Şiddete Uzaktan Bakmak ve Bir Ruhun Dağılışı

deer_cliff

Zozan Çetin

Bir ruh çığlık atar mı? Evet, atar. Eğer bu coğrafyanın kadınıysa derinden ve gür bir sesle dalgalanır da ruhu, bir duyanı çıkmaz. Şiddete maruz kalmamak ile şiddetin tam içerisinde yer alan, öldürülen kadınların birer birer gidişine şahit olmak, içinde birçok şeyin kırılmasına sebep oluyor insanın. Benim de kırıldı içim, dağıldı, adeta un ufak oldu. Zira her şey şairin dediği gibiydi, burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi’ydi… Her haber sonrası bir kasvet çökerdi içime, erkek şiddeti sonucu yaşamını yitiren her kadın yaralardı her yanımı ama esas kırılma noktasını Şengal’de yaşadım. Ele geçmemek için uçurumdan atlayan gencecik kadınlar, köle olarak satılanlar, tecavüze uğrayanlar… Bunca vahşeti aklım almadı, nefes almak dahi zor geldi bazen. Sonra memleketimden kadın manzaraları… Her gün üç kadın yitip gidiyordu, erkekler tarafından hayallerinden, umutlarından, dünyasından koparılıyordu. İşte ben de böyle delirdim. Şengal ve coğrafyamın kadınlarının amansız, kolay gidişleri mantığımı yitirmeme, sinirlerimin harap olmasına neden oldu. Bir de her gün tahrik indiriminin yapılmasının haberlerini almaya başladık. Erkeklere tahrik indirimi vardı, kadın müebbet ile ‘cezalandırılıyordu’ tecavüz eden adamı öldürdüğü için. O yüzden Nevin ile Reyhaneh’in yaşamı ne çok benziyordu, biz kadınlar birbirimize ne kadar çok benziyorduk… Tüm bu yaşananlara, şiddete uzaktan bakıyordum sadece. Kadın Çalışmalarında yüksek lisans yapmam neyi değiştirecekti, bu değiştirme inadımı sürdürmeli miydim? Sonra kendimi düşünmeye başladım. Gerçekten de sadece uzaktan mı bakıyordum şiddete? Engelli bir kadın olduğum, toplumun ‘mükemmel’ kadın ölçüsüne uymadığım için rahatsız edici bakışlara, sorulara maruz kalıp psikolojik şiddet görmemiş miydim? Ya da ismim Kürtçe diye karşı tarafın tanıştığımız an yüz ifadesinin değişimine şahit olmamış mıydım? Şiddetin her türü sarmıştı aslında beni. Gördüklerim, yaşadıklarım darmadağın ederken beni bir kadın için şiddete uzaktan bakmanın mümkün olmadığını öğrendim. Delirdim, ruhum dağıldı. Bu ruh günden güne dağılırken kimsecik içimdeki çıtırtılara kulak kesilmedi. Ben ise vazgeçemiyordum çünkü fark ettim ki delirdikçe mücadele isteğim artıyordu. Dağılsam da yürümeye devam edecektim bu yolda. O yüzden yazmak istedim belki de. Bir kadın şiddetin ne kadar uzağında kalabilir, bir ruh nasıl dağılır anlatmak istedim. Çokça sorum, çelişkilerim vardı, bir de kelimelerim…

Bir deniz var sanki ruhumda. İnsanların hayatlarını, maruz kaldıkları şiddeti gördükçe çıldıran, kuduran, dalga dalga bölünen… Ve ruhumdaki deniz inişli çıkışlı, dengesiz. Her zerremde o türkünün izleri var; yaprak döker bir yanım, bir yanım bahar bahçe. Ağlamalarım ile gülmelerim artık daha sık karışmaya başladı birbirine. Evet, dünya hiç tozpembe olmadı, birileri sürekli kayıp gitti, bilhassa kadınlar kırıldı, öldürüldü. Ama son zamanlarda nefesim çıkmaz oldu göğüs kafesimden, artık kaldıramamaya başladım olanları. Dünya karardıkça içim de karardı. Her yıl yayınlanan istatistiklerde rakamlar artıyordu, o artan ve söylenmesi kolay olan rakam koca bir dünyayı anlatıyordu aslında. Bir gidiş; bir hayalin sönüşü, geleceğin kaymasıydı ama bir kadının gidişi, elinden alınan hayatı sadece bir kadına ait değildi. Bir kadının ölümü, ardından binlerce kadını öldürüyordu. İşte ben de bu şekilde öldüm, her gidiş küle çevirdi içimi. Bu değişmeliydi ve ben de tüm umudumu yanıma alarak başladım Kadın Çalışmalarına. Zaten tarih, erkeğin tarihiydi, kadın gerçekten uzak, en kötü figürde yansıtılıyordu. Tarih Bölümünü bitirdikten sonra başladığım Kadın Çalışmalarında hem biraz iyi hissedecektim hem de kadınların da var olduğunu anlatan çalışmalar yapacaktım. Ayrıca bu alana geçişimle birlikte kurduğum cümlelerde korkusuz olmuştum. Umut ışığım, mahkemelerden katil erkeklere gelen tahrik indirimleriyle sönmeye başladı. Umudu yitiriyordum ama daha başka bir hisse bürünüyordu ruhum. Öfkeliydim, hırslıydım, vazgeçmeyecektim, vazgeçiremeyeceklerdi. Tüm kadınlar gibiydim aslında, tüm deli kadınlar gibiydim. Delirsek de yürüyecektik, umudumuz azalsa bile inadımız ve mücadele hırsımız vardı. Yürüyecektik, özgürleşene kadar yürüyecektik. Ruhun dağılması kadar için sarsılması da tuhaf gelebilecek bir ifadeydi ama tam olarak içinde bulunduğum durumu karşılıyordu. Başka bir anlatma biçimi bulamıyordum. Kalemimin acemiliği her vuruştan sonra betimlememi silme isteği uyandırıyordu içimde ama ne yapabilirdim? Bu kırık, acemi cümlelerin yazılması için yüreğim baskı yapıyordu. Sonra belki benim çığlığıma eşdeğer bir çığlık dost olurdu bana. Acemi ifadeler bir anlayanım, içimi açtığım dostlarım ses versin bana diyeydi biraz. Bir ateşten çember vardı etrafımızda, kadınlar olarak bir kıskaca alınmıştık. Eğer erkeğin görmeyi istediği bedene sahipsek metalaştırılıyorduk, ataerkinin tanımladığı mükemmel bedenimiz yoksa görünmez kılınıyorduk. Her türlü erkeğin kuralına göre yaşamak zorunda bırakılıyorduk. Kadınlar yarımdı, engelli kadınlar ise sıfır noktasındaydı, değersizdi. Engelli bir kadın olarak bu engelli ‘kardeşlerini’ çok seven toplumun ortasında kaygıyla yaşıyordum. Çünkü farkındaydım ki karşılaştığım tepkiler engelimle ilgili değil engelli bir kadın olmamla ilgiliydi. Ataerkil toplumda yaşamak ruh yaralayıcıyken esas kırıcı olan yaşadığım bu kaygılar değildi ama yine ataerkiyle ilgiliydi. Çünkü bu toplumun bir adalet sistemi vardı ki evlere şenlikti! Berkin’i, Ceylan’ı, Nihat’ı, Ali İsmail’i öldürenlerin cezası birkaç yıldı ya da sorumlular hiçbir şekilde yargılanmamıştı. Roboski’nin, Madımak’ın cezası yoktu, ona tecavüz eden adamı öldüren Nevin’e müebbet vardı ama kadın cinayeti işleyenlere birkaç yıl ya da cezasızlık ile sonuçlanan yargılamalar takdir görülüyordu. İnanılır şey değildi! Her cinayet, tecavüz, şiddet sonrası bu adalet sisteminin etkisiyle meşrulaştırma çalışmaları vardı sanki. Nitekim son 10 yılda kadın cinayetlerinin artması bu meşrulaştırma çalışmalarının bir ürünüydü. Erkekleri aklama çabası içerisinde olan erkek adalet sistemi, tahrik indirimleriyle bir kez daha öldürüyordu kadınları. Bu sistem, tayt giyen karısını öldüren adamı haklı göstermişti, haliyle yargı da katildi…

İnsanın ruhu nasıl dağılır, bu nasıl bir hissin ifadesidir? Acemiliğim tarif edecek bir kelime bulmamı önlüyor. Nasıl anlatacağım ruhumun dağılışını, hangi sözcüklerle tarif edeceğim içimde çıtırdamakta olan kalbimin varlığını? Un ufak olan bir kalbin sebebini aşk olarak gösterseydim inanacaklardı, dünyanın bendeki kırılmalara sebep oluşu abartı sayılacaktı. Hepimiz dünya için kaygılıyız yahu abartma, denilecekti. Ama abartmıyordum işte, kara bulutlar oturuyordu içimde. Günden güne içime bir keder yerleşiyordu. Dünyanın sancıları ve gürültüsü bencildi, sadece kendinin duyulmasını istiyordu. Belki de o yüzden kalbim susmuştu, aşka dair sözlerim tükenmişti. Daha doğrusu dünyanın acıları kalbimin sesini duymamı önlüyordu. Nereden aklımda kaldığını hatırlamıyorum ama bir film repliği vardı. Dünyanın, insanların acılarına ağlamaktan, bireysel acılarını unutmuş, kendisi için gözyaşı dökmüyordu, diye. Sanırım bu replik çoğumuzun hayatına uyuyordu, artık en çok toplumsal acılar için ağlıyorduk. Bundandır yıllardır aşk üzerine söylediklerimin bana bayağı gelmesi ve artık aşka dair cümle kuramıyor oluşum. Önceden canımı yakan bir adamın ardından ne çok şey söylerdim, şimdi ise hüsranla biten bir yitik aşk, ruhuma dokunup geçiyor sadece. Birazcık yalpalıyorum, kırılıyorum ama daha fazlası değil. Daha fazlası olursa bencillik olurmuş gibi geliyor. İnsanların içinde bulunduğu acıların büyüklüğü, aşk için dökülecek yaşların da kelamların da sayısını azaltıyordu. Dünya kırmızıydı ama bu aşk kırmızısı değil, kan kırmızısıydı…Ne ataerkil bir toplumda engelli kadın olmak ne de şiddete uzaktan uzağa bakmaktı beni dağıtan; kan revan içinde bırakılan Şengal’di asıl yüreğimi parçalayan. Ve bir yaradır Şengal ruhumda, beni dağıtan, delirten… Ağustos ayıydı, siyasal sancılar içerisinde yaşamış, devlet şiddeti görmüş bir ailenin ilk kez tatile yeltenişinin kursakta kalışıydı. Dikili denizi ateş olmuştu, sarmıştı bedenimizi, yanmıştık. Görüntüler geldikçe ruhuma bir karabasan yerleşmeye başladı. Viyan Daxil’in yakarışı hala kulağımda. Onun gözyaşları içinde attığı yardım çığlığı, kopuşlarımın başlangıcıydı benim. Kopuyordum, deliriyordum, sinirlerimin harabeye dönmesi de artık kolayca ağlamama yol açmıştı. Gülmek ve ağlamak arasındaki çizgiyi yitirdim önce, ağlarken güldüm, gülerken ağlamaya başladım. Bu aynı anda gerçekleşen duygu durumlarının büyük etkisi vardı ruhumdaki dağılışa. Daxil’in çığlığı kulaklarımda varlığını korurken bir de izlediğim bazı görüntüler vardı gözümün önünden hiç gitmeyen. Ezidilerin adı her geçtiğinde gözümde direk o beliriyordu. Bir kadın, havalanan helikopterden kendisine uzatılan ele can havliyle yapışmıştı, yüzündeki korkuyu anlatacak yeteneğim olsa da anlatsam keşke. Şimdi ne söylesem yetersiz, lisanım yarım. Düşündükçe içime bir ok saplanıyor, bu vahşeti o kadının gözlerinde, göç yollarına düşmüş, savrulmuş halkın gözlerinde görmüştüm. Hangi kelamı etsem anlatamayacaktı, ruhumdaki dağılmaya sebep olmuş bu katledilişi. Soluğum kesik kesikti, kalbim sıkışıyordu ve yazmaktan başka hiçbir şey gelmiyordu elimden.Velhasıl onlar yok ettikçe benim ruhum dağılıyor, darmadağın olmuş içimi toparlayamıyordum ve değerlerimi de yitirmeye başlıyordum. En çok korktuklarımdan biri de bu satırların ajitasyon olarak algılanmasıydı. Tüm acıların böylesine kullanıldığı bir zamanda buna inanmak belki zor ama bu bir ajitasyon yazısı değil, bu deliren bir kadının feryat yazısı, dağılan bir ruhun, tuzla buz olan bir yüreğin yazısı…

Yaşanan her olay, kopan her kıyamet öğrenmemi sağlıyordu, deneyim kazanıyordum. Bilhassa Türkiye’de yaşanan her acı sonrası ağzı bozuk, ikiyüzlü hüzünler yaşayan bireyler ortaya çıkıyordu. Deprem oluyordu, darısı sevilmeyen diğer kentlere isteniyordu, eylem oluyordu, öldürülenler sevinç kaynağı oluyordu, maden göçüğünde yüzlerce insan ölüyordu, buna tepki çekmek için eylem yapanlarla dalga geçiliyordu. Filistin kanadığında ayaklananlar, Şengal kanadığında susuyordu. Riyakârdı acılar,bu tutumun kadın cinayetlerine karşı da sergilendiğini en açık şekilde gösteriyordu Özgecan cinayeti. Bu cinayet ortalığı ayağa kaldırmıştı. Bizler her kadının hayattan koparılışının ardından öfke doluyorduk ama onların öfke nedeni bu değildi. Masum, namuslu bir genç kadın sözüyle başlayan üzüntüler yaşıyorlardı. Zira Özgecan’ın ardından bir ölüm haberi daha almıştık, genç bir kadın sevgilisinin arabasında bulunduğu sırada ölüme gönderilmişti, sevgilisinin arabasında olması ‘namus’ ile ilgili sualler akla getirmişti, o yüzden bu cinayete pek lanet edilmemişti. Aynı şekilde trans bir kadının tecavüze uğraması da umursanmamıştı. Hatta en kötüsü trans bireyin yaşadığıydı ki haber bile yapılmamıştı, tüm kadın dernekleri Özgecan için ayaklanmıştı ama onun için birkaç feminist sosyal medya sayfasından başka üzülen olmamıştı. Belki de çok abartılıydı bu ifade, elbette ki bu şiddet için de ele ele verip kızgınlıklar dile getirilmişti sesin çok fazla duyulmadığı bir şekilde. Böyleydi bu coğrafya. Bir kadın şiddete mi uğradı, öldürüldü mü? Evvela belirtile! Bu kadın ‘namuslu’ mudur, değil midir? Kızmanın, yasın belirleyici unsuru buydu. Oysa ben bir kadın olarak tam ortasındaydım ölümlerin. Susulan ya da konuşulan her ölüm kanatıyordu benim ruhumu.

Karaydı kalemim, ruhum karaydı, yazım karaydı. Yani içim dışım karaydı. Tıpkı Sylvia gibi karanlıklar sızıyordu çatlaklarımdan, içimde tutamıyordum hayatı. Ruhumun dağılışı yüreğimdeki sıkışmalara sebep oluyordu. O yüzden lisanım zehir zemberekti, dağılan bir kadın nasıl becerirdi güzel kelamlar etmeyi? Ruhumdaki kopuşların sebebi Şengalli kadınlardı ve her yanım kanatılan halkların kadınları ile doluyken güzellikleri kaleme alamıyordum. İçimde öyle bir yangın yeri var ki uçsuz bucaksız. Bir yanım Ferhunde taşlar altında, bir yanım Ferinaz camdan savrulan, bir yanım Ezidi tecavüzden kaçıp uçurumdan atlayan… Bu kaygılı günlerin gülüşü bir ok gibi saplanıyordu içime, dışarıdan gökkuşağı gibi görünen bir kadının aksine içim huzursuzdu ve endişeye bulanmıştı. Yine de tamamıyla kapanmamıştı görüş açım, hala renkleri seçebilecek gücüm vardı, gülüşüm de çekilmemişti yanağımdan. Kalemime yas bulaşmıştı ama halen ışığı bulmaya hevesliydim. Yasın verdiği isyan, yaşamak için bir sebep veriyordu. Ve tabi yüzü güldüren, umut veren güzel insanların varlığı vazgeçmeyi önleyecek kadar çoğunluktaydı. Bir de mücadeleden geri durmayan, alanlarda yer alan, acılara ses vermekten her ne olursa olsun korkmayan cesur insanlar vardı. Ben bir feminist olarak bilhassa coğrafyamın kadınlarının yaşantıları konusunda umutsuzlukla ruhumda bir savaş verirken kadınların doludizgin var olma mücadelesini, her şeye rağmen pes etmeyişini görmek içimdeki kıvılcımların bir araya gelerek yeniden alevlenmesini sağlıyordu. O deli ruhlar ki her cümlesiyle ruhumdaki kara perdeyi çekiyor, her hareketiyle bana yürümeye devam etmem için dayanak sağlıyordu. Onlardan biriyle kadın çalışmaları kongresinde karşılaştım, ben kara sunumlar yapmayı şiar edinirken o, insan varsa her şey vardır diye beni silkeleyen bir cümle kurmuştu kara cümlelerimin yanı sıra güzelliklerin de anlatılması gerektiğini öğütleyerek. Sonra kadın hareketine yıllarını vermiş deli ruhlar, değerli insanlar tanıdım. Gülmeyi bırakmamışlardı, yazmayı ve anlatmayı bırakmadıkları gibi. Ve acılara inat mücadeleye devam edenler, evladını yitiren bir anne, işkencede harap olan bedenlerine ve ruhlarına rağmen gülen adamlar ışık oldu yoluma. Ve işte bu insanlar can verdiler bana, ayakta durmam için cesaret verdiler. Ruhumdaki tüm dağılmışlığa iyi gelecek olan tek şey, biliyordum ki mücadele etmekti. Çokça meramımız ve bir de kalemimiz vardı. O halde yazmanın ve savaşmanın zamanıydı…

Share Button