Anneannem ve Madam Manik
Seda Yılmaz
Anneannem ellerime iyi bakmamı tembihlerdi hep. “Eldivensiz iş yapma sakın” derdi. İş dediği, ömrünü vakfettiği ev işleri. Eski Yugoslavya’nın Prizren şehrinde başlayan, ailesiyle birlikte göç ettiği Nazilli’de, ardından da İstanbul’da süren yaşamının kim bilir kaç gününü mutfakta yemek pişirerek, çamaşırları çitileyerek geçirdi? Tertemiz yaptığı halıları, camları, parkeleri gösterip, maharetlerini sergilediğinde yüzünde muzaffer bir ifade olurdu. “Aman anane!” derdim, “Benim ilgimi çekmiyor bunlar. Boşuna didiniyorsun.” Şimdi anlıyorum; yegâne varoluş sebebiymiş mum gibi ütülenmiş çamaşırlar, ocakta devamlı kaynayan yemekler, çamaşır suyuyla kar gibi beyazlatılmış perdeler… Ölmeden bir yıl önce kanser tedavisi görürken ellerini uzatıp, “Karardılar baksana. Kemoterapi bozdu ellerimi” demişti. Artık ne yemek pişirmek istiyordu, ne de çamaşır yıkayıp asmak. Yılların yükünü sırtlanan elleri mecburiyetlerden yılmıştı belli ki. Geçmişi anlatır dururdu. Aynı geçmişi bir de ellerinden dinleyebilseydim keşke. Çünkü insanın ağzından dökülen sözcükler, iç dünyasında yaşadıklarına tercüman olmaktan uzaktır çoğunlukla. Belki tam da bu sebepten ötürü Manik Manukyan’ın elleri, gördüğüm andan itibaren günlerce zihnimde asılı kaldı. Bir Ermeni’nin acısını görmek demekti onlara bakmak. Soykırımdan kaçan ve kurtulan bir Ermeni’nin…
Elem görmemiş el yoktur elbet. Ancak Madam Manik’in kırış kırış ellerinde, doğduğu topraklardan koparılmış, zorunlu göç ve kıyıma maruz kalmış bir halkın yaşadıklarının canlı tanığı olmanın elemi var sanki. 1910’da Silivri’de dünyaya gelmiş Madam Manik. Nazik Armenakyan’ın fotoğrafladığı karenin altında yaşam öyküsünü birkaç cümleyle özetlemiş. “Bir gece gemiye binip İstanbul’dan kaçtık ve Yunanistan’a vardık. Annem bizi Vodina köyüne götürdü. Orada iyi bir yaşantımız oldu. Sonra evlendim ve Selanik’e taşındık. Yunanistan’dayken çok varlıklıydık. Ermenistan’a geldiğimizde hayat şartlarımız kötüleşti. Kocam bu şartlara dayanamadığı için erken yaşta öldü. Ben terzilik yaparak geçimimi sağladım. Hayatım boyunca gelinlik diktim.” Bunları anlatırken yüzü bulutlandı mı acaba? İnsanoğlunun bitmeyen acımasızlığını düşündü mü? Ya da tarihin insanlara hiç ders vermediğini, sadece katlanılmaz bir tekrardan ibaret olduğunu? Kıyım daha çok kıyım, savaş daha çok savaş diye diye insanları ve insanlığa dair güzel olan her şeyi ortadan kaldıran devletler hiç değişmiyor aslında. Gücü elinde bulunduran iktidar sahipleri eziyor, zulmediyor, yok sayıyor insanları. Bugün ülkeden ülkeye bir eşyaymışçasına sürüklenen Suriyeli mültecilerin yaşadıkları da aynı devranın dönmeye devam ettiğini gösteriyor işte. Yaşananlar üç aşağı beş yukarı benzer. Tek fark, artık iyice nasır tutmuş olmamız. “Yoğun” yaşantılarımızın hayhuyunda sadece bir insanın hayatının bile ne kadar kıymetli olduğunu unutmamız. Acıları kanıksayıp her geçen gün benliğimizden biraz daha uzağa düşmemiz ve hem kendimize hem birbirimize yabancılaşmamız.
Ben şimdi gözlerimi kapasam ve Madam Manik’in ellerinin başından geçenleri hayâl etmeye çalışsam bunu yapabilir miyim? Hadi yaptım diyelim, Ermeniler’in acısını ve ızdırabını bir nebze olsun duyumsayabilir miyim? Yaşamından kısaca söz ettiği birkaç cümleye bakarak hayata karşı çok da kırgın olmadığını varsayabilirim. Kim bilir belki de sırlamıştır belleğini, dilini. Ama elleri dile gelse ve Silivri’deki evlerini, bu evde geçen günlerini, orayı apar topar terk etmek zorunda kalışlarını ve bu esnada nasıl da çaresiz, nasıl da korkmuş hissettiklerini bir anlatsa. Bir anlatsa, vatan belledikleri kara parçasının onlardan kurtulmak isteyişlerinin toplumsal hafızalarında açtığı yarayı. Bu yaranın merhemi hakikati kabullenmektir. Oysa ki yaşadığımız topraklarda zulüm görenin önüne inkâr duvarı örülür tezelden. Dizi dizi mazeretler sıralanır. Ve en nihayetinde yara kapanmaz olur.
Elleriniz Madam Manik, elleriniz… Bir halkın, insanlığın, yaşadığımız zamanların kahrını taşıyor.