Nağmeler

Seher Z.
Şarkılar vururmuş insanı nasıl da unutmuşum! Bir uçarı kaçarı halleri varmış, bir de durup durup yakan. Gönül gezdiriyorum sandım, baktım ki gönül sürgün, feryat benden azade. Kah semaya saldı beni, kah yerlere yeksan. Deva niyetine can kesildim, tenimi dermana men eyledi. Bildiğimle terennüm edeyim dedim, ezberimde yaban sezdim. Bilmediğime katılayım dedim, esrarında sebepsizdim. Ne varsa elimde bir fazla bekledi, yetmedi ekler olsam o bir diğerini yeğledi. Neşesinden bir katre diledim, o vecdine saldı beni. Mecnunum, çilesi neyse çekeyim, dedim, o beni neşemden içeri seyyah belledi. Sonunda bildiğimden oldum, cürret bu ya, üstüne bir de bilmediğimden imtihana soyundum.
Bir elim siberpunk ve rock kabare’ye uzanırken -pek gönlüme göresiymiş, bu arada, yeni ve geç keşif-, biraz da caz ve rock’ın füzyonunu arar severken bir yanım, diğer yanım nasıl olurdu da dönüp dolaşıp doksanlara dadanırdı, pop, arabesk, hafif/ağır meşrep ne varsa onun harmanıyla hız alırdı, bilmiyorum. Sonra sorsalar, tangodan valse, valsten de nihavende kısa devre geçişler nasıl oldu, bir fikrim yok. Aklımı yamacına bıraktığım o hülyalı hallerden doğru kestiremem hala. Türsel gecişlerde ya da faklı düzlemlerde kavramsal bütünlükler kollamıyor değildim oysa. Şarkılardan doğru uzunca bir serbest çağrışım seansıydı (gevezelik demediysem iyi hani) sanki bu. Başladığım yeri az biraz biliyordum ama varacağım yer konusu zinhar fikrimde değildi. Araya sadece biraz iş-dostlar alış verişte görsünler-sonra da uyku giriyordu. Rüyada da şarkı seçiyor olmalıydım, kulağımda nağmelerle uyandım hep.
Ciddi kararlar almıştım, içine doğmadığım ama beni ben yapan şehri terk ediyordum ve gittiğim meçhulle ilgili çok da fikrim yoktu. Ne de bunu düşünecek zamanım ve halim. Ayrılırken yanımda bir kaç valiz vardı, bir kaç eşya, kitaplar ve de önemlisi ve yenisi bu şarkılar. Nakliyatçılar geliyor, kutuları soruyorlar, hangisi nerede nasıl, ben şarkı evine koyacağım bir sonraki şarkıyı düşünüyorum. Yeni evime girmişim, paketler açılacak, eşyalar yerleştirilmeyi bekliyor, bense internet bağlantısı bulabilmek için en yakın cafeye gidip liste karıştırıyorum. Ev kalınır gibi değil, bir penceresi yeşil bir vadiye bakan bir otel odasındayım, diğer pencereden Gezi tartışan genç insan sesleri geliyor, ben bilgisayar penceresindeyim, o çok sevdiğim ninnilerden bir şarkının on sekiz çeşidinden hangi üçünü seçsem de ona dinletsem, ona bakıyorum. Sonra serenadlar geliyor-adettendir, serenada çıkanın üstüne su dökerler, biliyorum ama korkunun ecele faydası yok-seçiyorum. Dersin nağmelerden bir solunum cihazı bulmuşum, etrafta soluyacak bir dirhem hava, ciğerimde de bir damla derman kalmamış ve ben pek yakında son bulacak ömrüme anca öyle ömür katıyorum. Dersin bu yeni yere de o parlak haleliye yakın olmak için gelmişim ve diğer şehri de içinde o yok diye bırakmışım. Deli değilim ama kesin divaneyim. Öyle davranıyorum. Kendim de bilmiyorum, şimdi anlıyorum. Sorsalar, işte öyle… Şarkı dinliyor, eğleniyorum. Önceleri bir kendime bir de parlağa. Sonraları… Bir de nağmelerin kendisine.
Başlangıçta gündelik akışta minik bir teneffüs, hoş bir boş zaman eğlencesi gibi başlayan bu şarkılarla seslenme giderek asıl uğraşım halini aldı. Sadece tek bir dinleyicisi olan acemi bir dj’likti benimki (zor işmiş, bu arada onu da anlamış bulundum). Gündelik akışta, takvim ve saatlere tabi hayatlarımızın zekâtı bir an-kuşkusuz o an -zamana teşmil edilmeye direniyordu belli ki. Zekatın zekatı olur muydu?! Değildi elbet ama bu, bir andan başka anlara geçme, zaman zembereğinden boşalmanın kendisini yaşamaya koyulmaktı. Büsbütün zamansız değildim hiç ama başka bir zamandaydım. Sahi o nasıl dinliyordu? Ne duyuyor, neler hissediyordu? Bedeninden, varlığından üzerime boşalan bin ışıktan bir kaç huzmesini ayırabilsem anlar mıydım rengini? Üzerindeki eflatun atlet üzerine mavi-beyaz çizgili bluzdan denizci şarkıları sevdiğini çıkarsa mıydım? Bu şarkıları Portekiz sahillerinden mi, Dalmaçya’dan mı, Napoli’den mi, yoksa Karaiblerden mi derlemeli? Olmadı, kırmızı papuçlarından başlamalı. New York metrosunda çalan bir güzel müzik grubu vardı, onlarda bulunuyordu sanki, zihnimde kalmış, öyle bir gel geç kırmızılık, tamam buldum. Hazır sokak çalgıcılarından parça koymuşum, Barselona pazarlarında çalan, dostum Karmen’den bildiğim o gruptan birşeyler çalmak da hoş olur şimdi. Ayrıca geçmiş ama Karmen’den duymuşum, o yegane kuralımı da ihlal etmez hem, mazinin hazin cüzünden değil o, bilakis tebessümlüsünden. Onun yaşama sevinci, bitmez tükenmez merakı da var, sinmiş işte parçaya da. Hem gündelik, hafif, hem de dokunaklı biraz. Bu oldu bak. Bu grubun müziğinde en çarpıcı öge ksilofon, metal vurmalı, bayılırım. Bir sonraki parça da başka bir vurmalı olabilir mesela. Hadi hang olsun (İsviçre’de 2000’lerde geliştirilmiş bir müzik aleti. Şekli UFO’ya benzeyen ve birbiri üzerine kapanan iki çelik çanak. Sesi inanılmaz, çarpıcı!). Şu iki oğlan, karanlık bir odada yan yana çalıyorlar. Çok ciddiler, çok dikkatli ve keyifli. Gecenin bir vakti, el ayak çekildiğinde, gözlerden uzakta (bir müştemilat?) çalıp eğleniyorlar kendilerine, bir sırrı herkesten saklar gibi…
De ki bir cümlede bir parantez açmışsın, sonra o parantezin içinde sonsuz başka parantezler daha, öyle ki bir noktada ne yeni bir cümleye geçebiliyorsun ne de içine girdiğin ilk cümleye dönebiliyorsun, öyle işte… Parantez oluyorsun. Hani koşucuların koşuya çıkmadan önce durmakla koşmak arasında yaylanması vardır, yaylardan yaylardan tendon oluyorsun. Ya da filmlerde bir sekans mı desem? Korsan kasetlerde çok olan o dijital kırılmaların verdiği bir dalgınlık esi, hani bakakalırsın bir süre öyle ekrana da kırılmadan bir önceki sahneyle bir sonraki arasında neler oldu bilmezsin ama devam edersin- kırık ayar bir sekans, diyeyim. Hani bir telefon çalar, kendine sanırsın, açarsın ki sinyal; ben o sinyalden önceki sanmalardan bir hal oldum. Sandım sandım sanal oldum. Yolda giderken, gözünün kenarı yanından geçen arabanın jantlarını tek tek seçer ama yüzünü dönüp, gözünü dikersen parçalarını seçemeyeceğin buğu görünümlü metal bir pervaneyle karşılaşırsın, denediniz mi hiç? Ne yapsa o kenarından gördüklerini kaçırır işte dik bakış, ben kenardan önceki ‘o’ oldum, işaret zamiri derler ama şüpheliyim, işaretin kendisidir, ‘o’ndan oldum. Sorsalar, kafam parlaktan bile güzel, işaretten pervane oldum.
Ağaçlara bakmaktan gelmek gibi evet, göğe uzun bakamam, belki ondan. İsterim mekiğime çekileyim, sadece onun oyasını öreyim. Tık tık- tık tık. Bu sesle tanıştım ben ilk mekik oyasıyla. Böceklerin yapabilecekleriyle de. De ki Haliç kıyılarında bir yerdeyiz, vakit 70ler. Ben kaç yaşındaydım çocukken, evet 10 yaşındaydım. Kaldığımız evin genç kızı aşkından, ben tahtakurularından, etrafsa geniş yaka faça-bol paçadan kırılıyor. Arada teypten geliyor, “merhametin yok mu senin/kara vicdanlı, kara vicdanlı sevdiğim benim”. Şerminse hep mekiğinde, işliyor-tık tık. Teypte Gülden patlıyor sonra,”efkârım birikti sığmaz içime/bir sitem etsem azdır kadere/gülmeyi unutan yaşlı gözlere/mutluluktan haber ver dilek taşı”-sobada fokurdayan çay ve annesi var bu sahnede. Gülüşünde yandan çark, çorbasında şehriye, asabiyetindeyse façasına fazla düşkün bir koca-Allah rahmet eylesin, matrak adamdı. Böceklerde de kafa yapıyor mudur ki bu sesler diye düşünecek başta değilim henüz ama ortamda bir şey var, beni de almış içine, dibine vurmuşum o şeyin ama neyin? Ziyaret bitiyor, eve dönüyoruz; kaşıntıdan ölünmüyor ama dertten öleceğim. Aşikâr, Şermin’in derdinden muzdarip bir garip yerdeyim. Oysa ne bir sevdiğim var, ne sevdiceğim, dersin ipliksiz bir mekik, belki de başsız bir böceğim. Hepsini tahtakurularına yazıyorum, kaşıntıya. Dersin, Şermin’in derdini, şarkıların dediğini, mekiğin gel gitli asabiyetini de böcekler gezdirmiş üzerimde. Gerekçem yanlış ama aradığım yer doğru sanırım, öyle ya da böyle hadise tende patladı yine. Soran olursa, gezmelerdeydim.
Komşuların şeylerinde gönül gezdirmelerden de bilinebilir, tabii. Komşu deyince bende balık, çay ve leke. Bir başka deyişle, tekinsiz bir neşe. Balık bilmez meşrebimizden olmalı, senelerle yan kapıda yedim ben-bir hamsi, bir istavrit. Bizimkilerin yemek adabındaki gedikleri bilir beni özel ağırlarlardı komşu teyzeler amcalar ve kızları, çok sevinirdim. Her yemekten sonra bardak dönerdi o evde, üzerinde çilek kiraz kayısı çıkartmalı bir çay bardağı (çay da olmazdı bizde, varsa yoksa acı kahve). Biri bitirir çayını, sonra aynı bardakla bir diğeri. Bilemedim şimdi neydi niyeydi-her ailenin kendine göre vardır işte, illa söze gelmez “bizde böyle” halleri- ama işte izler, bardaktaki parmak izleri az önce keyifle yediğim balığın olanca lezzetine karışır, o afiyetli geceden gözümde bir yağdan leke kalırdı. Dersin İngiliz dadıyla büyüdüm, değil, sadece bize görünmeyen ama bizim olan lekeden başka olmalıydı. Bardak faslına geçmeden ayrılmayı akıl edemezdim, oyuna dalmış olmalıyım ya da lekeye mi alışmış. Sorsalar çay paşasından afiyetteyim.
Hayrünnisa idi adı. Aynı komşu evden ama o başka idi, bambaşka. Kahramanımdı, ilk kalp ağrım sanırım. Çizimleri olurdu hep, çok ödevli üniversiteleri. Büyük büyük, beyaz beyaz kâğıtlarda düşleri mi vardı, yanında da ahşap işleri. Masasına eğilimiş, çizer işlerken, sırtında kamaşan bir kavisti, sabırdan gayretten mi seğirirdi o, yoksa çizgilerle gördüğünden mi? O kâğıtlara ince uzun çizgiler çizer, bense çizgilerden boyar yazardım. Önce önüme koyduğu boş kâğıtlar dolsun, yanında usulca durayım da zaman geçsin içindi, sonra hiç bitmesin/sabahlar olmasın oyun evimdi. Hayrünnisa nazikti ve de latif; çizdiğim şekiller harfmiş gibi, onlarda cümleler varmış gibi yapardı, ben de inanmış gibi. Yazdıklarım okuduğu kadardı, okudukları hiç bilmediğim kadar. Peki o da komşu muydu ve lekeli? Hem öyle, hem değil. Zanlımca lekesinde dünyanın şifresini saklardı. Evi unutturan, zamanı boşa çıkarandı. Gönlüme sorsalar dünya onun çizdiği bir duadandı ve cümle zaman onunla ve onda duran an kadardı.
Mazinin de çizgisi vardır, eğridir gibime gelir, bükünlü. Döneyim desen ıskalarsın, bırakayım öte geçeyim desen eskiden bakiye, geç kalansın. Şarkıların bükününden doğru sezdim sanki zamanı, şimdinin kendinde göremediği bir lekenin ifadesi gibi mi demeliyim? Zamanı şarkılara bölmek ve şarkılarla bölmek, şarkıların içindeki gizil zamanın sezgisine açılmaktı ve onun cebbar icracısıyla selamlaşmak-korkarım bu mezür! Vecdin de hüznün de, kederin ve neşenin de tende patlayan titreşim tokmakları varmış. Ve bu benim şimdi bana biraz aciz, çokça da naïf görünen, hicranlı geçmişten uzak durma şiarımı çok aşan, onu yok saymayan ama pek de tınmayan bir başka zamanmış.