km.
16 Temmuz Dettingen’den Mohrinden, 95 km ve 5. hafta bitti.
17 Temmuz Mohringen-Donaueschingen, 25 km ve Tuna nehrinin akmaya başladığı yerdeyim.
18 Temmuz Donaueschingen’den Schafhausen ve Albruck’a 60 km. Donaueschingen-Schafhausen arası tren, geri kalanı Reine nehrinin güney yakasını takiben İsviçre sınırından.
19 Temmuz Albruck’dan Basel’e, 50 km.
20 Temmuz Basel’de.
21 Temmuz Basel’den L’isle-sur-le-doubs, 70 km ve Fransa’dayım artık.
22 Temmuz L’isle-sur-le-Doubs’dan Dole’a 90 km.
23 Temmuz, Dole’dan Chalon-Sur-Saone ve Giury, 65 km ve 6. hafta da biter.
24 Temmuz, Giury, Macon ve St.Didier, 80 km.
25 Temmuz, St. Didier’den Lyon’a 55 km.
26 Temmuz Lyon-La Voulte-Sur-Rhone-Le Pouzin ve St.Julien’e kadar, 120 km.
27 Temmuz St. Julien’den Avignon’a 110 km.
28-29 Temmuz Avignon’dayım. Karnaval var nam-ı değer Festival d’Avignon.
29 Temmuz Avignon’dan Frontignan, 120 km.
30 Temmuz, Frontignan’dan Perpignan’a 70 km.
31 Temmuz Argeles’den Banyuls-Sur-la Mer 15 km. Artık Fransa’nın İspanya sınırındayım, karşımda Pireneler..
1-3 Ağustos Banyuls’dayım.
4 Ağustos Banyuls’dan Girona ve ve 70 km sonra İspanya’dayım.
5 Ağustos Girona’dan Barcelona’ya 100 km.
Ve 8. hafta’nın sonunda, 4000 küsur km’den sonra varmayı planladığım yerdeyim.
Bana çok sordılar: “Neden bisiklete binip bu kadar yol gittin?” diye.
Ama herkese olmuyor mudur bazen; insan olmanın sadece bu kadar olmadığını duyumsuyor gibi olmak? Hep aynı şekilde yürüdüğünüzü, parmaklarınızın hep aynı amaçlar için çalıştığını, sırtınızın hep yaslandığı o yerin artık şeklini almaya başladığını düşündüğünüz olmuyor mu? Belki içinizden bir ses birşeyler diyordur cılızca ya da belki gürültüden işitemiyorsunuzdur. Benim içimdeki çok yüksekti o yüzden çok net duydum ve yerimden kalkıverdim.
Gitmemin sebebini hemen kavranabilecek şekilde işaret edemem, belki bunları okurken hissedersiniz kendi kendinize. Bir amacım yoktu, sadece gitmek, bir süre gider olmak istemiştim.
Denize girmek gibi biraz. Hani şu hepimizin yaptığı. Bir yarıştaki yüzücü gibi değil ama yarışmadan, başkalarıyla kıyas yapmadan, sadece suyla bir olmak, insanlık denen ezberi bozup, bir süreliğine mesela balık gibi olmak için. Denizde yaşayan herhangi bir canlı olmayı deneyimlemek, öyle hareket etmek için. Dedem öyle yüzer mesela, suya izin verir, savaşmaz, yenmeye çalışmaz, birlikte hareket ederler.
Yola çıkmayı ben işte böyle istedim ve koşup koşup cup diye iskeleden atlar gibi başladım pedalları çevirmeye. Kollarım ağrıdı, bacaklarım acıdı, parmaklarım sızladı ama ruhum, o kafesteki vahşi canlandı.
Bisiklete nasıl bindiğimi, daha doğrusu hangi ekipman, kıyafet ya da donanımla gittiğimi merak edersiniz belki.
Başlangıçta kaskım ve bir çift eldivenim vardı, neme lazım diyerek almıştım ama birkaç hafta sonra lüzumsuz olduklarını farkettim ve önüme çıkan ilk postanede ikisini de eve geri gönderdim. O zamandan beri kaskım portmantonun tepesinde durur, arada gözümü çarptıkça gülümserim. Yol bana bisikleti bütün bedeninizle sürerken onu ne kadar hassas bir şekilde hissebilirsem o kadar iyi idare edeceğimi öğretti. Gidonu kavramış giderken, tuttuğunuz metalin nasıl titreştiği aslında size çok önemli bilgiler veren, çok kıymetli bir sesdir. Günde ortalama 100 km’yi tali yollar üzerinden yaptığınızda, bisikletin aksamındaki küçücük parçalar bir noktadan sonra sıkılıklarını kaybedebilir ve hassas elleriniz acımasın diye taktığınız bir eldiven yüzünden o titreşimi hissedemezseniz ya da bisiklete rahatsız bindiğiniz için ona konsantre olamazsanız çok kritik bir anda, mesela çıktığınız o tepeden son hız aşağı inerken milimetrik bir hatanın size hiç acımadığı gerçeğiyle yüzyüze gelirsiniz, sonrası kırılmış parmaklar, bir takım kesikler… Kısacası, olası bir tehlikeden korunmanın yolunun kendinizi sarıp sarmalamaktan geçtiği fikrine pek inanmadım. Yoldaysanız, bedeninizin ve aklınızın tamamını ona vermelisiniz. Yoksa istediğiniz kaskı takın, zihninizle bacaklarınızla aynı anı paylaşmıyorsa zaten bir noktada mutlaka yol sizi bir yere fırlatır, kendi dışına atar, kabul etmez.
Giyim kuşam meselesi var bir de. Bisikletçi gibi giyinmedim hiç. Bütün o yapışık, renkli, orası burası pedli, üzeri marka isimleriyle dolu, inanılmaz pahalı kıyafetler bir yarışçı için uygun olabilir ama benim durumumda gereksizdiler. Kaldı ki yalnız yol alıyorsanız bu kuşanma biçimi sizi yabancı bakışlara tam bir uzaylı gibi gösteriyor ve yolda giderken asıl ve belki de yegane gerçek tehlike işte o yabancı gözler oluyor. Avrupa’yı boydan boya katederken önünüzde 4000 kilometrelik bir yolunuz varsa, kendi egonuzu birkaç kıyafetle tatmin etmeye çalışmak yere, bir kuş gibi bütün o karmaşaya dahil olmadan ilerlemeyi denemek daha mantıklı. Kendinizi yanıp sönen bir tabelaya dönüştürmez de görünmez kılmayı becerebilirseniz her yere gidebilirsiniz aslında. Ben de biraz böyle yapmaya çalıştım. Büyük kahraman bisikletçi olmak yerine, herhangi bir köyün, kasabanın bisikletli vatandaşı, herkesin üstünde ne varsa, bir tshirt, kesik bir şort.. bunlarla gittim yollarda.
Nasıl konaklıyordum, korkuyor muydum? Hayır, ağaçlardan, topraktan, kuştan niye korkayım ki. Eğer çadırda kalma fikri sizi rahatsız ediyorsa o zaman her günün sonunda pansiyon ya da otel bulmak zorunda olursunuz. Parası bir yana, bu durum rotanız üzerinde de belirleyici olur; her günün sonunda mutlaka otelin olduğu bir yere ulaşmak durumda olursunuz, rotanızı da haliyle ona göre çizersiniz. Örneğin Tuna Nehri’nin inanılmaz vadiler yarattığı Karpatlar’daki beş günlük bir yolu otel bulamazsanız gitmezsiniz. Bisikletimin arka tekerine takılı, iki tane su geçirmez sağlam çantam, içinde de uyku tulumum, çadırım ve matım vardı. Onlar sayesinde paralı konaklamaya bağımlı kalmadan hareket edebildim, anlatılmaz güzellikteki yollardan gittim ve gün boyu yanımdan akıp giden toprağa yaklaşıp, geceleri çadırımı kurdum, sabah her neredeysem oradaki canlılarla birlikte uyandım. Doğanın içinde uyuyup uyanmak en yüksek hislerden biri bence. Güneşin ilk ışıklarını kutlayan bir otel personeline rastlamadım ama sabah, bir orman içindeki tüm canlılar yeni günü binlerce farklı sesle karşılar, inanılmaz bir seranatın içine uyanırsınız. Sabahın ilk anlarından bahsediyorum, ki sabah 5 buçuk’ta çadırın içi soğuktur ama yine de garip bir mutlulukla kalkıp giyinirsiniz, geçici evinizi toplar, midenize birkaç şey gönderip, rotanızı gözden geçirip, bisikletinizi biner ve gitmeye başlarsınız. Ama gözkapağınızın açılmasıyla ayaklarınızın pedala basması arasında geçen ve çok da uzun olmayan o süre boyunca, otel odası gibi kapalı, izole, cansız bir kutuda değil de, yaşayan bir şeyin içinde olduğunuzda, tüm o canlılıktan size de bir şeyler geçer. Yaşama bu kadar yakın olduğunuz için yaşadığınızı da o kadar iyi anlarsınız ki, o enerjiyle güne başlamak size hiçbir yiyeceğin, vitaminin, ekstra vitesin veremeyeceği bir güç sağlar. O yüzden çadırda, bir doğa parçasının koynunda konaklamaktan hiç korkmadım, tersine bu sayede çok huzurlu uykular uyudum ve her güne yenilenmiş bir enerjiyle başladım.
Ama şunu da söylemek gerek; çadırımı her zaman insanlardan uzakta, görünmez olabildiğim yerlerde ve şekillerde kurdum. İnsanların bilinçli ve planlı kötülükler yapabilen yegane varlıklar olduğunu, farkılılığı bir tehlike olarak algılandığını hep aklımda tuttum. Bu yüzden kendi türüme yakın olmaya özellikle çalışmadım sadece gerektiği zaman gerektiği kadar yaklaştım. Bir hayvan gibi iz sürmeyi denedim, duyularımı dinledim.
Ve milyonlarca farklı canlının oluşturduğu mucizevi yaşam ağına, yolda olduğum için her gün binlerce kez tanıklık ederken bir yandan da insanların çok azının kendinden farklı olanı, yaşamın şahaneliğine dair bir güzellik olarak algılayabildiğini gördüm. Yaşam karşısındaki bu hissizliğe bu kadar yakından tanık olmak, ağır bir his.