Bunlaaaarrr!
Şehlem Sebik, Dilara Kızıldağ
Türkiye’de mücadele geleneği şiddete dayalıdır. Biz böyle gördük, böyle bildik. Direnmek ciddi bir iştir. Fakat polisin şiddetine karşı polise çiçek atan, öpücük gönderen bu mizahi ve şiddetsiz mücadele de nereden çıktı? Bunlaarr mı çevreci? Bunlaarr mı dış mihrak? Ama cibiliyeti belli bunların.
31 Mayıs sabahından beri bir düşün içinde yaşıyoruz! Sokağa çıkarken bir randevuya gecikecekmiş gibi mutlu ve telaşlı hallerimiz, ağzımız kulaklarda şaşkınlık anlarımız, tanımadığımız insanlara hal hatır sorma, herkesi kollama hevesimizle biz bir başka olduk. Bu umutlu, heyecanlı halimizi başkalarının da gözlerinden okuyunca, başladık ses kayıt cihazımızla kapı kapı dolaşmaya.
Gezi Parkı polis zoruyla korkunç bir şekilde boşaltıldıktan bir kaç gün sonra, hani hala sokaklar evimizken, heyecanımız bulaşıcı şekilde artarken başladık görüşmelere, yani daha olayların üzerine fazla da düşünmemişken. Bu yazıda Lambda aktivistlerinden Levent Pişkin, Görkem Ulumeriç, bağımsız LGBT aktivisti Ecem Dalgakıran, Güncel Hukuk Dergisi’nden Avukat Filiz Kerestecioğlu, bağımsız feminist Nilgün Yurdalan ve Nil Mutluer, Voltrans’tan Ali Arıkan, Antikapitalist Müslümanlardan Hadiye Yolcu ve Mehmet Lütfü Özdemir, Mor Çatı aktivistlerinden Birgül Akay, SFK üyelerinden Tuğçe Eda Sarıgül ve Bilinç Şüküroğlu, oyuncu ve yazar Esmeray yaptığımız uzun ve çok keyifli görüşmeleri derlemeye çalıştık.
O ilk duyguları almak istedik ve “ne oldu bize yahu!” diye birlikte düşünmek.
“Bu daha başlangıç”
Ali: Uzun yıllardır aktivistim ama mesela 1 Mayıslardaki o inatlaşma, politik bir şeyden çok sidik yarışı hali beni rahatsız etiğinden, bu tip eylemlere gitmiyordum. Son dönemde gördüğüm kanser tedavisinden dolayı bedenim zayıf olduğundan da uzak kaldım aslında. Bu yüzden Gezi direnişi sürecinde arkadaşlarımla telefonla görüşüyordum, ebeveyn gibi merak ediyordum uzaktayken. Olayların içindeyken de hem kendini koruyacaksın, hem de dışarıdakileri “Ben iyiyim”e inandıracaksın, o da zor. Televizyondan gördüklerim çok kentli görüntülerdi ilk başta. Varoştan insanlar ancak bir sure sonra fotoğraflara dahil olmaya başladılar ama fazla değillerdi. Sakin bir zamanını kollayıp parka gittiğimde arkadaşlarım bana turistik Gezi düzenlediler. İşte burada mutfak, revirler, bostan burada, nazar boncuğunu buraya asmışlar, devrim müzesi, ölenler için yapılan alan, Gezi kütüphanesi. Feministlerin standını da gördüm ama tanıdığım olmadığından mı, ayrı hissettiğimden mi, hiç gitmek istemedim. Ama genel olarak parktan etkilendim. Gerçi feminist, LGBT, anarşist, sol vb. örgütlerden dayanışma örgütleyen, yardımlaşan, takas pazarları yapan, çeşitli konularda atölyeler yapan, sorgulayan insanların ilk defa yaptığı şeyler değildi bunlar, Gezi sürecinden önce de yapılıyordu. Ama orada o ilişkileri ilk defa yaşayanlar daha çoktu. Gezi parkındaki insanların deneyimlerini dinlemek bile beni umutlandırdı. İnsanlar, birbirlerini ötekileştirmiyordu. Gerçi senin camiandan olmayan insanlarla ilk tanışmada da benzer tepkiler, benzer dönüşümler yaşanır. Yani birlikte çatışmış olmak, tanışmış olmak da yetmiyor, iletişimi sürdürmek gerekiyor. Daha uzun soluklu bir şey yani aslında bu herkes için “Bu daha başlangıç!”
“Şiştik Vallahi!”
Filiz: İnsanlar kendi yaşam alanlarında söz sahibi olamadan, her hangi bir söz üretmelerine izin verilmeden, baskıcı, otoriter bir yaklaşımla, aslında bir anlamda kapitalizmin rant beklentisi nedeniyle nefes alamaz hale getirildi. Gezi direnişi gösterdi ki hükümetin müdahalelerinden rahatsız olan yalnızca muhalif olanlar, zaman zaman sokağa çıkan, söz söylemeye çalışan aktivistler değil, aslında çok genel bir halk kitlesiymiş. Kardeş Türküler’in şarkısındaki “şiştik vallahi” sözü herkes için geçerliymiş. Gezi süreci için bir arkadaşım güzel bir tanımlama yapmıştı: “Avukatlar gözaltına alındı, avukatlar kendilerince ses çıkardılar. Gazeteciler gözaltına alındı, gazeteciler ses çıkardılar. Kadınlara baskılar oldu, kadınlar ses çıkardılar, ama ne zaman ki saldırı kendi kendine ses çıkaramayacak bir ağaca yapıldı, o zaman insanlar onun için isyan ettiler.” İsyana şiddetle cevap verildi. Kullanılan şiddet iktidarın verdiği cesaretten kaynaklandı. Zabıtaların, polislerin bu şiddeti cezasız kalmamalıydı. İdari amirler hakkında da soruşturma açılmalıydı. Türkiye’de ne yazık ki böyle bir gelenek yok. Türkiye’de idareyi ve devleti koruma refleksi var, valimi yedirmem, emniyet müdürümü yedirmem, polisimi yedirmem anlayışı var. Gerçekten adil, bağımsız yargı için yargının siyasi erkin etki alanı içerisinde olmaması lazım.
Gettoları değil kentin tamamını istiyoruz!
Görkem: LGBT bireylerin linç ve sürgün politikaları ile kentten dışlanmaları veya şehrin yalnızca yalıtılmış bölgelerindeki gettolarda yaşamaya zorlanmaları 21 yıllık örgütlü mücadelemizi ateşleyen şeylerdendi. 80 darbesinde translar trenlere doldurularak İstanbul dışına sürüldü. Bu süreç günümüzde de devam ediyor. Bildiğiniz gibi en son Avcılar’daki Meis Sitesi ve Beyoğlu Bayram Sokak olayları yaşandı. Şehrin merkezinden ilk dışlananlar hep LGBT’ler, sokak çocukları, sokak hayvanları oluyor. Bu yüzden zaten LGBT örgütleri olarak kentsel dönüşüm projelerini “Gettolar değil kentin tamamını istiyoruz!” diyerek yakından takip ediyorduk. Gezi Parkı da bizim zaten söz söylediğimiz ve içerisinde yer aldığımız bir süreçti. Bizim için tarihsel bir süreç oldu. Toplumun her kesimi oradaydı, aktivistler kadar alanlara ilk defa çıkmış kişiler de vardı ve çoğunluğu bunlar oluşturuyordu, örgütsüz bir kitle. Daha parka ilk dozer girdiğinde de gök kuşağı bayrağı ile oradaydık, son gün müdahale olduğunda da. Bu insanlar 20 gün boyunca gök kuşağı bayrağını orada gördüler. Bu bayrağı tutan insanlar onlara ilk yardımda bulundular, yiyecek dağıttılar, barikatlarda nöbetçi oldular. Alanı hep beraber kazandık ve bu dayanışma ön yargıları kırdı. Taksim meydanına ilk girdiğimizde LGBT bayrağımızla 60-70 kişiydik. Yüz bine yakın insan oradaydı ve insanlar bizi ayakta alkışladı ve “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz” sloganını hep birlikte söyledik.
# Diren Ayol
Levent: LGBT’ler polis şiddetini ilk defa Gezi parkında deneyimlemedi. Biz gece gündüz demeden herhangi bir hareketimizde, sinemada, evlerimizde, sokakta polis şiddetine maruz kalıyoruz. Bunun dışında parklar özellikle geceleri 12’den sonra geyler için sosyalleşme alanları. Orada tüm sosyal statüde insanlar buluşabilir, çünkü gey barlarda bir içki 10 lira iken parklarda daha özgür bir ortam var, sosyal statüsü ne olursa olsun o grubun tüm üyelerine açık yerler. Bir de Taksim ve Beyoğlu LGBT hareketi için kazanılmış bir mekan, onur yürüyüşleri 11 yıldır burada yapılıyor. Beyoğlu’nda sıkıştırılan varlığımızı kitlesel bir biçimde haykırıyoruz. Bu direniş bizim 21 yıldır kazanamadığımız meşruiyeti doğrudan kazanmamızı sağladı. Yerleşik algıları kırdığımızı düşünüyorum. Sosyal medyada iyi dilekler ilk olarak Çarşı’ya, ikinci olarak da LGBT’lere gönderildi. Geziye girdikten sonra da polis şiddetinden kaçan insanların sığınmaları için İstanbul’da tüm derneklerimizi, genel evleri, gey barları, kafeleri açtık. Barikatlarda ve revirlerde de zaten vardık. Gözaltına alınanlara avukat desteği sağladık. İnsanlar temas ettikleri LGBT’lerin sadece yatak için, cinsel haklar için mücadele etmediklerini, her alanda var olmak için mücadele ettiklerini anladı.
Nerdesin aşkım?
Esmeray: Direnişçiler, özgürlüklerime dokunma, bana dokunma diyen bir gruptu. Yaş ortalaması 28’di ve orta yaşta insanlar da çoktu, gece gündüz de oradaydı bu insanlar. Cidden bir halk ayaklanmasıydı. Halk önde gençler arkada değildi, gençler önden, halk arkadan gitti. Bu gençler öyle şeyler deşifre etti ki: A aa! Devlet ortada yok! İçişleri bakanı nerede? Bürokrasi işlemiyor! Demokratik bir ülkede eğer imar iskan ile ilgili bir proje varsa buna belediye, belediyeyi aşıyorsa İçişleri Bakanlığı bakar. A aa! Hiç biri yok ortada. Bir tek Tayyip var. O da vurun, kırın, % 50 var arkamda falan. O zaman Belediye Başkanı neden var? O hali neydi öyle Beyoğlu Belediye Başkanı’nın? Babası tarafından tokat yemiş, ödü kopmuş çocuk gibiydi. Ne işe yarıyorsun sen? Vali ne dediğini bilmiyor, İçişleri Bakanı’nı zaten bir defa gördük. Katil polis bile deşifre olmuş artık, öldürmüş belli, bırakıyorlar. Bu ne demek oluyor?
Ev sahipleri…
LGBT blok’un adı medyada geçmedi ama sokakta en çok ilgiyi gören de onlardı. Tabii şöyle bir esprisi de vardı, ev sahibiydi onlar. Taksim ve çevresinde bir şey olduğu zaman ilk korkacak LGBT blok, evine sahip çıkıyordu. Ama çok görünür olmadı ev sahipleri. Halk TV Sezgin Tanrıkulu’na bağlandı mesela, adam kadın kelimesini ağzına alamıyor, eşcinsel diyemiyor, “renkli” diyor. “CHP eşcinsel hareketi destekleyecek mi?” diye sordular, adam yine eşcinsel kelimesini ağzına almadan “CHP bütün renkleri bütün farklılıkları kucaklayan şemsiyesine alan..” diye başladı. Çok gıcıktı. Binnaz Toprak’ı bağlasalar öyle olmazdı.
“Tayyipsiz ve Tacizsiz Hava Sahası”
Birgül: Gezi parkında feministler olarak çadır kurduk. Çadırımıza çeşitli sloganlar yazdık. En önemlisi de “Tacizsiz ve Tayyipsiz hava sahası” oldu. Bu süreçte, parkta apolitik dediğimiz kadınlar solun kısıtlayıcı söylemine yapılan eleştirileri feministlere de yönelttiler. O genç kadınlara örgütsüz diyebilirdik ama bizim algılayamadığımız bir örgütlenme şekilleri vardı. Feministler olarak böylelikle kendimizi sorguladık ve şahsen eski ezberlerle yol alınamayacağını artık çok net anladım. Mesela eski sol örgütlerde bacıydım. Ama orada bacı yoktu, barikatta tuğlaları aldı götürdü kadınlar. Futbol taraftarları sloganlarında kadın erkek hepimiz delikanlıyız dedi. “Delikan” erkek tanımı olmaktan çıkartıldı. Böylelikle çok farklı kesimlerden gelen birçok insan birbirlerine değebildi. Diğer yandan Tayyip Erdoğan baskıyı arttırdıkça arttırdı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da tamamen Erdoğan’la aynı çizgideydi. Polisin zorbaca saldırısıyla inanılmaz bir şiddete maruz bırakıldık ve arkasından kadınlar gözaltında tacize uğramaya başladı. Artık ben ne bu bakanlığın ne de bu hükümetin muhatap alınmasını kabul etmiyorum.
“ Bu feministler de aile dışında hayat var demiş, bunlar toplum düşmanı, ahlaksız! ”
Bilinç: Gezi sürecinde şiddet konusunda da tartışmalar oldu. “Barikat kuralım mı?” diyenlerle “Yok yahu bizim işimiz değil!” diyenler olarak kadınlar da ikiye bölündü. Kimi en önde olmalıymış gibi kötü hissetti kendini, kimi de arkada olanın, pasif direnişte olanın yanında olduğu için kötü hissetti. Aslında polis sana gaz, mermi atıyor, sen ise hiç bir zarar vermeyeceğini bile bile, sembolik neredeyse, taş atıyorsun. Ben mesela kendi elimle taş atan birisini durdurdum. Bana, “Kardeşlerimiz öldürüldü!” diyor. Ama senin kardeşin benim de kardeşim, ben de öfkeliyim!
SFK kendi içinde kent hareketini birebir teorikleştirmiş değil. O yüzden de Gezi’de 25 Mayıs’ta toplanıldığında biz örgüt olarak değil, bireysel olarak oradaydık. Sonrasında örgüt olarak katılmaya karar verdik. Aslında bu Gezi olayı kentleşmeyle ilgili bizim algılarımızı çok açtı. Kentleşmenin gündelik hayatımızı nasıl değiştirdiğini ve bunun hakkında konulmaya ihtiyacımız olduğunu fark ettik. Zaten SFK olarak AKP politikalarına karşı her zaman eylemlilik halindeyiz. SFK’nın talepleri diğer feministlerin taleplerinden çok da farklı değil ama SFK’nın önemsediği biraz da, kadın emeği ve kapitalizm eleştirisi. “Aile dışında hayat var!” kampanyasını yürüttük örneğin. Hatta bir köşe yazarı Gezi sürecinden sonra “Bu feministler de aile dışında hayat var demiş, bunlar toplum düşmanı, ahlaksız” diye yazmıştı.
“Küfürle değil İnatla Diren!”
Eda: Feminist çadırın park içerisinde olması önemliydi. Çadıra yönelik eleştiriler de var, bu eleştirilere de katılıyorum, özeleştiriyse verelim. Ama oraya gelen birçok kadınla da iletişim kuruldu, bunu da yadsımayalım. Sen sadece feministler olarak orada dursan ve hiçbir şey yapmasan bile zaten o kadınlar gelecekti. Direnişten sonra fark ettik ki kent ve kadını sorgulamıyormuşuz. En çok karanlık sokaklar kadınların güvenliği için uygun değil, “Geceleri de sokakları da meydanları da terk etmiyoruz” diyorduk ama bu kadın hareketinin kentle buluşmasını sağlamıyordu. Tacize yönelikti daha çok. Gezi sürecinde daha çok kent hareketini, mahallelerde örgütlenmeyi gündemleştirmeye başladık. Gezi direnişinin dönüştürücü etkisini gündelik hayatımızda parktan çıktıktan sonra da gördük. Çıktı birisi, “Hamile kadınlar sokağa çıkmasın” dedi mesela. Bence her söyleneni de ciddiye almak gerekmiyor ama o gün ona çok hızlı cevap verildi. Ben o eylemin nasıl organize olduğunu anlayamadım gerçekten. Bir şey söylendi ve hemen ertesi gün örgütlü örgütsüz bütün kadınlar eylem yaptı. Çünkü Gezi direnişinden sonra artık insanlar bir şeylere “Hayır!” demek istiyordu. Bu söz direnişten önce söylenseydi, bu kadar çabuk örgütlenir miydi? Bir de direnişte küfür silme eylemi bence çok yaratıcı ve güzeldi. Orada “küfürle değil inatla diren” çok iyi bir slogandı. Çarşı’nın attıkları cinsiyetçi sloganları çArşı’nın kendisinin durdurmaya çalışması da büyük bir kazanımdı.
“Yarın öbür gün o fikriyat başka yapılan kötülüklere de boyun eğecektir.”
Nilgün: Herhalde 4. Günün sabahıydı, Gezi parkına ilk girişimde tarihe tanık olmak gibi çok farklı bir şey hissettim. Orada ilk gözüme çarpan, çok kadın olması oldu. Sosyalist örgütlerin bütün eylemlerinde erkekler konuşur, kararı erkekler alır ama hep çok kadın vardır, ama o kadar. Oysa burada kadınlar politik olarak da vardılar. Buna rağmen, Taksim Dayanışmada çok az sayıda kadın vardı ve kadınların sözlü talebi o toplantılarda yansımıyordu. Sonra kadınlar toplantılara gitmeye başlayınca söylem değişti. Kadınların önlerde olması ile ilgili medya kanallarında “Vay be! Kadın başıyla!” gibi bir söylem kullanıldı, kadınlar kahramanlaştırıldı. Bunlar çok rahatsız edici, erkek üzerinden tanımlar. Kırmızılı siyahlı kadın konusunda “ Vay be! Nasıl da karşı koymuş! İşte kadınlık budur!” duygusunu yaşamadım ben. Bir sevinç, hayranlık, kahramanlaştırma falan değildi, acı çekmeyle kurduğu ilişkiydi. İntihar bombacılarının da çoğunun kadın olması gibi bir şey, sevinemedim yani. Çok apolitik şeyler söylüyorum aslında, hissimden konuşuyorum. Şiddetten kadınlar, gençler, çocuklar, yetişkinler, yaşlıların yanında hayvanlar da çok etkilendi. Canlılar öldü, kelebekler, böcekler öldüler. Bu saldırıları onaylaması gerektiğini düşünen kişilerde de derin bir kötülük etkisi bıraktı. Yarın öbür gün o fikriyat başka yapılan kötülüklere de boyun eğecektir.
Provokatif Eylemlere Karşı…
Hadiye: Gezide Devrimci Müslümanlar olarak “Ağaçlar Allah’a Secde eder, AKP sermayeye!”, “Mülk Allah’ındır”, “İhale ve Rant için Dilenenlerin Değil, Sirke ve Limonla Direnenlerin Yanındayız!” sloganları ile yer aldık. “Kapitalizm kork Allah’tan başka otorite yok!” dedik. Paylaşımın, dayanışmanın olduğu Gezi direnişi en çok da empatiyi öğretti bize. Hatta direnişçiler olası bir provokatif eyleme karşı namaz kılanları korudular. Direniş süresince birçok yalan habere şahit olduk. “Başörtülü hanımlara saldırdılar”, “Camide uygunsuz iş yaptılar” gibi. İktidarın direnişçilere “Allahsız! Kitapsız!” dediğini duyduk hepimiz medyadan. “Namaz kılanlara saldırıldı!” gibi çıkabilecek yalan haberlere, provokatif eylemlere karşı koruma oluşturuldu. Bu koruma görevini üstlenenler içinde ateist olduğunu söyleyenler de vardı. Bu da gösteriyor ki, direnişte yer alan halk gerçekten birbirinin tercihlerine karşı oldukça saygılı ve duyarlıydı.
‘Bunları yapan Müslümansa ben Müslüman değilim’
Mehmet: Türkiye’de Müslümanların örgütlenmeleri bir geleneğin içerisinden geliyor aslında. Ben de o gelenekten gelen bir Anti-Kapitalist Müslüman olarak, Kerbela, 6-7 Eylül, Madımak, Maraş olaylarına karşı, “Bunları yapan Müslümansa ben Müslüman değilim” dedim. İktidar kendisine Müslümanım diyor ama bana göne bunlar kapitalizme abdest aldırmış, İslam’ı anlamamış insanlar. 2002 yılı seçimlerinde millet AKP’ye dedi ki, “devletin baskıcı, totaliter, milleti sömüren, ötekileştiren rejimi değiştirin”. “Siz Müslümansınız, size güveniyoruz”, dediler. Devletin alışkanlıklarını değiştirin denildi. Ama bunlar kendi alışkanlıklarını devletleştirdi.
“Aile kavgaları onlarda da başlamış, aynı bir dönem bazılarımızın Atatürkçü aileleriyle ettiği kavgalar gibi.”
Nil: Gezi sürecinde kimlik siyasetinin altının ne kadar boş olabileceğini gördük. Gezi, mesele bazlı bir çıkıştır o yüzden de çoğulcu bir yapısı var. Bu çoğulda yan yana duranların birbiriyle diyalog kurması hali yakalandı ama diyalog alanları ve mekanizmaları tam olarak kurulamadı diye düşünüyorum. Kaldı ki Müslümanlar arasında bile farklılıklar olduğunu gördük. Antikapitalist Müslümanlar başından beri bu işi sahiplendiler çünkü çoğul sese açıktılar ve direnişin şekli durdukları yere yakındı. Ancak, Müslüman cenahta oldukça küçük bir kesimi temsil ediyorlar. Eleştiriliyorlar. Burada vahim olan kendini AKP ile özdeşleştiren olsun olmasın görece eleştirel Müslüman cenahın işin boyutlarına sessiz kalması, hükümetin darbe korkutmasını dinlemesi. Gezi’dekileri ayyaş, anarşik ve buraya yabancı olarak ötekileştirmeyi tercih ettiler. Biat kültürünü sürdüren bu cenah, “Esas unsur dindar üsluba uygun yaşamak, diğerleri yabancı” özcülüğüne girdi. Oysa eylemlere en çok AKP döneminde büyümüş gençler katıldı. Kim daha esas, bu nasıl ölçülür ve ne önemi var? Bir kısmı da işin darbe ile ilgili olmadığını bildiği halde konformist davrandı. Kaba bir benzetme ile 28 Şubat’ta olanları görmeyi tercih etmeyen Kemalistlerden veya dönemin konformistlerinden bir farkları yok. İşin esasını anlatmaya çalışan bazı Müslüman arkadaşların kendi çevrelerinde rahat edemediklerini biliyorum. Aile kavgaları onlarda başlamış, aynı bir dönem bazılarımızın Atatürkçü aileleriyle ettiği kavgalar gibi.
“Öldürmeyeceğiz, Ölmeyeceğiz, Kimsenin Askeri Olmayacağız!”
Ecem: Gezi süreci herkesin kendine bakmasını sağladı. Ama yine de sol grupların bazıları aynı tas aynı hamamlar, bir dönüp bakmıyorlar yani kendilerine. Parkta sık sık “Ankara’da hala direniş sürüyor, lütfen ciddi olalım, lütfen o şarkıyı çalmayalım!” gibi şeyler söyleniyordu mesela, o erkeklikti işte. Tam olarak bu direnişin karşısında, direniş ruhunu tehlikeye atan bir şeydi. Beşiktaş taraftarı bence onlardan daha az erkeklik üretti. Bir de “Feministler” kimliğiyle duyuru yaparak duvar yazılarını silen grubun eylemi, olaya bu şekilde dahil oluşları, parktaki o sosyalliğe karışmama, dışarıdan bakma halleri de beni çok rahatsız etti. Duvar yazılarını silerek görünmez kılmak, iktidarın yaptığı yöntem değil mi? Feministler toplanma ve birlikte bir şey yapma alanı olan Gezi parkını iyi kullanamadılar bence. Kimlik politikalarının solcular gibi çok dışlayıcı, soyut olduğu ortaya çıktı. Ama “İbneye, orospuya, kadına küfretme” sloganları güzeldi. Sloganlar bir yandan da birbirimize değmemizi sağladı. Mesela parka gittiğim ilk gün, daha hiçbir stand, grup yoktu, en ortada LGBTT’lerin oturduğu masadaydım. Liseliler okulu kırıp gelmişler ve ellerinde bayrakla, İstiklal Marşı söyleyerek başladılar yürümeye. Çok genç olduklarını görünce biraz yumuşadım. Ellerindeki malzeme bu diye düşündüm ama rahatsız edecek kadar da enerjikler. “Orospu çocuğu Tayyip Erdoğan” diye yürüyorlar. Bir gün önce “Biz Orospular Tayyip’in bizim çocuğumuz olmadığına eminiz!” yazılı bir döviz hazırlamıştım. Onlar slogan ata ata gelirken, karşılarında dövizi tuttum, durdum. 20-30 kişilik bir grup, önde erkekler, arkada kızlar var. Dövizi gördükleri anda aşama aşama sustular ve alkışlamaya başladılar. Sonra arkadaki kızlar çevremi sardı: “Fotoğrafını çekebilir miyiz?” diye sordular, çektiler, “çok haklısınız” dediler. Ve ben o gün bir daha o sloganı duymadım. Hemen sonra “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıranların etrafına “Öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz kimsenin askeri olmayacağız!” diye yazıp astık.