Y Kuşağı ve Oval Gözlüğün Söyledikleri

caydemlik

Sevilcan Başak Ünal

Kadın yoktur. Kadın erkeğin bir semptomudur.
J. Lacan

Birilerinin Fransız Freud dediği, bizimse vakur tavrını ve oval gözlüklü fotoğraflarını takdir ettiğimiz ağabey “Kadın yoktur,” dediğinde herkes bunun yanlış anlaşıldığı üzerine sayfalar dolusu yazmıştı. Ona göre – kimileri Lacan diyordu bu ağabeye – kadın yoktu, cinsellik de yoktu. Fallus büyük bir balondu. Arzu ulaşıldığı an kayboluyordu ve biz ‘karşıdaki’nde kendimizi ararken hedefin bu olduğunu sanıyorduk; oysa asıl hedef karşıdakine ulaşmaktaki yoldu. Bunu Morcheeba da Lacan’dan seneler sonra “Enjoy the Ride”da söylediğinde okuduklarımız ve dinlediklerimizi birleştirip bir ders çıkarmak istemiştik: “The day that you stop running is the day that you arrive”. Peki varılacak yer neydi? Biz yoktuk, bizi cinsellikle var etmek istediklerini, birer arzu nesnesi olduğumuzu senelerce beynimize işledikten, bizi reklamlardaki parfüm sıkan seksi kadınlara, Disney filmlerindeki prensi bekleyen uyuyan hatunlara ve daha evvel de mutfakta börek açan annelerimize indirgedikten sonra, şimdi bunların da kabul olmayacağını söylüyorlardı. Daha zayıf olunca, daha hamarat olunca, oturma odasında kedi gibi sessiz, yatak odasında kaplan gibi arzulu olunca; babalarımızı, erkek kardeşlerimizi, annelerimizi ve nihayetinde kocalarımızı mutlu edince var olacak -bizler şimdi yoktuk. Çünkü kadın dediğimiz şey yoktu. Kadın, erkeğin ötekileştirdiği şey miydi? Erkek olmayan mıydı? Ya kaburga kemiği… Ondan gelmemiz bile mi imkânsızın dâhilindeydi? Tertemiz mutfaklarımız, çiçek gibi perdelerimiz, ütülü gömleklerimiz neydi? Biz yoksak bizim yaptıklarımız nereye gidiyordu? Bizim tecavüze uğrayıp öldürülen “bacılarımız” var olmadıkları gibi mi yok oluyordu?

Sustuk. Anlamaya çalıştık. Lacan’ı okuduk. Disney filmlerini izledik. Sandık ki anlayamayan biziz. Gazeteler okuduk, herkesin düşündüğü gibi magazin ekinden başlamadan. Bir yandan hala kilo vermeye çalışıyorduk, ne yapalım, basenlerimiz biraz fazlaydı işte. Kaşık düşmanı olduğumuz yetmediği gibi, su bile içsek yarıyordu. Komşudan pasta tarifleri aldığımız gibi diyet tarifleri de aldık. Bekledik ki geçsin. Duygu Asena’lar, Pınar Selek’ler konuştu. Okuduk ki anlayalım. Bazen anlatmaya çalıştık. Beklediğimiz her zaman anlaşılmak değildi, bazen yalnızca dinlenilmekti. Ama uymuyordu işte. Annelerimizin “Kocandan bir şey isteyeceğin zaman yatak odasında iste” öğüdüyle ev işleri için ücret talep eden kadınlar uymuyordu. Üniversitelerimizde aldığımız akademik eğitimle de “Çocuğun olunca birkaç sene çalışmaya ara verirsin” uyamadı. Biz anakronizmin kucağındaydık. Bazen var olmadığımıza deli gibi inandık, bazen isyan etmeyi deneyip isyan yeri Mor Çatı evleri mi diye arandık.

Bizim kuşağımız – illa isimlendirmek isteyen kimileri Y kuşağı dedi – ortada kalmışlığın “dik alası” idi. Güzel isimli, güzel telefonlu çocuklar olarak yetiştirildik. Evliliğe inanmak istemedik. Dünyayı gezme hayalleri kurarak büyüdük. Üniversite imtihanlarında iyi dereceler elde ettik. Ama kurtulamadık. Biz de yirmilerimize geldiğimizde “çocuk sahibi olunca böyle yaparsın” cümlelerinden sıyıramadık kendimizi. Farkındaydık, feminizm evde salatayı kimin yapacağı sorunu değildi. Aslında salata da hiç birimizin umurunda değildi. Annelerimizden bir adım daha özgür olduğumuzun bilincindeydik. Ama torunlarımız kadar da özgür olabilmek istiyorduk işte. Sonunda salatayı yapan da biz olduk, iş çıkışı kreşe koşan da.

Şimdi Lacan var olmadığımızı iddia edebilirdi. Erkek-olmayan olabilirdik. Derdimiz – sesimizi alçaltalım- pedlerimizi cüzdanımızda gizlemek değildi. Diz kapaklarımızı sergileyen etekler giymek değildi. Derdimiz neydi biz bile bilemedik. Tamam, bize rahat batmıştı. Evimiz, arabamız vardı. Pazar piknikleri vardı. Alın işte bankada emeklilik fonu bile vardı. Bunlar anneannelerimizde olmamıştı, annelerimizde de olmamıştı. Dışarıda namussuzluk diz boyuyken içeride sıcak ocaklar yanıyordu.

Belki bizim yüreğimiz de yanmıştı, olsundu. Çocuğu kreşten alıp karnını doyurmak lazımdı. Fedakârlık güne kruvasanla başlayan Fransız kadınlarının işi değildi. Çayı demleyerek başlayan bizlerindi. O zaman anladık. Başta bir Fransız kadını olmak istediğimizi sandık. Sonra anladık ki kadın da olmak istemedik. Eğer kadın dedikleri gibi toplumun yarattığıysa, toplumsal cinsiyet denilen bataklığın bir tuzağıysa vazgeçtik. Var olmak istedik. Nasıl olunuyorsa. Nasıl yapacağımızı biri bize öğretsin istedik.

Orospu olmadan sevişmek, ukala olmadan bildiğimizi anlatmak, başına buyruk olmadan yalnız başımıza yolculuklara çıkabilmek istedik.

Şimdi sosyologlar bu kuşağı anlamak için daha seneler geçmesi gerektiğini söylesin. Şimdi biraz ahlaksızlıktan yakınalım ve halimize şükredelim. Sonra Ah Muhsin Ünlü gibi konuşalım: “Hadi, için de çay koyayım.”

 

Share Button