Kadınlar, Tarih ve Biyografi Üzerine

Handan Çağlayan – Selda Tuncer

Ötekini oku, derinde, dipte duranı- Lev Tolstoy

Lev Nikolayeviç Tolstoy, Anna Karenina[1]’nın girişinde, bütün mutlu ailelerin birbirine benzediğini, her mutsuz ailenin mutsuzluğunun ise kendine göre olduğunu ifade eder. Bu değerlendirmeyi, biyografik eserlere de uyarlamak mümkün. Klasik biyografiler (ve otobiyografiler) tıpkı mutlu aileler gibi bir çeşittir. Ortak bir kurguyu paylaşırlar ve genellikle birer başarı öyküsüdürler. Anlatılan hayat, sanki daha başından tasarlanmış, belirlenmiş bir hedefe doğru yönelmiş doğrusal bir akış olarak sunulur. Biyografinin öznesi hep rasyoneldir, her şey çok sarihtir ve olay daha çok kamusal alanda geçer.[2]

Klasik biyografiler, bu özellikleriyle klasik tarih yaklaşımının çocuğu da sayılabilir. Zira klasik tarih yaklaşımının özneleri de liderler, komutanlar, büyük büyük adamlardır ve anlatılan hikâye onların başarılarına dairdir.

Neyse ki -ve iyi ki- böylesi bir tarih yaklaşımına karşı özellikle 1960’lı yıllardan itibaren eleştirel yaklaşan toplumsal tarih çalışmaları ortaya çıktı. Bu çalışmalar, merceği kamusal alanda görünen makro figürlerden, toplumsal dokuya, muktedir olmayanlara, sesi egemenlerin zaferlerini anlatan tarih sahnesinde duyulmayanlara çevirerek, tarihin çoğullaşmasına ve demokratikleşmesine, böylece gerçekliğin çok katmanlı doğasına daha fazla yaklaşmasına hizmet etti.

Toplumsal tarih çalışmalarının ortaya çıktığı yıllarda feministler de tarihte kadınların görünmezliğini sorunsallaştırmaya, bir erkek hikâyesi (history) olarak tarihi eleştirerek, “herstory”nin (kadın hikâyelerinin) izini sürmeye başlamışlardı. Ancak işleri o kadar da kolay değildi. Karşılaştıkları engellerden biri, “tarihin gayya kuyusu”nda görünmezleştirilen kadınları bulup ortaya çıkarmanın güçlüğüydü. Öte yandan mevcut araştırma teknikleri, ancak küçük izler bulabildikleri kadınlara dair tarih yapmaya da elvermiyordu. Çünkü görünmezleştirilenlerin başını çeken kadınlardan da geriye klasik anlamda tarihi belgeler kalmış değildi. Bu güçlük, toplumsal tarih yaklaşımının katkılarıyla aşıldı. O zamana kadar tarihi belge niteliği atfedilmeyen fotoğraflar, mektuplar, kartpostallar, günlük hayatın akışına ilişkin fikir verebilecek her türlü malzeme belge olarak değerlendirildi.

Bu malzemelerden birisi de biyografilerdi. Ancak feministlerin tarihe müdahalesinin, klasik biyografi yöntemiyle yazılan kadın hikâyelerinin varolan tarihe ilave edilmesi ile sınırlı kalması beklenemezdi. Böylesi bir müdahale, tarihin bir bütün olarak eleştiri süzgecinden geçirilerek yeniden düşünülmesini, yazılmasını gerektiriyordu.[3] Her şeyden önce pozitif yöntembilimin temel ayrımlarından olan özne/nesne karşıtlığının aşılması gerekiyordu. Benzer şekilde özel alan-kamusal alan ayrımının yol açtığı ikilemin de bertaraf edilmesi zorunluydu.

Tam da bu noktada, “Öyleyse kadınların hayatlarını, bu engellere takılmadan tarihe kazandıracak bir biyografi nasıl mümkün olabilir?” sorusu gündeme geldi. Nasıl bir içgörü ile hangi soruları sormak gerekir, bir kadının biyografisi yazılırken hangi ilişkilere, hangi örüntülere bakmak gerekir? Yastık altlarında saklanmış günlükler, mektuplar, kadın dostlukları, ana kız ilişkileri, rüyalar ne kadar kayda değerdir?

Ayizinde Feminist Biyografi Semineri

İşte tüm bu sorular ve daha fazlası, çiçeği burnunda feminist yayınevi Ayizi’nin Feminist Biyografi Seminerinin konusunu oluşturuyordu. Faaliyet alanını yayın yapmakla sınırlamayan, feminist bilinç ve eylemin çoğaltılmasına farklı araçlarla da katkı sunmak isteyen bir yayınevi için, başlangıç olarak bir feminist biyografi semineri düzenlemekten daha isabetli bir tercih olamazdı herhalde. Bu seminerin Eser Köker tarafından verilmesi de ayrıca önemliydi. Nedenini ilerleyen satırlarda ifade edebileceğimizi umuyoruz ama önce seminere ilişkin bir parantez:

Aslında yayınevi 6 haftalık bir seminer öngörmüştü. Ama Mart ayında başlayan dersler, Haziran sonuna değin sürdü ve toplam 11 haftayı buldu. Doğrusu biz katılımcılara kalsaydı muhtemelen hiç bitmemesinden yana tavır alacaktık. Zira her Cumartesi iki saat sürmek üzere başlayan fakat giderek bütün bir öğle sonrasına yayılan ve bu arada yayınevinin çay kahve servisi için kullandığı masanın üzerini daha ikinci haftadan itibaren keklerle, böreklerle doldurmaya başlayan seminer, muhtemelen yayınevinin öngördüğünden daha büyük bir ihtiyaca karşılık gelmenin yanı sıra katılımcıları da yayınevinin beklentisinin çok üstünde heyecanlandırmasının, meraklandırmasının etkisiyle kendiliğinden uzadı. Yer yer katılımcıları sarsarak alt üst eden ama tartışmasız her koşulda keyif veren bir (belki bilinçlenme ifadesi çok iddialı kaçar, bu nedenle) öğrenme diye niteleyebileceğimiz bir etkileşim süreci oldu.

Katılımcılar olarak homojen bir grup değildik. Kimimiz amatör edebiyat okuruydu, kimimiz Ayizi’nin bir etkinliğine katılmak üzere gelmişti. Çoğumuz lisansüstü akademik uğraşılar içinde olmakla birlikte, aramızda çeşitli mesleklerden katılımcılar; hukukçular, çevirmenler, emekliler de vardı, Meral Akbaş gibi Ayizi’nin ilk yazarları da. Hatta Anneanne Sırlarını Eskitmiş Aynalar’ın[4] yazarlarından Satı Atakul gibi arada katılanları[5] da hesap edersek hayli karma bir gruptuk. 19 Mart’ta, Ayizi’nin salon penceresinden içeriye bir ağaç dolusu badem çiçeğinin dolduğu bir günde başlayan dersler, önce badem çiçeklerinin taç yapraklarını düşüren, ardından ağacın yeşil yapraklarının fışkırmasını sağlayan, en sonunda da meyvelerini besleyen[6] ikindi sağanakları eşliğinde devam ettikçe, katılımcılar olarak bütün farklılığımıza rağmen ortak bir grup dinamiği oluşturabildik dersek abartmış olmayız.

Tabii ortak bir feminizm algısına sahip olmayan, farklı yaş gruplarından, farklı mesleklerden, farklı entelektüel düzeylerden, edebiyatla ilgisi farklı boyutlarda bir kadınlar topluluğundan böyle bir dinamiğin ortaya çıkmasında önemli etkenin Eser Köker olduğunu belirtmezsek, seminere ilişkin bilgiyi eksik bırakmış oluruz. Seminer hocamızın harcadığı emek öylesine yoğun ve sunumlar üzerinden yaptığı ufuk açıcı analizler öylesine çarpıcıydı ki, muhtemelen bu satırları okumaktan pek hazzetmeyecek olmasını da göze alarak belirtmek zorunluluğu duyuyoruz.

On bir hafta boyunca bir yandan Carolyn G. Heilbrun’un Kadının Özyaşamını Yazarken…[7] eserini temel alarak feminist bir biyografinin özellikleri üzerinde dururken diğer yandan da seçtiğimiz otobiyografik eserlere ilişkin eleştirel sunumlar hazırladık. Bu esnada seminere, kimi kısa süreliğine, kimi ise Sevgi Soysal örneğinde olduğu gibi birkaç haftalığına olmak üzere pek çok kadın yazar konuk oldu. Bu arada konuklardan bahsetmişken, son derste Cynthia Enloe’nun geldiğini ve bir katılımcı olarak onun da Şili’de faşist Pinochet darbesinin ardından Kuzey Amerika’ya sürgüne gitmek zorunda kalan feminist akademisyen Ximena Bunster’in biyografisini sunduğunu söylersek inanmazlık etmeyin. Aynen böyle oldu!

Özne-Nesne Karşıtlığını Aşmak ve Kendilik Anlatısı

Şimdi artık seminere ilişkin bu büyükçe parantezi kapatarak yukarıda sorulan ve seminerin de çıkış noktasını oluşturan “feminist biyografinin, klasik biyografilerin iki temel engelini nasıl aşacağı, bunun için hangi araçları kullanacağı, hangi malzemeye tarihsel belge değeri biçeceği” gibi sorulara dönebiliriz. Kolay ve kısa bir yanıt bekleyenleri hayal kırıklığına uğratacağımızı vurgulamalıyız. Çünkü hem on bir haftalık bir semineri buraya sığdırmaya çalışmak doğru olmaz hem de öyle kolay ve kısa bir yanıt yok aslında.

Seminerin ses kayıtlarını dinlerken, bazılarımızın “Evet ama feminist bir biyografiyi nasıl yazacağız?” sorusunu tekrar edip durduğunu fark ettik. Demek ki seminere gelirken, aklımızda tıpkı Tolstoy’un mutlu ailelerine benzer standart ve kolay bir yanıt arayışı vardı. Bunun da diğer feminist araştırma süreçlerinde olduğu gibi, kendini sürecin içine katarak, ilgi odağındaki özne ile birlikte kendini de sorgulayarak, yüzleşerek mümkün olabileceğini, özneler arası bir eylem içine girerek ve her aşamada feminist merakın ve ilginin canlı tutulması yoluyla gerçekleştirilebileceğini, dolayısıyla standart bir kalıbının olmadığını öğrenmek zaman aldı.

Her feminist biyografi yazma süreci, kendine özgü ve yazarın kendisiyle de yüzleşeceği yeni bir praksis süreci aslında. Ama bu kendine özgülük, elbette ki temel ortak sorular, ortak uğraklar ve teknikler olmadığı anlamına gelmiyor. Öyleyse yazıyı bu ortak noktalara ilişkin küçük bir özetle bitirmek anlamlı olabilir.

Feminist biyografi her şeyden önce “Neyi bilmiyoruz?” sorusuyla işe başlamayı öneriyor. Gerçek hayatta “mutlu aile” şablonundaki gibi tek bir kadınlık olmadığına göre, herhangi bir kadının hikâyesini anlamanın, onun kadınlık durumunu ortaya çıkarmanın en öncelikli koşullarından birisi, diğer kadınlıklara bakmak. Örneğin annelik durumuna dair feminist söz söylenecekse bu sözde mutlaka, anne olmayan, olamayan ya da olmamayı tercih eden kadınların sözlerinin de bulunması gerekiyor.

İlkiyle eşzamanlı başka bir temel soru da “Kimin tarihi yok?” sorusu. Varolan tarihe müdahale etmek için sadece “kadınların tarihi yok” saptaması yeterli değil elbet. Kaç tür kadınlık var, bunlar birbirine nerede değiyor, hangi mitleri yeniden üretip hangi hikâyeleri alıp veriyorlar gibi sorular ve kuşkusuz bu soruların yanıt arama süreçleri önem taşıyor.

Kamusal alandaki başarılara, erkekler arası dostluğa, babayla çocuk arasındaki ilişkiye eğilen klasik biyografilerin bakmadığı alanların neler olduğu sorusu da feminist merakı anne kız ilişkisine, kadınlar arası dostluk ilişkilerine, gündelik hayat içindeki deneyimlere, doğuma, ölüme, travmaya, yalnızlığa, kabul arayışına yönlendiriyor. Yani, feminist biyografi, bugüne dek yok sayılan, önemsenmeyen özel alanın, ev içinin görünmezliğine dikkat çekiyor. Şüphesiz burada yapılmak istenen, kadını basitçe özel alan üzerinden tanımlamak değil, çoklu kadınlık deneyimlerini yeterince anlayabilmek için klasik anlatılarda yer bulamayan bir alanı hikâyeye dahil etmek ve böylelikle bütüncül bir kavrayış geliştirebilmek.

Feminist biyografi yazını, farklı kadınlık deneyimlerini anlayamadan kendini bir bütün olarak tanımlamanın zorluğundan hareketle, kadınlık deneyimindeki biriken yoğunlaşmayı anlamak için özellikle kadın olarak, kadın olmaktan dolayı yaşanan acıları, zorlukları ortaya çıkarmayı önemsiyor. Çünkü ancak bu şekilde kadınlar arası güçlendirici bir paylaşımdan ve buna paralel olarak gelişecek olan kolektif bir özne ihtimalinden söz etmek mümkün olabilir.

Bu bağlamda, özne-nesne karşıtlığının aşılmasını sağlayarak kadınlık anlatılarının biraraya getirileceği ortak bir paylaşım zemini kurmak için ihtiyaç duyulan temel kavramların başında kendilik anlatısı geliyor.

Sözü edilen karşıtlığın aşılması, yazarın, biyografisini yazdığı kişi ile ilgili anlatısı esnasında kendi hakkındaki farkındalığını paylaşmasıyla mümkün oluyor. Kendilik anlatısıyla ilgili C. G. Heilbrun’den hareket edersek, bir dizi kavram çıkıyor karşımıza. Bunlardan ilki, itiraf; hem biyografisi yazılan kadının hem de yazarın itirafları. Kuşkusuz burada bahsedilen itiraf, bizdeki günlük anlamıyla “itirafçılık” ya da rahatlama vb. amaçla bir suçun ya da kabahatin dile getirilmesinden farklı bir anlama işaret etmekte; daha çok bir sorunu içtenlikle ifade etmek şeklinde bir anlam taşıyor. Kendilik anlatısına ilişkin diğer bir kavram ise hatırlama. Hem biyografisi yazılanın hem de yazar açısından nelerin hatırlandığı, nelerin unutulduğu önemli bu anlamda. Şüphesiz itiraf ve hatırlama eylemlerinin beraberinde bilinçlenme sürecini de getirmesi beklenir. Böylelikle kendilik anlatısı için önemli olan bir diğer kavramdan bahsetmiş oluruz: bilinçlenme, yani bir nevi insanın yaşadıklarının farkına varması. Feminist bilincin, eylemin ve kadın dayanışmasının gelişmesinde, kadınların yaşadıkları deneyimleri paylaşarak aslında, tekil olarak tecrübe ettikleri sorunun ortak ve politik bir karşılığı bulunduğunun farkına varmalarının, aslında kolektif bir öznenin de ortaya çıkış süreci olduğu anımsanırsa, ortak deneyimin farkına varmanın biyografi yazınındaki önemi de görülebilir. Öyle ki, feminist biyografinin bu tür bir farkındalık üzerine kurulduğu söylenebilir

Burada aslında biyografi yazarı iki dünya arasında bir tür moderatörlük görevi üstlenmiş olur. Bunu başarabilmesinin yoluysa farkındalık geliştirmesinden geçer ki- bu ancak kendinin muhasebesini yapmak yani bir nevi özdüşünümsellik (self-reflexity) eylemiyle mümkün. Bu kendi üzerine düşünme şüphesiz yazarın anlattığı kadının yaşam öyküsünden bağımsız değil; tam aksine ona karşılık geliyor, onunla hayat buluyor. Temas ettiği hayat karşısında biyografi yazarının ne hissettiği, nasıl tepki verdiği şeklinde görünüyor metinde. Çünkü biyografi bir yandan da yazarın anlattığı kişiyle ve yaşantısıyla karşılaşmasının hikâyesi. Yazarın bunu ne kadar açığa çıkardığı, okuyucuyla ne kadar paylaştığı ise feminist biyografi bakımından büyük önem taşıyor. Çünkü feminist biyografi, klasik anlatılardan farklı olarak, yansız olmak kaygısı taşımıyor; tam aksine anlatmak istediği yaşantıyı tarafının farkında olarak ve bunun süzgecinden geçirerek yapılan bir yazma girişimi. Böylelikle başka bir kadının yaşadıklarına bakarken kendine dönüyor, kendi hayatı üzerine düşünmeye başlıyor ve bu iki farklı yaşantınının karşılaşması feminist biyografinin kaynağını oluşturuyor.

Ayizi Feminist Biyografi Seminerinden öğrendiklerimiz kısaca böyle. Yayınevinin seminer sonrası verdiği anı ayraçları biraz olsun hak etmiş olduğumuzu umuyoruz. Esas mezuniyetin, seminer hocamızın önümüze koyduğu, birer feminist biyografi yazma görevini yerine getirmeyle olacağını unutmuş değiliz elbette. Ama bu konuda da grubumuz adına umutlu olduğumuzu belirtmeliyiz. Çünkü daha şimdiden çalışmaya başlayan arkadaşlarımız olduğunu biliyoruz.



[1] Lev Nikolayeviç Tolstoy, Anna Karenina, (çev.), Ergin Altay, İletişim Yayınları, Ankara: 2002.

[2] Bu özellikleri, klasik biyografilerin ortaya çıktığı dönemden ve yerine getirdiği işlevden bağımsız değil aslında. Tıpkı roman gibi biyografi de burjuva dünyasının yarattığı bir edebi tür ve tarihsel bir inşa olarak “birey”in ortaya çıkışıyla alakalı.

[3] Kaldı ki klasik anlamda başarılı erkek biyografi kurgusunu kadınlara uyarlamak pek de mümkün değildi zaten. Klasik bir başarı öyküsü olarak bir Virginia Woolf ya da bir Camile Claudel biyografisi hayal etmeye çalıştığımızı düşünelim örneğin. Başaramayız. Woolf’un ya da Claudel’in olağanüstü güçleri, yetenekleri, içlerindeki yaratıcı ışık, toplumsal düzlemde görünmelerini, var olmalarını sağlayabilmişti sağlamasına ama karşı karşıya bulundukları katı toplumsal gerçekliğin barındırdığı çelişkilerin, acıların onlar için hazırladığı nihayet, hiç de klasik biyografilerin nihayetine uymaz. Sadece onlar açısından değil, sıradan kadınlar açısından da bu durum fazlasıyla geçerlidir.

[4] Aydın, Ç. K., Kaan, E.S. ; Köker, E., Al, G. Ü.; Önen,G; Yamaner, G; İldan, M.; Tan, M.G.; Bayer, N.; Şahin, Özlem, Atakul, S., Anneanne Sırlarını Eskitmiş Aynalar, Çivi Yazıları, İstanbul: 2002.

[5] Satı Atakul, arada katılmış olsa da Nermin Abadan Unat’a ilişkin, seminerin en etkileyici sunumlarından birisini gerçekleştirdi. En etkileyici sunumlar bahsinde zikredilmesi gereken başka bir sunum da Minu İnkaya’nın Jean Rhys sunumuydu.

[6] Bu sıralamaya, seminerin sonlarına doğru neredeyse badem ağacını devirecek kadar şiddetli olan ve yayınevinin alt katını tehlikeli bir şekilde sular altında bırakan sağanağı da eklemeli.

[7] Carolyn G. Heilbrun, Kadının Özyaşamını Yazarken…, (çev.) Y. Salman, G. Aygen, Yapı Kredi yayınları, İstanbul: 1992.

Share Button