İfşanın Ferahlığında Sanat
Nazlı Pektaş
Sürrealizminin önemli temsilcilerinden René Magritte, resimleri için “gündelik nesneler yüksek sesle haykırırlar” der. 2013 sonbaharında, MOMA’da açılan ve 12 Ocak’ta sona eren ve René Magritte’in 1926 – 1938 yılları arasında yaptığı işlerine odaklanana serginin adı The Mystery of the Ordinary / Sıradan Olanın Gizemi. Bir Magritte sergisinin alabileceği en iyi başlık. Zira günlük yaşamın içindeki olağan sahnelerin büründüğü onca sır dolu sahne daha nasıl anlatılabilir ki?
Gerçekliğin nesnelerini mekân ve anda farklı farklı yerleştirmelerle yan yana getiren sanatçı nesneler hakkında; “Ben belli bir nesnenin neden orada olduğunu, neden yan yana durduklarını zihnen açık etmek üzere resmetmediğim için, resimlere öyle bakmak gizemi yok edecektir.” derken de açıkça bu gizemden bahsetmektedir.
Sanat yapıtını okumanın, bir dedektif gibi davranarak, sanatçının göstererek sakladıklarını bulmak olmadığını düşünürüm her zaman. Sanata doğru bakmak, aslında sanatçıda saklı olanın, kendi rızasıyla ortaya serdiği, biçime kavuşturduğu içeriğin, ifşa anına tanık olmaktır. Bu noktada, sanat yapıtı hakkında söylediklerimiz bu anın tanıklığında bizde kalanlardır. Onları sanat tarihsel birleştirmelerle yahut karşılaştırmalarla ve felsefeden, sosyolojiden beslendiklerimizle yan yana getiririz, haykırdıkları gizemi anlamaya çalışarak. Heykel, resim, enstalasyon, video, fotoğraf, performans ve diğerlerine dair cümlelerimiz, yaşamın içinden geçerken; sanatçının kurduğu ilk cümle hep söylenmemiş olarak kalır. İzleyense, bakarken kendinde kıldığı eserin sırrına ancak kendisiyle erer.
Magritte’in şeyleri, tuvalde paylaştıkları sırları izleyene fısıldıyor mu? Her izleyen, sanatçının dilini çözebiliyor mu? Bu sorunun yanıtı yok elbette. Lakin cevabını yalnızca gerçeküstücülerin filozofu olarak kabul edilen Magritte’nin bildiği soruların nesneleri, kendi doğalarını koruyarak öylece tuvalde durmaktalar. Sanıyorum asıl sır, onlara nasıl bakılacağını bilmekte.
Sanat, 1950’lerden önce en büyük başkaldırısını Dada ile gerçekleştirdi. Pisuar ve R. Mutt imzası, Duschamp’ın sanatın neliğine dair sırlarını ifşa edip, günümüze dek süregelen bir oyuna imza atarken, 1920’lerde Dada’nın hemen ardından gelen gerçeküstücülük; nesneleri yerlerinden ederek, formlarıyla oynayarak bildiklerimiz hakkındaki gerçekleri ters yüz etmeye baş koydu. Akımın en güçlü temsilcisi Magritte’e ve diğerlerine çok şey borçluyuz zira göstere göstere nasıl sır saklanır çok iyi biliyorlardı.
Hızlı bir manevrayla günümüz sanatına doğru bakışlarımız çevirelim. Karşımıza çıkan örneklerde gördüklerimiz; çağdaş sanatın sınırsızlaşan evreninde sanatçının dillendirdiği toplumsal ya da kişisel meselelere farklı farklı medyumlarla odaklanırken, herkesin bildikleri hakkında gösterilmeyenleri cesurca ifşa eder.
Geçtiğimiz yıl Ocak ayında İstanbul’da Arter’de Emre Baykal küratörlüğünde açılan “Haset, Husumet, Rezalet”; belleklerimizden taşanları siyasal, toplumsal ve kültürel mecralarda dolaşarak; birlikte olma / olamama, yan yana durma / duramama hallerimize odaklanıyordu. Sergide, Hera Büyüktaşçıyan, “Kayıp Guguk Kuşu” (2008), “Ada” (2012), “Arada Bir Yerde” (2012), “Terk – i Dünya” (2012) adlı işleriyle, toplumsal anıların izini, kişisel anı, tarih ve aile tarihindeki objelerle arıyordu.
“Ada” adlı yerleştirmede, büyük bir halının üzerinde, güçlükle dengede durmaya çalışan bir iskemle görürüz. Halı alışılmışın dışında, tam da iskemlenin altında bir hayli belirgin bir biçimde tümsek oluşturur. Ev içi nesne halı ve eski tahta bir iskemle; “Hera’nın objelerinin tanıklığıdır. Halının örtücülüğü altına süpürülmüş renkler ve sesler biraz sonra düşecekmiş gibi duran tahta iskemleye kürsü olurlar. İskemle adaya dönüşmüş tümsekte, altına yeryüzünü alarak izleyeni içini dökmeye ya da bildiklerini anlatmaya davet eder.” İskemle, üzerine oturanı artık taşıyamaz kırılganlığı ile öylece durmaktadır. Bu yerleştirmede sorguya çekilen, varlığı bilinen ama hayalete dönüşen sırlarımızdır. Hera, geçmişin kirli cümlelerini sır damlatan gözyaşlarında yıkar.
Sanatçı kendi geçmişine ait anıları, nesnelerle örerken bu topraklarda yaşanan vedalar hakkındaki sırların, gölgelerinin tozunu alarak yeniden ifşa eder. Zira hatırlamamız için elinden geleni yapan erk, halının altına süpürülen gerçeklerin nesnelere sinen kokusunu hep unutur.
Fatma Bucak ise yine ARTER’de geçtiğimiz kasım ayında izlediğimiz, küratörlüğünü Başak Doğa Temur’un yaptığı “Düşüşe Dair Bir Başka Hikâye Daha” adlı sergisinde hatırlama eylemi üzerinden tarihin ve dünyanın dayattığı cinsiyet ve kimlik temelli ayrımcılığı reddediyordu.
Bucak, “And then God blessed them” başlıklı iki kanallı video yerleştirmesini 2013 yazında Tuz Gölü’nde çekmiş. Erkek kardeşi ile birlikte gerçekleştirdikleri performansta, güç gösteren bir kadın ve direnen bir erkek var. Yüzyıllar içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir ısrarla erkeğin olduğu söylenen iktidar ve zorbalık bu videoda kadına ait! Genel kanıya göre sahte olan bu durum ve ironi kadın ve erkek arasındaki bildik hikâyeyi tersten okutuyor. Bu yerleştirmenin bir diğer parçası olan “Suggested place for you to see it” başlıklı videoda ise Tuz Gölü üzerinde küçük taburelere oturmuş 13 kadın aynı yöne bakarak ve sürekli konuşarak bilmediğimiz bir durum hakkında yorum yapmaktalar. Ne izlediklerini ilk başta bilmiyoruz. Fakat dikkatle baktığımızda, bu kadınlar yine Tuz Gölü üzerinde karşı karşıya gelen kadın ve erkeği izlemekteler. Bazılarının olay hakkında yaptığı yorumlar klasik öğretinin ve kabul edilmesi gereken zorunlu ayrımcılığın izinde yürürken; bir kısmı güçlü ve özgür yorumlarda bulunuyor, bir kısmı da sessizliğini korumakta. Dinledikçe, başka bir performansa dönüşen bu sahne, hikâyenin belleklerde kodlanmış bilgisini gün ışığına çıkarıyor. Belleğimizde sır gibi saklı tuttuğumuz ama yaşamaktan ve içinde boğulmaktan sıkılmadığımız üstümüzdeki otoritenin sessiz bir kurguda bile düşüncelerimizi bir ağ gibi sardığına tanık oluyoruz. Bucak her iki performansta bizi de işin içine katarak üçlü bir düzenleme yaratmış. Bu üçlü düzenlemede sanatçı, kadın ve erkek rolleri arasında keskin ayrımcılığa tabi bir dünyada kadın olarak birey olmanın sırlarını ifşa ederken; izleyicinin yorumları da Bucak’ın yarattığı illüzyonun ve ifşa ettiği sırların kaydını tutmakta.
Günümüz sanatı içinde kişisel, mahrem hikâyelerini üretimi içine katarak kendi kapısını aralayan ama tamamen açmayan pek çok sanatçı var. Mürüvvet Türkyılmaz da onlardan biri. Aralık ayında İstanbul’da Depo’da açılan kişisel sergisinin başlığı “Bilinmeyen Bölge, Gittiği Yere Kadar”. Bellek, Türkyılmaz’ın işlerinde apaçık kendini belli eder. Sanatçı, bu sergide de toplumsal ve kişisel belleğin birbirine değdiği anları, şeffaf bir dille okuyor, yazıyor ve yan yana getiriyordu.
Sergide yer alan “sırlar odası” ki gerçekten bir oda, izleyiciyi sanatçının çocukluk anılarına davet ediyor. Türkyılmaz, mahrem diyerek kutsallaştırdığımız sırları nesnelerle anlatırken, hikâyesini ifşanın ferahlığından, izleyenin sorumluluğuna itiyor. Kaplumbağa kabuğu, sandalyeye bağlı bir yumak, takım elbiseli bir Mürüvvet posteri…
Gezerken, renklerle kurduğum dünyalarda ve hep kız çocuklarına ait, sınırları kalın çizgilerle belirlenmiş oyunlar oynadığımı anımsadım. İstanbul’dan gelen teneke arabam, erkek kardeşim dünyaya gelene dek bozulmadan kalmayı başaran tek oyuncağımdı.
Çocukluğumuzdan, ilk gençliğimize uzanan, oradan şimdiye bağlanan geçmişimize, kendi tercih ettiğimiz bir yöntemle inmeyi denediğimizde (bir urgan, asansör ya da bir merdiven) bilinen tabirle bir film şeride dönüşen anılarımız, art arda sıralanır. Hızı, seçtiğimiz yönteme bağlı olarak değişir elbette. Koca kaynağa ulaştığımızda, ifşa olan gerçek bir türlü dillendiremediğimiz ve hep kaçtığımız sırlarımız olabilir mi? Ya da aslında aynamız?
Sanatçılar; bedenimizde bekleyen, aramızda dolaşan, kulaklarımızda çınlayan, rüyalarımıza giren, baktığımız manzarada, dokunduğumuz binada yaşayan sırlardan bahsederken, her defasında gerçekle yüzleşirler ve bizden de bunu isterler. Disiplinler arası iletişim ve etkileşimle ilerleyen sanatın dili bugün, önüne geçilemez bir sıçrayış ve kavrayışla, toplumda olan bitenin hikâyesini anlatmaya devam ediyor. Kimi zaman haykırarak, kimi zaman fısıldayarak ama hep hakikate tutunarak!