Geçse de yolumuz, bozkırlardan…

Alara Çakmakçı

Kadınların ve kadınlığın tarihsel ve öznel deneyimlerinden yola çıkan, bu yaşanmışlıkları ortak bir geçmiş tabanında irdeleyen, farklı motivasyonlara ve anlayışlara sahip karakterlerin hikâyelerinde, baskın eril bakışın ve bu bakışı temsil edenlerin ister istemez anlatılarda geri planlara itildiği ve hatta egemen olanın tersine yok sayıldıkları, anlatı içinde yalnız birer motif oldukları görülür. Bu anlatılarda kadın, geçmişinin, bu geçmişin ona yüklediği sorumlulukların ve yüklerin farkında, gerçek bir özne konumundadır.

İki kadın ve iki erkeği bir masa etrafında yemek yerken izlediğimiz, zamandan ve mekândan arındırılmış “Canavarlar Sofrası”nda Ramin Matin, insanlar arasında kurulan ilişkilerin yapaylığına, insanın içinde varolan şiddet, açlık, şehvet gibi dürtülerin uç noktalarına vurgu yaparken tek mekânda güçlü bir atmosfer yaratmayı başarmış ve tartışılmaya açık deneysel bir film ortaya çıkarmıştı.Yönetmenin ikinci filmi ise ilkine benzer gerilimli bir atmosferin içinde iki kız kardeşin öyküsünü izlediğimiz “Kusursuzlar”. Uzun süre görüşmemiş, bu süre içinde değişmiş, farklılaşmış ve elbet büyümüş iki kadının hesaplaşmayı bekleyen dargınlıkları, öfkeleri ve dizginleyemedikleri kıskançlıkları vardır.

Film, otoban ışıklarının altından hızla geçen arabanın ve geçişleri güçlü ses efektleriyle vurgulanan lambaların aydındınlattığı direksiyonun görülmesiyle başlar. Anlatı ilerledikçe arabanın içindekinin iki kadın, hızla uzaklaştıkları yerin kent, varacakları yerin ise yakın geçmişte kaybettikleri, çocukluklarında da sıklıkla gittikleri anneannelerinin Çeşme’deki yazlık evi olduğu anlaşılır. Kısa süre önce yaşanan travmatik bir olay, iki kadının yakınlaşmasına ve bu yakınlaşmanın hatırlattığı çocukluk günlerinden o ana kadar yaşananların yüzleşmesine, senelerce konuşmayanların hesaplaşmasına sebep olmuştur.

Nereye gider bu yol?

Karanlık bir yol sahnesiyle başlayan filmin, yalnız iki kardeşin olduğu bir koyda, masmavi deniz sahnesiyle devam etmesi, film boyunca vurgulanan karşıtlıkların bir işareti olarak okunabilir. Bu karşıtlıkların en temeli, kuşkusuz iki kardeşin karakterleri ve farklı hayat motivasyonlarıdır. Yasemin, varoluşunu bedeniyle tanımlar, kendi haz ve isteklerinin peşi sıra gider, kardeşi Lale’den farklı olarak kendine senelerce ailesinden uzak bir yaşam kurmuştur. Yasemin’in tercih ettiği, bedenini tamamen kendinin kılan kıyafetler, bikiniler ile Lale’nin anneannesinden kalan, kendi varoluşunu onların içinden tanımladığı giysiler, iki kardeşin ruhsal karşıtlıklarının bir sembolü olarak kullanılmıştır. Bu ve benzeri somut ikilikler, filmin genel atmosferi içindeki zaman-mekân uyuşmazlıklarıyla desteklenmiştir. Örneğin, mekân olarak seçilen yazlık ev, genelde rahatlamak, kafa dinlemek için gidilen bir yerken filmde bir hesaplaşma alanına dönüşmüş ve zaman olarak da çoğunluğun tercih ettiği sezon değil, Çeşme’nin henüz boş olduğu mayıs ayı seçilmiştir. Yine filmde sıkça değinilen, yolunda gitmeyen şeylerin varlığına işaret eden arabanın bozulması, filmin sonunda, hiç beklenmedik bir anda, arabaların tercih etmediği ıssız bir yolda gerçekleşmiştir. Tüm bu uyuşmazlıklarla birlikte, yönetmenin, sahnenin bütününü göstermeyerek yarattığı klastorofobik ortam ve kullandığı ışık tercihleriyle film, benzeri “yaz filmleri”nin atmosferinden farklı, izleyeni rahatlatmak yerine tedirgin eden bir anlatıya dönüşmüş, filmin her sahnesinde artarak devam eden bu gerilim/tedirginlik, Barış Diri’nin müzik ve sesleriyle de desteklenmiştir.

Senarist Emine Yıldırım’ın da etkilendiğini söylediği “Bebek Jane’e Ne Oldu” ve “Sessizlik” filmleri, iki kız kardeşin birbirlerinden oldukça farklı karakterlerinin yarattığı çatışmanın, birbirlerine duydukları aşkın ve kıskançlığın anlatılması bakımından “Kusursuzlar” ile konu itibariyle benzerdir. Fakat özellikle Bergson’un filmi, gerek sessizlik içinde geçen gerilimli atmosferi, gerekse kullanılan figürlerin benzerliği açısından Kusursuzlar filmi boyunca sık sık akla gelmektedir. Bu noktada bu iki filmi karşılaştırarak benzer bir okuma yapmak, R. Matin bu tanıma her ne kadar karşı çıksa da, iki kadın filminin yolunun nerede kesiştiğini ve nerede birbirlerinden uzaklaştığını anlamak açısından önemlidir.

Ve tam ortasında, yolun:

Arabanın çalışmadığı anlardan birinde karşılaştığımız Kerim karakteri, iki kardeşin insanlarla kurduğu ilişkilerin anlaşılması ve yıllarca konuşulmayanların ortaya serilmesi, hesaplaşılmasını tetiklemesi açısından filmde önemli bir yere sahiptir. Her ne kadar filmde başrol olmayı başaramasa da oldukça kritik bir rolü üstlenen Kerim, filmdeki kadınların kusurlarını ortaya çıkaran, varlığıyla hesaplaşma anlarını başlatan ve iki kardeşin kıskançlıklarını körükleyen bir unsur olmaktadır. Yakın zamanda yaşanan tecavüzün, iki kardeşin şehirden uzaklaşmasına ve birleşmelerine sebep olduğu düşünüldüğünde filmin denklanşör rolü bu iki kadın dışındaki başka bir erkek karaktere vermesi, anlatıyı sorunlu hale getiriyor.

Tıpkı “Kusursuzlar”da olduğu gibi, “Sessizler”de de nereye gittiğini bilmediğimiz bir trenin içinde karşılaştığımız iki kardeş, hesaplaşmalarını dillerini bilmedikleri, sadece ikisinin aynı dili konuştuğu bir ülkede yaşarlar. Bu noktada Bergson, beraberliklerinin hikayesini yalnızca bu iki kadına emanet etmiş, öteki bütün karakterleri, bu iki kardeşi öne çıkaracak şekilde kurgulamıştır. Sessizlikte Anna’nın seviştiği garson, Kusursuzluk’taki Kerim’e ya da kardeşi Lale’nin Kerim’le beraber şehre indiklerini öğrendikten sonra plajda beraber olduğu adama benzetilebilir. Fakat Sessizlik’teki garson, filmde dili bile olmayan bu nedenle iki kadının ilişkisine girebilmesi mümkün gözükmeyen, arka plana atılmış bir karakterken Kerim karakteri Kusursuzlar’da daha belirgin bir konumdadır. Öte yandan, Yasemin’in “becerdiği” adam sahnesinde, beklenen ve alışılanın dışına çıkılmış fakat kadının yok sayıldığı bir dil içinde yeni bir dil/görüntü/alan yaratmak yerine, yalnızca roller değiştiriştirilmiş, erkeğin yani egemen olanın dili kullanılmış ve hatta ödünç alınmıştır. Yasemin’in kabinden çıktıktan sonra karşılaştığı anneannesinin arkadaşı ise, verili ve kurulu olandan kaçılamayacağının bir temsilidir. Yukarıda sözünü ettiğim, alışılageldik olanla filmin çatıştığı alanlardan biri, Yasemin’in gece vakti çıktığı yürüyüş sahnesidir ki bu sahnede kardeşi Lale, saatin dışarı çıkmak için geç olduğunu söyleyen ve onu uyaran erkek bakışı simgelerken, yürüyüş esnasındaki sözlü taciz sahnesinde Yasemin yine egemen olanın halini sergilemiş ve böylece “sağ salim” evine dönebilmiş, Lale’ye de yürüyüşün çok iyi geçtiğini söylemiştir.

Kendine ait bir oda, mı?

“Kusursuzlar”da da “Sessizlik”te de ne kadar aynı dili konuşsalar da birbirlerini anlamayan iki kardeş, bu anlaşamama hali içinde kendilerine ait bir evren yaratırlar. Bu evren de Kusursuzlar’da yazlık ev Sessizlik’te otel odası olarak tasvir edilir. Her iki filmde de kadınlar bir bakıma yurtsuzlardır, zira kendi evlerinden uzak, bilmedikleri bir yerde yaşamaktadırlar. Peki bu odaların dışı nasıldır, bu odadan çıkmak ve hayatta kalmak mümkün müdür? Sessizlik’te bu, Ester için mümkün değildir, kardeşi Anna odadan her çıktığında Ester kendini yataklara düşmüş bulmakta ve filmin sonunda da odadan çıkamamaktadır. Kusursuzlar’da evin dışında da yaşamak mümkündür fakat elbette bu yaşam tehlikeli ve ikiyüzlüdür. Dolayısıyla hayatta kalabilmek için ya Yasemin gibi egemen olanın diliyle yaşamak ya da Lale gibi perdelerin arkasında kalmak gerekmektedir. Bu ikilik Lale’nin film boyunca sakladığı vücudunu ve yaralı sırtını açtığı, eski sevgilisi Ferit’i, yan evdeki Kerim’i, kardeşi Yasemin’i ve öteki tüm unsurları umursamayarak denize koştuğu ve kendini sulara bıraktığı sahnede bozulur. Başka bir deyişle bu sahne, filmin dönüm noktalarından biridir. Kadın, dilini bulmuştur ve bu dil büyük ölçüde kendini bıraktığı serin akşam denizindedir. Gözümüzü aklımızdaki makaralara çevirdiğimizde ise Ester, hâlâ kendisine ait odada, camdan dışarıya bakmaktadır. Sokakta gördüğü ise hareket halindeki tank, ve bir yaşlı eşektir.

Ve biterken yol:

Kusursuzlar’da film boyunca artan gerilim, Kerim’in varlığının tetiklediği kavga ve hesaplaşma sahnesiyle son bulur. Bozulması beklenen araba beklenmedik bir anda durmuş, böylece iki kadın tıpkı filmin en başında olduğu gibi ıssız bir yolda yalnız başlarına kalmışlardır. Bu son sahnede film boyunca konuşulmayan sırrın tecavüz olduğunu, bunun iki kadında birbirlerinden farklı etkiler bıraktığını görürüz. Çeşme’nin durmak bilmeyen rüzgârı, farların aydınlattığı iki kadını savurur ve sanki tüm bunları unutturmak istercesine deli eser. Kavga şiddetlendikçe rüzgâr artar. Tıpkı Sessizlik’in son sahnesindeki camdan giren yağmur gibi, rüzgâr da yaşanılanların öfkesini, geçen zamanın hüznünü temsil eder. Bozuk arabanın yanında duran ve onlara yardım eden erkek dolu minibüs ise, yaşadıkları dünyanın neresi olduğunu ve buradan kaçabilmenin kolay olmadığını söylemek ister gibi, iki kadını alır ve evlerine götürür.

Sonuç olarak Kusursuzlar, iki kadının hikâyesini anlatması ve görüntüde erkeklerin arka planda kalması açısından önemli olsa da kadına varolduğu dünyanın nasıl bir yer olduğunu yeniden yeniden hatırlatması ve bu dünyanın çıkışından söz dahi etmemesi bakımından dilde ve görüntüde kadına uygun görülen ödünç alınmış ya da arkalara atılmış yeri büyük ölçüde onaylıyor ve tekrardan yaratıyor.

Share Button