Kaybedenler Klübünün Çocuk Üyeleri
Elif Key
Biz her cenazede bir başka hesaplaşmanın yaşandığı bir memleket anından mola alıp kaybettiklerimize vedaya koşuyor, hayatta kalanlarla o molada oturup, memleketin içine düştüğü toplu cenaze namazını konuşurken buluyoruz kendimizi…
‘70’lerde doğan kadroya bugünlerde yanaşın ve bir soru sorun: “Nasıl, bu yaşı sevdin mi?” Türkiye İstatistik Kurumu değilim, onlar kadar net bir oran veremem ama yüzde 90’ına kefilim, yanıtı “Sevemedim, ağır geldi” diyecektir.
Gerçi şimdi “TUİK” dedim, onların son günlerde sık sık kamuoyunun bilgisine sunduğu istatistiklerin de bizim gezegende, bizimle beraber nefes alıp veren insanlara sorularak ortaya çıkarıldığını da sanmıyorum. Bu kadar insan, bu memlekette yaşayıp da, aynı sudan ve aynı sütten içerek böyle bir mutluluk yaşayamaz kanaatimce… Zira son yayınladıkları istatistiklere bakılırsa, Türkiye’deki mutlu kadın sayısı da artmış, Türk insanı yaşadığı her anın tadını çıkarıyor, herkes evlendiği için çok mutlu vesaire, arada sırada da enflasyon sepetini güncelliyorlar, anlayacağınız bütün dertler bize emanet ve TUİK’e bakılırsa gerçekten sıkıntı yok, keyifler gıcır. Üzgünüm TUİK ama, her istatistiğiniz ayrı bir şizofrenik vaka, her istatistik insanı kendi kendine konuşturacak ve şöyle dedirtecek kadar sakil: “Ya da bizde var bir sıkıntı.”
Gerçi şunu da yine o kefil olduğum yüzde 90’ıma bakarak rahatlıkla söyleyebilirim: “Elbette sıkıntı bizde, ‘70 kuşağında” 40’lı yaşlar bize ağır geldi. Her haftamız bir başka camide. İstanbul’da yaşayanlar Teşvikiye – Levent – Bebek Camii üçgeninde dolaşıp duruyor.
Camii buluşmalarımızın her biri ayrı bir dram. Zira meselelerimiz keşke kaybettiklerimizle, geride kalan ve onlarla bir daha yaşayamayacaklarımızla sınırlı kalsa… Biz her cenazede bir başka hesaplaşmanın yaşandığı bir memleket anından mola alıp kaybettiklerimize vedaya koşuyor, hayatta kalanlarla o molada oturup, memleketin içine düştüğü toplu cenaze namazını konuşurken buluyoruz kendimizi…
‘80’de biz 7 – 8 yaşlarında çocuklardık. Bir değişik büyüdü bizim kuşak. Kendi halinde ve kendi arasında kaldı. Şimdi kalkıp da “Bir bizim kuşağa bak bir de şimdiki kuşağa, ben bu kuşağı belime bağlamam” diyecek kadar ne kibir oldu bizde ne de o tepeden bakış.
Öyle zor bir dönemdi ki, ana – babalarımızla beraber büyüdüğümüz günlerdi.
O yaşlarda, ne bilmişlik taslayacak kadar büyük ne de kandırılıp “Sen anlamazsın,” deyip bir kenarda oturtulacak kadar küçük insanlardık. Sokakta “Askerler askerler tezkere isterler” diye bağıra çağıra oyunlar oynarken, camdan birisi çıkıp da “şu asker oyununu kesin çocuklar, hadi başka bir şey oynayın” dediğinde, ‘anlamaz ama anlar’ başka bir oyuna geçerdik.
Analarımız, babalarımız memleketin en zor günlerini yanı başımızda fısıldanarak atlatmaya çalışırken elbette kayıt cihazlarımız açıktı. Evet, küçüktük ancak yaşanan travmayı, onların da o günlerde uğradığı kayıpları zihinlerimiz ‘silinmemesi gereken datalar’ bölümüne kaydetti.
Biz bir zamanlar devrimin olacağına inanan ana babaların çocukları olarak, onların üniversitelerini nasıl işgal ettiklerini anlattıkları, sonra da nedense gözlerinin dolduğunu görerek büyüdük.
Deniz Gezmiş’i anlattılar bize, sonra Mahir’i, sonra Ulaş’ı. Çoğumuzun adı o yüzden Deniz, Devrim, Ulaş oldu. Fakültede sevdikleri ama gözaltında kaybettikleri arkadaşları Karacaoğlan’dan “İncecikten bir kar yağar, tozar Elif Elif diye” şiirini kantinde okuduğu için çoğumuzun adı Elif oldu. Annelerimiz bize hamileliklerini, “Denizler asıldığında sen daha benim karnımdaydın” diye anlattı.
Evlerde nedense bazı kitaplar saklanırdı. Evlerde nedense analarımızın babalarımızın arkadaşları saklanırdı. Bu bizim oynadığımız saklambaçtan farklıydı. Biz bağırış çağırış evde ya da sokakta saklambaç oynarken, onların saklambacında çıkan sesi duymanın imkânı yoktu. Akşamları haber bültenleri gibi “Kimin evinde hangi küvette hangi kitaplar yakıldı”nın haberleri gelirdi. Öyle sadece kitaplarla arkadaşlar mı saklandı sanırsınız? Siyah beyaz fakülte bahçelerinde ya da meyhanelerde çekilmiş, efkârlı gecelerin dâhi fotoğrafları saklanırdı. Evlerdeki çöpler, sanki oralara tek başına gidilmiş gibi sağından solundan kesilen, kırpılan fotoğraflarla, kesik başlarla doldu taştı. Herkes, elinde avucundaki hatırasını bir yerlere gömmeye başladı. O akşamlarda başka yerlere başka şeylerin de gömüldüğü sonradan anlaşılacaktı. Annelerimiz babalarımız kendilerini gömüyordu, biz bunu da sonra anlayacaktık.
Herkes ‘kıymetlisini’ bir yerlere gömüp saklarken, 5 çocuklu babaannem, 4 çocuklu anneannem o günlerde hep gözyaşlarını saklardı. O günlerde onlar, çocukları ‘anarşik’ olaylara karışmasın diye dua ederken, çocuklarıyla verdikleri kavga sokağa taşar, pazar yerlerinde hepimizin anneanneleri babaanneleri “Hanım hanım, çocuğuna sahip çık” diye tartaklanırdı. Pazar yerlerinden eve torbalarla gözyaşı, endişe taşınırdı. O zamanlar onların kafalarına taktıkları, sivil polislerin anneannemizin babaannemizin kafasından çekip de yere attığı minik başörtülerinin ileride neye bürüneceğini, ne renkten renge gireceğini bilmediğimiz günlerdi. Dedim ya, küçüktük.
Küçüktük ama evde fısıltılarla başlayan “Anne sen karışma” diye biten mücadeleleri gözlerimiz de kulaklarımız da kaydederdi. Şu cümle hep evin bir yerinde saklanır, akşamları ortaya çıkardı: “Fakülteden arkadaşları darp etmişler!”
Ve bir sabah uyandığımızda o cümle her kelimesini yanına alarak başka bir şekilde geri geldi: “Darbe oldu” Hepimize verilen “Hadi çocuklar siz sokağa” komutunun sebebini biz yıllar sonra anlayacaktık. Biz sokağa çıktığımızda besbelli evdeki fısıldanmalar, isyana dönüyordu. Besbelli bu komut ‘silinmemesi gereken datalar’ bölümünün kaydetmemesi için verilmiş bir komuttu. Bizimkiler bizlere Samed Behrengi’nin “Küçük Kara Balık”ını, Nâzım Hikmet’in “Sevdalı Bulut”unu uykuya yatırırken uzun bir süre okuyamayacaktı. Evlerde konuşulacak daha mühim meseleler vardı. “Çocuklar siz içerde sessiz sessiz oynayın!” cümlesiyle günlerimiz geçecekti.
Daha evvel darbe de muhtıra da görmüş anaların babaların çocuğu olmak hem kolaydır, hem zor. O esnada beraber büyüdüğümüzü anlamak ise yine yıllarımızı alacaktı. 12 Eylül 1980 sabahına uyandığımızda caddelerimizden tanklar geçiyordu. Bu bir müsamere değildi, hiçbirimiz ronta çıkmayacaktık. Televizyonda ve radyoda tek kişiden gelen bir ses sahneye çıkmış ve kendi oyununu sergiliyordu.
Televizyon ve radyo açık, dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren konuşuyordu. Radyo o gün sadece marş çaldı. Çocuklar marşları sever, küçük dilini göstere göstere marşları yalan yanlış uydurarak söylemeyi de… Ama o günkü marşları çocuklar dahi sevmedi. Kenan Evren konuşurken evlerde çıt çıkmıyordu. Şöyle diyordu: “Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne güvenmelerini beklerim”. “Sükûnet ne?” diye sorduğumuzda, “Sessiz durun çocuklar,” diyen babalarımızın sesi sokaklara taşıyordu.
O günden sonra hiçbir şey, hiçbir zaman eskisi gibi kalmadı. Biz sokağa çıkma yasağına uymayan çocuklar, o günden sonra hiçbir yasağı sevmedik. O günlerde biz gözümüzün önünde her gün bir başka arkadaşının kayıp haberini alan annelerimizin babalarımızın başka herhangi bir kaybına kayıtsız kalamadık. O günlerin ‘kaybedenler kulübü’ o kadar kalabalıktı ki o kulübün birer çocuk üyesi olarak büyüdüğümüzü çok sonraları fark ettik. ‘82 Anayasası oylanırken, sandığa gidip de Kenan Evren’in yine televizyonlardan yaptığı “Mavi oy basmayın” telkinine uymayan, “Hayır,” diyen ve kaybetmeye mahkûm yüzde ‘8.6’nın çocukları olarak büyüdük.
Bizim hikâyemiz baştan böyle yazıldı. Geç kalınmış bir yargılamaya, geç kalınmış bir hesaplaşmaya pek de sevinemeyen anne babaların çocukları gibi kaybede kaybede bugünlere geldik. 12 Eylül’de 8 yaşında olan ben hâlâ ‘kıymetli’ kitaplarımı saklarım. Ben hâlâ hayattan saklanmak isteyen arkadaşlarımı o günlerden kalma donanımımla özenle saklarım, korurum. ‘Darbe’nin anlamı bizde farklı şekillerde kayıtlıdır. Kolunu duvara çarparsan da darbedir, ananın babanın hâlâ o günleri hatırlayıp gözlerinin dolması da darbedir. Bizim lügatler bunu böyle kaydeder.
Yazının başında da demiştim, biz ‘80’lerde çocuk olanlar şimdi büyüyoruz, bazı günler artıyor, bazı günler azalıyoruz, bazı günler hastanelerde arkadaşlarımızın bebeklerinin başında, bazı günler kaybettiklerimizin ardından camii avlularında buluşuyoruz. Biz bir yandan da başka hayaller kurduğumuz, her gün başka bir yere dönen memleketimizin toplu cenaze namazına da bakıyoruz. İmam soruyor ya üç kere “Hakkınızı helal eder misiniz?” diye. Hani demiştim ya ‘82 Anayasası’na yüzde 8.6 “Hayır” diyenler vardı, işte biz yine cemaatten ayrılıyoruz. Ne acıdır ki “Sıkıntı bizde herhalde” diyen yüzde ‘90’lık kesim olarak, oyumuzu yine maviye basıyor ve hakkımızı helal etmiyoruz. Hakkını helal etmeyen kesime dair bulduğum oran şahsıma aittir, kabul ederlerse Türkiye İstatistik Kurumu’na hediyem olsun!