Bir Köpek Yaşamıydı Senin Yaşamın Dilberciğim

Nihan Bozok
Bu beli bükülenleri sevelim, bir canlar onlar.
Buz gibi giysileri, delik eteklikleri
…
Hiç dikkat ettiniz mi, nice yaşlı kadının
Tabutları küçüktür çocuk tabutu kadar?
Bilge Ölüm…
…
Charles Baudelaire, Ufak Yaşlı Kadınlar’dan
Üç kadın… Peride Celal’in Üç Yirmidört Saat romanının ana kişileri. Roman bir hasta yatağının başında geçen üç günü anlatır. Bu üç günde kadınlar birbirlerini düşünür, yargılar, gözetir. Bir sevip bir nefret ederler birbirlerinden. Hayatlarını döküp sererler önlerine. Eski defterler açılır, hatıralar canlanır, küsülür, barışılır, nefretler alevlenir.
Bok içinde… Ter içinde… Acı içinde… Geçmiş içinde… Rüya içinde… Kâbus içinde… Hepsi kadının içinde, kadın hepsinin içinde… Lüks hastane odasında, namlı bir doktorun bakımında, hasta yatağında. Koskocaman şişmiş karnı. Bok dolu. Yeni ameliyat edilmiş yaşlı bir kadın. Haberi yok ameliyat edildiğinden. Karnı ağrıyor. Ah! Bir boşaltabilse şu bağırsaklarını rahatlayacak sanki! Kurtulacak! Yaşayacak… Uyur uyanık yatıyor. Rüyalar, kâbuslar görüyor. Abilerini, teyzesini, Mehmet çobanı, köyünü bir de. Konağı, büyük hanımefendiyi, konağın işlerini, işlerini, işlerini… Hem de. Rüyalar, kâbuslar boyu ağrıyor karnı. Tüm dünyası, hayatı bir karın ağrısı. Yanık konağın hizmetçisi, beslemesi, evlatlığı… Konaktan sonraki evin emektarı, yardımcısı, eşya kabilinden insanı… Dilber.
Başında refakatçisi. Fatma. Büyük hanımefendinin torunu. Küçük hanımın kızı. Yirmilerinde. Uyanmasını bekliyor hastanın, evin emektarının, çocukluk oyuncağının. Tehlikeli üç yirmi dörtsaati atlatmasını ve iyileşmesini. Gidip geliyor düşünceleri, hisleri bir o uca bir bu uca. Fatma çok iğreniyor Dilber’den. Bir de seviyor mu onu ne? Yoksa alışıklık mı çocukluktan bu yana kalan? En çok ayaklarından tiksiniyor Dilber’in. Durmadan annesiyle meşgul küskün, hırçın düşünceleri Fatma’nın. Eski kocasına, yeni sevgilisine dalıp çıkıyor düşünceleri. En çok da annesine. Nasıl öylesine iyi, böylesine kötü olabiliyor annesi? Ne kadar yabancı şimdi şu hasta Dilber de ona. “Artık hiçbir zaman ‘Bizim Dilber’ diyemeyeceği biri yatıyordu yatakta. Kızgın ve acılı!”
Fatma’nın annesi. Küçük hanımı Dilber’in. Büyük hanımefendinin kızı. Odada değil. Odadakilerin aklında. Aklı odadakilerde. Nefret ediyor annesinden, büyük hanımefendiden. Konak yangınından üç beş yıl sonra öldü büyük hanımefendi. Kahrından. Kızını vermedi sevdiğine. Yoksuldu damat adayı. Başka sınıftan. Başka bilgiden, görgüden. Baskıcıydı, çok baskıcı büyük hanımefendi. Fatma’nın babasıyla evlendi sonra. İnat mı? Sevdi mi onu? O da ölüp gitti. Bir sevgilisi var şimdi. Sahi kim yaktı konağı? Fatma’nın annesiyle Dilber bir olup yoksa? Kim bilir? Annesinin ona vermediği özgürlüklerin hepsini vermek istedi kendi kızına, Fatma’ya. Nerede hata yaptı? Neden bu kadar sevgisizler kızıyla? Ölecek mi yoksa Dilber de?
Üç kadın. Peride Celal’in Üç Yirmidört Saat romanının ana kişileri. Roman bir hasta yatağının başında geçen üç günü anlatır. Bu üç günde kadınlar birbirlerini düşünür, yargılar, gözetir. Bir sevip bir nefret ederler birbirlerinden. Hayatlarını döküp sererler önlerine. Eski defterler açılır, hatıralar canlanır, küsülür, barışılır, nefretler alevlenir. Hayatlarındaki erkekleri de düşünürler, eski kocalarını, eski sevgililerini, yeni sevgililerini, abilerini, babalarını. Onlarla kapanmayan hesaplarını. Romanda bir taraftan Fatma ve annesinin sorunlu ilişkisini, diğer taraftan hasta yatağında Dilber’in efendilerine beslediği ve giderayak açık ettiği nefretini okuruz. Roman en çok Dilber karakterinde derinleşir.
İçi Kâbus Dışı Yamsuk Bir Kadındır Dilber
Peride Celal, ilk bakışta Dilber’i dilsiz bir karakter olarak kurmuştur. Roman boyunca hasta yatağında uyur uyanık yatar Dilber. Acılar içindedir ve çok çok az konuşur. Acısı onu suskun bırakmıştır. Bu rastlanır bir durumdur. Çünkü bedensel acı çeken insan konuşmadan yoksun kalır ve acının dili, bizzat acıyı çekmeyen ama acı çekenin namına konuşan başkaları tarafından kurulur. Ağlamaları, inlemeleri, sızlanmaları konuşma öncesi bir dilden çıkarıp konuşmaya kavuşturan, acı çekenin kendisi değil yanındakilerdir genellikle. Ancak dilsizliğine rağmen romanda Dilber’in hem bedensel acılarını hem de hayat acılarını yine kendisinden öğreniriz. Peride Celal, Dilber’i konuşma dilinin uzağına düşürmüş fakat ona rüyayla, kâbusla örülü başka bir dil vermiştir. Dilber’in gördüğü rüyalar ve kâbuslar onun hayat hikâyesine, özlemlerine, öfkesine, kinine, geçmişine açılır.
Dilber’in iç dünyası onun karmakarışık rüyalarından, kâbuslarından taşar. Rüyalarından, kâbuslarından öğrendiğimize göre köylüdür Dilber. Bir öksüzdür. Abilerinin ona kalan tarlaları alabilmek için dövdüğü, kafasına işediği. Teyzesinin sahip çıktığı. Bir umutla Mehmet çobana sevdalı. Bok çukuruna atmıştır bileziklerini abilerine yar olmasınlar diye. Hep rüyalarındadır şimdi o bilezikler. Çok sevmiştir teyzesini, kimsesizliğinin yerine. Teyzesi ölünce, abileri İstanbul’daki konağa satmışlardır onu. Henüz on yaşında. Bambaşka bir hayat başlamıştır onun için. Yine eziyetli eskisi gibi. Ama dışlaması, itmesi, kakması başka usulden. “ … ağlıyordu. Hanımefendinin karşısında sessiz, saygılı. “İstemem böyle şeyleri” diyordu, hanımefendi… “Maskaralık!”… Çabuk çabuk yapıyordu hanımefendinin dediklerini. Ne büyük ev! Ne çok eşya! Ne kurumlu kadın! Titriyordu korkusundan… Bir yandan da üzerine yürüyen hanımefendinin tokadına karşı kolunu yüzüne siper ediyordu.”
Bir de adı değiştirilmiş konakta. Dilber değilmiş ki onun adı. Ayşe imiş! Adı çalınmış kendisinden, gizlenmiş, unutturulmuş. Köyde geçen çocukluğu da adıyla beraber. O da acı doluymuş ya neyse. Yine de kendisiymiş o zamanlar. Şimdi inatla kendini Ayşe olarak görüyor rüyalarında, kâbuslarında. Yabancılar karşısında, efendiler önünde hep korkmuş kekelemiş. Hiç korkmuyor şimdi rüyalarında, kâbuslarında. Kızıyor. Bir cesaret karşı çıkıyor. Kendisine eziyet edenlerin önünde sıçmak isteyerek. Hem şu karın ağrısından kurtulacak hem de onca yılın horlanmasından sanki. “Bir kez benim adım ne Dalboroş, ne Dalbur, ne de Dilber! Benim adım Ayşe, Ayşe Tekcan… Ağabeyleri, o soysuzlar ve o çok soylu hanemefendi cadısı! Göstereceğim hepsine… Bilezikleri attığı avludaki çukura oturur, bir güzel abdesini yapardı. Öyle bir buruntu, öyle çekilmez bir acı!”
Peride Celal, Dilber’in iç dünyasını karmakarışık, olay sırası takip etmeyen, ölülerin dirilerin, olanın olmayanın, hayalin gerçeğin birbirine karıştığı ağrılı, öfkeli, sancılı rüyalar ve kâbuslarla anlatırken, evdeki yerini ve evdekilerle ilişkisini bedeni üzerinden kurar. Dilber ve efendileri arasındaki sınıfsal mesafe, Dilber’in bok dolu karnında, terinde, pis kokusunda, sidiğinde, hastalığında bedenlenir. Konakta ve yeni evdeki Dilber kendi bedeniyle kuşatılmış, içine, sınıfına kapatılmıştır. Bedeninin salgıları, kokuları onun evdeki yerlerini işaretler. “Dilber… kokardı, mutfak kokardı, çiş kokardı.” Rahatsız edici bir bedendir Dilber. Hanımlarının güzelliğinin aksine. Küçük yamsuk bir kadın. “Sahiden de dilbermiş ayol! Şuna bakın ecücük bücücük!” Çok kısadır, güdük. “Yaptığı dolmalar büyüyor, elleri büyümüyordu.” Ne fenadır ayakları. “…kabarmış nasırları, fırlamış kemikleri…” Çişlozdur üstelik. “Aman bu Dilber don değiştirse bile çiş kokuyor be!” Yaşlıdır şimdi. Uyurken puflayıp çöken dişsiz ağzıyla, hasta. “Dişsiz ağzı, oyuklarına çekilmiş gözleri, buruşuk yanaklarıyla çürümüş, ezik meyveye benziyordu yüzü.” Alt sınıf bedeniyle iğrenmeli karşılaşmalarla doludur roman. “Fatma iğreniyordu ondan. Utanıyordu iğrendiği için… iğreniyordu… gözlerinin önünde şiş karnı ile serilmiş Dilber’den.”
Dilber, evde her zaman yüklük odasında yaşamıştır. Salonda sandalyesi hep bellidir. “Dilber, salonun kapıya yakın köşesinde, cezalı gibi, yeşil iskemlesinde başı önünde, korkulu.” Başka yere otur(a)maz ki. Efendilerin kendi temiz alanları vardır. Dilber duraklayamaz, yaşayamaz oralarda. Aynı evin içinde başka dolaşılır. O temizlese de tüm evi, yine de yükselemez temizlik mertebesine. Pistir! Kokuludur! Çişlozdur! Tüm bunlar yetmezmiş gibi içi bok dolu karnıyla hasta yatıyordur şimdi de. “Bacaklardan hemen sonra büyük bir tümsek gibi karnı fırlıyordu dışarı.” Ama yine de yaşanmıştır bir ömür aynı evin içinde. Ne de olsa bir hayali akrabalıktır kurulan aralarında. Cömerttir Dilber’in efendileri. Gözlük, takma diş, özel ayakkabı, terlik, rengârenk naylon donlar almışlardır ona. Hem de bir cam yüzük ve altın bilezikler! Sadıktır Dilber, boğaz tokluğuna. Bir çift terlik, naylon don, cam yüzüktür yılların emeği. Ne giydirilirse giydirilsin üstüne, nasıl çeki düzen verilirse verilsin haline tavrına, yaşadığı evde her zaman bir hizmetkârdır Dilber. Hiçbir zaman evden biri…
Evden hiç çıkmayan odur. Evde kendini en yersiz yurtsuz hisseden de. Çalıştığı evden öteye gideceği bir yeri yoktur zaten. Bir defasında kaçmayı kurmuştur konaktan. “Duvarı aşması gerekecekti önce. Karar verdi: Böyle şey olmaz. Gidecekti.” Ama nereye? Efendisi iyi başka bir eve hizmetkâr olmaya. Bir defasında da manavla evlenmeyi kurmuştur. “Manav yaşlı, çirkindi. Kocaman oğulları vardı. Oğullarını baktırmak için, karı değil, hizmetçi arayan pis herifin biri.” Olmadı. Başaramadı. “Neden manavla evlenmedim? Neden “Kaç!” dediler de kaçmadım? Neden hakimin hanımına sığınmadım, diye ağlıyordu.” Boşuna ağlıyordu Dilber. Kaçsa ne olurdu ki? Evden eve kurtuluş mu olurmuş? Ev değil mi bu? Hepsi aynı kapan! Kaçıp da kurtulunur mu öyle kolayına.
Lakin bu roman böyle sürüp gitmedi! Yılların sadık, sığıntı, korkak Dilber’i, evden uzakta bir hastane odasında kinini açığa vurdu. Durmadan kustu ve sıçtı. Efendilerinin önünde. Kendisi gibi öksüz, gariban bir hastabakıcı kızla arkadaş oldu. Adaşı Ayşe ile. Üç günde ne çok sevdi onu. Bir ömür geçirip de sev(e)mediklerine inat. Ona konuştu sadece. Anlattı hayatını. Kimselere anlatmadığı. Olduysa onunla akraba oldu. Ezilmeyle, dertle, pislik temizlemekle, hizmetle akraba oldular. Konuşmadı efendileriyle. Kızgın, öfkeli nefret dolu baktı yüzlerine. Öfke sadece ruhta yuvalanmaz ki. O da bedenlenir. Kasılan ağızda, rengi atan benizde, kanlanan gözde, kızaran yanaklarda, incelen seste… Dilber de böyle. Hasta yatağında ruhuyla, bedeniyle öfkelendi. Çişinin kokusundan evin nerelerinde dolaştığını anlayanlar, bu defa da gözlerinden, ağzından, tüm bedeninden taşan kinini pekâlâ anladılar. Diber şaşırttı, üzdü efendilerini. Yemedi ellerinden yemek. Kustu yediğini. Birer yabancı olduklarını belli etti açıkça. Hayalden akrabalık mı olurmuş dercesine. Yabancıydılar. Apaçık. Olsa olsa çıkar aralarındaki, alışıklığı yılların, gündeliği kolaylaştırma derdi. Yaşatmadı bir düşküne, emektara yardım etmenin sevincini onlara. İzin vermedi. Üç günde, bir ömürlük vefanın, emeğin hesabının usulca kapanmasına. Ve romanın sonunda. Altına sıça sıça öldü Dilber!