Tarımı Kadınlar Yapıyor, Kasketli Amcalar Değil
Sema Aslan
Olcay Bingöl’le Söyleşi
Olcay Bingöl, 1980’lerin sonu, ‘90’ların başına tarihlenen Ankara’daki üniversite öğrenciliği döneminde tarım politikalarına ilgi duymaya başlamış, üniversiteden hemen sonra gittiği İngiltere’de bambaşka bir dünyayla tanışmış. Tohum İzi Derneği’nin kurucu üyeleri arasında olan Olcay Bingöl ile bu bambaşka dünyayı konuştuk.
Tohum İzi Derneği’nin kurucu üyelerindensin ancak Tohum İzi Derneği’ne giden süreçte gıdaya dair pek çok farklı deneyim ve bilgi taşıdığını tahmin ediyorum. Biraz anlatır mısın?
‘90’lı yılların başında bir yıl İngiltere’de kaldım ve çok ilginç insanlarla, yeni bir yaşam şekliyle tanıştım. Farklı diyet biçimlerinden söz ediyorum. Mesela ben et yiyordum İngiltere’ye gittiğimde fakat orada insanların neden et yemediğini, gıda üzerinden nasıl bir politika geliştirdiklerini vb. öğrendim ve hayvanların yetiştirilme politikasıyla, buna bağlı olarak endüstriyel bitki üretimine dair okumalar yaptım. Türkiye’ye döndüğümde bütünüyle politik bir tavır olarak, vejetaryen olmuştum.
Endüstriyel hayvancılık, endüstriyel bitki üretimi ne demek?
Küçük çiftçilerin kendilerine yeten miktarda üretim yapmasına, bitki ve hayvan yetiştiriciliğinin bir arada, bir sistem olarak kurgulanmasına tarım diyoruz biz. Bir çiftçi dışarıya bağlı kalmadan hayvanını yetiştirir, onun gübresiyle bitkisini, bitkisinin atığıyla da hayvanını besler. Bu sistem kendi içinde, kendine yeten bir ekolojik denge yaratır. Sistemi bozarsanız hem ekolojik dengeye hem de ekonomik olarak çiftçiye zarar verir, çiftçiyi dışarıya bağımlı hale getirirsiniz. Endüstriyel hayvancılık da sadece et üretimi için hayvanların bir arada ve çok miktarlarda bulunduğu sistemlerdir. Bunlar neredeyse yüzde yüz dışa bağımlıdır. Yemini dışarıdan almak zorundadır çünkü o kadar çok sayıda hayvanı meralara salamazlar, öyle meralar yoktur. Bu durumda çeşitli tohum şirketleri tarafından üretilen yemleri almak gerekir. Hayvanları çok hızlı büyüten, sütlerini artıran, bir an evvel büyüyüp kesime gitmelerini sağlayan, bu hızlı döngüyü destekleyen bir sistem, özetle endüstriyel tarım. Hayvanlar kapalı alanlarda bir arada yaşadıkları için hastalıklara çok hızlı bir şekilde maruz kalıyorlar, dolayısıyla antibiyotik ve başka ilaç takviyeleri de söz konusu oluyor. Antibiyotik olmadan endüstriyel hayvancılık yapılamaz! Tabii, bir canlının yaşam hakkına saygı, hayvanların mutluluğu gibi konular endüstriyel hayvancılığın gündeminde hiç olmayan şeyler.
Köylüler de artık kendilerine yetmiyorlar değil mi?
Tüm neoliberal politikalarla birlikte küçük çiftçilik yok olmaya başladı. Rekabet edemez çünkü. Bir de tabii neoliberal sistemin “endüstriyel olan sağlıklıdır,” propagandası var. Aileler, bu bombardıman altında köylüden “ne olduğunu bilmediği” sütü almaktansa UHT süt almayı tercih ediyor. Dolayısıyla üretici ile tüketici arasındaki ilişki de kayboldu. Bitkisel üretim de aynı kaderi paylaştı. Kendine yeten, kendi tohumunu bitkiden alan, saklayan ve bir sonraki yıl yeniden eken, kendi yöresine ait olan bitkiyi yetiştiren çiftçinin ve çiftliklerin yerine, büyük miktarlarda, mono kültür dediğimiz tek ürün ekilen alanlar çoğaldı. Yani, tek bir alana karnabahar ekerseniz hem büyük bir ekolojik dengesizlik yaratırsınız hem de küçük çiftçinin asla ulaşamayacağı fiyatlarda ürününüzü toptan satarak ekonomik bir yıkıma yol açarsınız.
Türkiye’nin ilk ekolojik yaşam alanlarından biri olan Hocamköy Girişimi geliyor sonrasında, değil mi?
Evet. ODTÜ’lü bir grup tarafından örgütlenen Hocamköy Girişimi gerçekten de Türkiye’nin ilklerindendi. İstanbul’da Buğday, Ankara’da Harman vardı. Hocamköy, Kırıkkale’ye yakın bir noktada ekolojik yaşam nedir, kendi enerjimizi üretebilir miyiz gibi soruları soran insanların bir arada olduğu bir yerdi. Hocamköy Girişimi’nden hemen sonra Harman Ekolojik Yaşam Derneği kuruldu. Dernek, Hocamköy Girişimi’nin çalışmalarını destekledi, ürünlerini Harman isimli dükkânda sattı, çocuklar için kamplar düzenledi vs.
Bu girişimler ve başka bir gıdanın peşinde olan insanlar özellikle o dönemde “marjinal” kabul ediliyordu.
Evet. Birtakım gençler, marjinal işler yapıyor işte, deniyordu. Ama bir taraftan da Harman Ekolojik Yaşam Derneği’nin ayakları çok sağlam basıyordu yere. Çok ciddi eğitimler veriliyordu mesela. Harman’la aynı dönemde yürüyen başka bir şeyden söz edeceğim. O dönem, Uçan Süpürge’de çalışıyordum ve Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Çalışma Grubu’nun üyesiydim aynı zamanda. Kadınların ev içlerinde parça başına çalıştıkları ve neredeyse bütünüyle sanayi için üretilen işlerden söz ediyorum. Giysilerin kenarındaki işlemeden makine parçalarına değin, çok büyük, kayıt dışı bir sektörden söz ediyorum. Çalışma grubumuz, kadınlara baskın olarak bir örgütlenmeyi amaçlıyordu; Türkiye’nin çeşitli yerlerinde çalışıyordu. Bu süreçte yavaş yavaş fark ettim ki, çok fazla kent odaklı bakıyorum dünyaya. Kadınların kentlerdeki görünmez iş gücü, köylerde de var. Sebze kurutmadan salça yapmaya, gıdayla ilgili aklınıza gelecek her şey kırda kadınlar tarafından yapılıyor. Gıda politikalarıyla zaten ilgiliyken, kırdaki kadınların görünmez emeğini fark etmemle birlikte çalışmalarımı kırsal alana kaydırdım.
Bununla birlikte de KEÇİ kuruldu sanırım.
Evet. Yedi sendikadan oluşan Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’na destek olmak amacıyla kuruldu KEÇİ (Kentlilerin Çiftçilerle Dayanışma İnisiyatifi). Bir grup insan bir araya gelerek Türkiye’de küçük çiftçilere ihtiyaçları olan lojistik desteği vereceğimizi söyledik, uzun süre destek olduk, hâlâ oluyoruz. KEÇİ çalışmalarını sürdürürken, Tohum İzi Derneği’nin kuruluşunu gerçekleştirdik.
Bu dernek ne yapıyor?
Türkiye’de tarım politikaları, ekolojik hareket, küçük çiftçi hareketleri, tarımda kadının rolüyle ilgili çalışmalar sürdürüyoruz. Köylü Bilgeliği diye adlandırdığımız ve köylülerin geleneksel bilgilerini kayıt altına alan bir faaliyetimiz var. Küçük çiftçilerle birlikte yaptığımız eğitimlerde kullanılan bir kayıtlı malzemeden ve bir dizi araştırmadan söz ediyorum aslında.
Nedir köylü bilgeliği?
Önce şundan söz etmek lazım: Organik tarım deniyor ya, biz organik tarım demiyoruz. Çünkü etkileri ve bize çağrıştırdıkları aslında cepheden karşı olduğumuz şeyler. Organik tarımı kötülemiyoruz, fakat desteklemiyoruz da. Organik tarım, 1970’li yıllarda “marjinal”di, doğrusu nefis bir hareketti fakat bugün artık şirketleşmiş bir tarım. Bir elin parmakları kadar şirketin kontrolündeki tarımdan söz ediyoruz artık organik tarım deyince. Organik tarım sertifikaları çok yüksek fiyatlara veriliyor; küçük çiftçinin bu sertifikaları alma şansı asla yok. Organik tarımı ya tarım şirketleri ya da büyük toprakları olan varlıklı çiftçiler yapıyor. Bu durumda niye organik tarımı destekleyelim? Türkiye, dünyadaki en büyük sözleşmeli organik tarım yapılan ülkeleri arasında. Mesela Rapunzel, Ege bölgesinde yüzlerce hektarlık tarım arazisi üzerinde organik tarım yapıyor. Kimin toprağı üzerinde yapıyor, köylülerin toprakları üzerinde. Köylüler, çiftçiler kendi topraklarının bekçisi, işçisi oluyor. Çiftçilikle ne ilgileri ne de bilgileri kalıyor. Biz bu sistemi dışarıda bırakmaya çalışırken bir alternatif getirmemiz gerekiyor. Endüstriyel tarım yapamayacağımıza göre, ne yapacağız? Doğayla barışık yöntemlerle ama verimimizin de düşmeyeceği bir yöntem gerekiyor. Geleneksel olarak aktarılmış bir bilgiye sahip olduğumuzu o zaman tekrar hatırladık. Biz buna bilge köylü tarımı diyoruz. Tarım, bilgelik isteyen bir iş gerçekten de. Bilgelik de çok fazlaca kadınlara atfediliyor Anadolu’da. Tarımı da kadın yapıyor zaten. En iyi tohumu hangi meyveden alacağını kadın bilir, tohumu nasıl saklayacağını ve nasıl ekeceğini kadın bilir. Tarım da aslında tohum demektir. Geri kalan iş, hamaliye; onları da erkekler yapar.
Bilge köylü tarımı, kadının emeğini görünür kılıyor yani.
Çiftçi deyince aklımıza kasketli amcalar geliyor akla oysa onlar sadece kadınların öngördüklerini yapıyor. Bilge köylü tarımı çalışmasına geçen yıl, Kars’ta başladık. Toplam on köyde hayvancılık, bitki ve bunun mutfağa yansıması üzerine bilgiler derledik, kayıtlar yaptık. Bir sonraki aşamada bölge değiştireceğiz ve yeni bir çalışmaya başlayacağız. Teknolojiyle çok fazla karşılaşmamış yerlerde hâlâ bilgi var. O bilgileri alıp Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nun eğitimlerine entegre etmek istiyoruz.
Bu bilgileri kamuoyuyla paylaşıyor musunuz?
Sadece çiftçilerle paylaşıyoruz. Mesela Kars bölgesinde yetişen medikal otlar var. Kadınlar bu otları tanıyorlar, hangisiyle nasıl ilaç yapılacağını biliyorlar. Bazı ilaç şirketleri bölgeye gelip bu bilgileri alıp, patentlerini yapıştırıp gidiyorlar! Biz bu bilgileri doğrudan eğitimlerde çiftçilere vermeyi tercih diyoruz bu nedenle.
Tohum İzi Derneği’nin bizi, geniş kitleleri doğrudan ilgilendiren çalışmaları var mı peki?
Çok önemsediğimiz, katılımcı sertifikasyon dediğimiz bir çalışmamız var. 1970’lerde organik hareketin yaptığı şeye bir sosyal boyut kattık. Asla ticarileşmeme sözü var. Brezilya başta olmak üzere Latin Amerika’da yaygın olarak; Avrupa’da da İtalya, Fransa ve İspanya’da sürdürülen bir çalışma bu. Katılımcı sertifikasyon, teknik olarak üretimin nasıl yapılacağının belirlenmesini sağlıyor: Ekolojik üretim standartları. Bir de sosyal standartlar var. Mesela üretimde yer alan kadının yeriyle ilgili çok net standartlar var. Brezilya’da söz gelimi, kadın işçiliğinin bir değeri var, o gerçekleşmiyorsa, belgeyi de alamıyorsunuz zaten. Yanı sıra sürekli eğitim ve şeffaflık prensipleri var.
Katılımcı sertifikasyon nasıl yaygınlaşacak?
Topum İzi Derneği, Çifti Sendikaları Konfederasyonu ve Boğaziçi Üniversitesi Tüketim Kooperatifi birlikte hareket ederek, önümüzdeki süreçte üreticilerle tüketicileri Katılımcı Sertifikasyon çatısı altında buluşturmayı amaçlıyor. Tohum İzi Derneği’nin de desteklediği BÜ Tüketim Kooperatifi, yaklaşık iki yıl önce kurulduğunda ancak sendikalı ya da kooperatif üyesi üreticiden ürün almayı benimsedi; tüketicinin de örgütlü olmasını teşvik etmeyi hedefleri arasına aldı. Yani katılımcı sertifikasyon sadece üreticiyi bağlayan tek taraflı bir şey değil; tüketicinin de üretim sürecinin bir parçası olduğu fikrini benimsiyor. Merkezi bir sistem değil, lokalleri önceleyen bir sistem. Herkes kendi kooperatifini ya da alışveriş grubunu kurabilir, üreticisiyle birebir iletişime geçerek ürününü talep edebilir hatta mahallesinde dükkânlar açabilir. Hallere, aracılara bağımlı kalmayı reddederek, doğrudan üreticiyle iletişime geçerek bir direniş hattı oluşturmak mümkün. Yakın arkadaşlarınızla bir alışveriş grubu kurabilir, aranızdan yumurta, salça, zeytinyağı, bakliyat vs. sorumlunuzu seçebilir, üreticinizi bulabilirsiniz pekâlâ. Bu gruplar ne kadar çoğalırsa, doğrudan pazar oluşturma şansımız o kadar artar.