Tarih, Suçlu Kadınlar ve İnci Avcısı

Ebru Aykut

Eylemi diğer tüm insanî etkinlikler içinde ayrı bir yere koyarak yücelten Hannah Arendt’e göre, “…ölümlüler arasında cereyan eden şeyler… hiç bir zaman gerçekleştikleri andan sonraya kalamazlar ve hatırlayışın yardımı olmadan arkalarında hiç bir iz bırakmazlar.” Hatırlamayı mümkün kılacak, denizin derinliklerindeki inci ve mercanları bulup suyun yüzeyine çıkartan bir inci avcısı gibi, zamanın tortusu altında saklı kalmış geçmiş olayları unutuluşun boşluğundan kurtaracak olan ise şairlerin ve tarihçilerin edimleridir. Tarihçi bir inci avcısı gibi, gerçekte ne olduğunu tüm veçheleriyle asla bilemeyeceği bir geçmişin katmanları arasından “ne”leri hatırlayıp “ne”leri unutuluşa terkedeceğine karar verirken, bugüne politik bir müdahalede bulunur. Hangi heyecan ve kaygılarla kimin hikâyesini kimler için anlatacaktır? Geçmişten hangi “an”ları kurtaracaktır? Padişahlar, sadrazamlar ve devletlû paşa hazretlerinden mütevellit bir büyük iktidar anlatısının arkasında kaybolmuş sizin bizim gibi (sıradan) insanların (sıradan) hayatlarıyla ne yapacaktır?

Bunları kırpıp kırpıp yıldız yapmak ve sonra da gökyüzüne saçmak bir seçenek elbette. Fakat sosyal tarihçiler uzunca bir süredir bu insanların hayatlarını, yani bir vakitler makrotarihçiliğin ancak bir toz zerresi kadar kıymet biçtiği gündelik hayatı önemsiyor. Tarihin özneleri değişiyor. Kurumların, süreçlerin ve büyük adamların yerine sıradan insanların tecrübeleri tarihin merkezine yerleşiyor.Elbette bu, tarihyazıcılığında salt metodolojik bir tercih olmaktan ziyade gayet epistemolojik ve politik bir duruşun yansıması. Adları ve eylemleri tarihe ziyadesiyle yazılmış olan “büyük” adamların yanına artık “küçük” adamlar ekleniyor. Ve pek tabii “küçük” kadınlar da.

Kadınlar tarihin en görünmez, en hayaletimsi varlıkları belki de. Göze görünmeyen, dile gelmeyen emekleri gibi, onların ne düşündüklerini, neler yaptıklarını, faili ve kurbanı oldukları eylemleri uzun süre bilemedik. Ancak tıpkı sınıf, milliyet, ırk gibi, toplumsal cinsiyetin de tarihyazıcılığı içinde temel bir parametre olarak kabul edilmesinden sonradır ki, kadınların sesini yavaş yavaş işitmeye, gözlerimizi onların tecrübelerine açmaya başladık. Hatta artık toplumsal cinsiyeti bir analiz birimi olarak çalışmasına dahil etmeyen tarihsel araştırmaların saygınlığı sorgulanır hale geldi. Kadınların, erkeklerin ve eşcinsellerin farklı tecrübelerini yok saymadan, bu kategorilerin kendi içlerindeki farklılıkları da gözeterek tarihselleştirmek, daha “doğru” ve daha “objektif” bir hikâye anlatmak adına yapılan bir tercih değil, tarihçinin etik ve politik sorumluluğu gereği izlemesi gereken bir yol artık.

Farklı tezgâhlardan geçip otuzunu devirdikten sonra tarihçiliğe gönül vermiş benim gibi “sonradan görme” bir tarihçi için de “geçmişin uçucu imgesi”ni yakalamaya çalışmak; bazen bir fotoğraf karesinde donup kalmış bir görüntüyü, bazen yüz yıllık bir derginin yırtık pırtık soluk sayfaları arasında unutulmuş bir hikâyeyi, bazen de buram buram zaman kokan bir belgenin varaklarına nakşolunmuş simli sözcükleri unutuluştan kurtarmak, gayet girift bir zaman labirentinde kaybolup kaybolup yolunu bulmak gibi. Bu meşakkatli yolculukta bir yandan vakanüvistlikten bir yandan belge fetişizminden imtina etmeye çalışarak küçük adımlarla yol alırken arşivde karşıma çıkan birkaç belgeden bahsetmek istiyorum size. Evet, itiraf ediyorum, bunca romantizasyon ve felsefe, bu uzunca girizgâh, sırf bu birkaç belgeye konuyu getirebilmek içindi. Ama diyorum ya, yazmak ıztıraplı bir iş. Hele hele mevzu bahis olan kadınlarsa.

19. yüzyılda Tanzimat sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nda şer’i ve yerel nizami mahkemelerde görüldükten sonra ferman buyurulmak, padişahın onayına sunulmak üzere Dersaadet’e gönderilen idam vak’alarını araştırırken karşılaştım bu kadınlarla. Kocası ya da sevgilisi tarafından öldürülen kadınlar, tecavüze uğrayanlar, hane kundaklayanlar, hırsızlık yapanlar. Bu belgeler, kadınları kurban rolünden çıkartıp faili/aktörü/öznesi oldukları bir hayatta onların tecrübelerini görünür kılmak açısından oldukça önemli.

Malum, tarihyazımında “suç”un cinsiyeti erkektir. Zira kadınların “doğaları gereği” şiddete ve suça daha az yatkın oldukları neredeyse bir önkabul gibidir. Gayet özcü olan bu önyargı, uysal ve pasif kadın imgesinin karşısında, agresif ve dominant bir erkeklik kurgular. İstatistiksel verilerle belli bir dönemde kadınların suç oranlarının erkeklere nazaran az olduğunu göstermek, çoğu zaman bu yargıya varmak için yeterli görülmektedir. Halbuki 19. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar uzanan bir süreçte Rusya’da suç istatistiklerini inceleyen Stephen Frank’in de gösterdiği gibi, istatistikler gerçek suç oranlarını yansıtmaktan uzaktırlar. Zira yargı sürecinde üst düzey mahkemelere intikal etmeyen ve yerel düzeyde karara bağlanan, dolayısıyla istatistiklere de yansımayan davalarda kadınların oranı oldukça yüksektir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da 1838-1868 yılları arasında Meclis-i Vâlâ’ya gönderilen ve dolayısıyla Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde ulaşabildiğimiz belgeler, taammüden cinayet, kundaklama, yol kesme, şekâvet gibi suçlara dair ağır ceza davalarına ait kayıtlar. Dolayısıyla bu suçların dışında kalan ve yerel düzeyde şer’i mahkemelerde görülüp karara bağlanan daha küçük çaplı davalar ve bu davalardaki kadın suçluların, tıpkı Rusya’daki gibi, söz konusu belgeler üzerinden yapılacak herhangi bir istatistiki çalışmada temsil edilmesi mümkün değil.
Sosyal tarihçilerin yoksulların, köylülerin, hizmetçilerin, kadınların, çocukların ya da deliler, fahişeler, serseriler gibi toplumun daha marijinal kesimlerinin tarihlerini yazarken karşılaştıkları asıl güçlük, bu gruplarla ilgili olarak günümüze kadar gelen belgelerin büyük çoğunluğunun egemenler ya da toplumun kendini daha fazla ifade etme olanağına sahip kesimleri tarafından yazılmış olması. Peki Cemal Kafadar’ın 17. yüzyılda yaşamış Üsküp’lü Asiye Hatun’un rüya defterini veya bir dervişin tuttuğu günlüğü (sohbetname) Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulması gibi bir güzel tesadüfle karşılaşmayacaksak, bu insanların seslerine, sözlerine herhangi bir aktarıcının dolayımı olmaksızın nasıl ulaşacağız? İşte Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki bazı tasniflerde yer alan istintaknâmeler (sorgu raporları), geçmiş zaman içinde kaybolmuş ve tarihçinin ilgisine mahzar olmaksızın da bulunamayacak bu sesleri işitmek için bir fırsat sunuyor bize.

Dilferağ, Fatma ve Simane’yi tanıma şansına da bu sorgu raporları sayesinde nail oldum. Dilferağ hizmet ettiği konaktan hırsızlık yapan ve hırsızlığın meydana çıkmasına mani olmak için de konağı ateşe verdiğini itiraf eden bir zenciye cariye hatundur. Selanik duhan (tütün) gümrüğü memuru Mehmet Ağa’nın zevcesi Hatice Hanım’ın dört yıldır hizmetçiliğini yapmaktadır. 21 yaşlarında olan Dilferağ’ın bir de suç ortağı vardır, evin erkek hizmetkârı Ahmet. Sorgu memuru Dilferağ’ı “kangınız ateş koydunuz odaya sen mi öbür arab mı yoksa Ahmet mi…doğrusunu söyle” diyerek sıkıştırdığında Dilferağ’ın anlattıkları bize sadece hırsızlık ve kundaklama vak’asının yani adi bir suçun arka planına dair bilgi vermekle kalmaz, 1861 senesinde bir konağın içinde hizmetçilerin yaptığı gündelik işler, hizmetkârlar arasındaki ilişkiler ve üst sınıfların gündelik yaşamına dair de birinci elden ipuçları sunar:
“Hanım dışarı çiftliğe çıktığı gün Ahmet haremliğe girdi. Ben divanhanede idim. Sonra bana bir şamar urdu. Üzerime yürüdü ve beni aldı bir odaya götürdü. Orada bana fi‘l-i şeni icra etti (tecavüz etti) ve o gün pazar günü idi. Ferdası pazartesi günü ağa gümrüğe gittikten sonra bu Ahmet tekrar haremliğe girdi. Beni yine (…)da buldu. Divanhaneyi süpürür idim. Ahmet yine bana dedi ben seni isterim satun alacağım ve kendime seni karı ideceğim sonra ben cevab ettim sen hizmetkârsın senin paran yok sen beni nasıl satun alacaksın. Bu dahi param yok ise efendi sayesinde para bulacağım seni alacağım dedi selamlığa gitti. Üçüncü gün ki dünki salı günü ağa sabahleyin güneş doğarak uykudan kalktı yattığı şahnişin odasından karşıki asma odaya geçti çubuk doldurdu ben çubuğa ateş götürdüm ve kahve pişirdim verdim çubuğunu ve kahveyi bu odada içti sonra kalktı çubuğu odada bıraktı şahnişin odasına geçti ben çubuğu kaldırdım kahve odasında ocağa çubuğu silktim çubuğu yerine koydum sonra ağaya abdest suyu götürdüm şahnişin odasında abdest aldı sonra tekrar çubuk içtiği odaya gitti orada okudu sonra kalktı oda içinde bir cigara yaptı divanhaneye çıktı divanhanede bunun cigarasına ateş götürdüm yaktı cigarasını içerek aşağı indi selamlığa çıktı ve Ahmet’e tenbih etti saat üçe kadar sen buradan ayrılma suyolculara bak sonra gümrüğe gel dedi.”

Sorgu devam eder. Müstantik sürekli Dilferağ’ın bir açığını yakalamaya, ona suçu itiraf ettirmeye çalışmaktadır. Bu sinir harbi içinde Dilferağ “bu senin söylediğin lakırdılar bizi kandıramaz… nasıl oldu doğrusunu söyle” diye ısrar eden memura nihayet “Efendim…” der, “…sana doğrusunu söyleyim bu Ahmet bana dedi çekmecenin içindeki paraları alacağım yarısıyla sana rapor (?) yapacam ve yarısıyla dahi sana ev alacağım ve bir aralık ben kaçacağım ve sonra gelüb seni de kaçıracağım ve ben dedim ağa geldiğinde görecek paraları yok ne cevap verecez sonra dedi görmeğe hacet bırakmam sonra bir beyaz bez içine cigarasını sardı dolabın içine koydu.”
Bir senedir ağanın yanında aylık otuz guruşa hizmetkârlık eden 19-20 yaşlarındaki Ahmet ise sorgusunda konağın yandığından haberinin olmadığını, ancak arabenin verdiği paraları acemilik ederek alıp kaçtığını söyleyecektir. Dilferağ’ın birkaç kez ifade değiştirdiği sorgu sürecinin sonunda zenciye cariye dolaba bir mendil içinde ateşi kendisinin koyduğunu itiraf edecek ancak Ahmet’in suç ortaklığı konusunda ısrarını da sürdürecektir. Sonunda sorgu memurları Dilferağ’ın suçluluğuna hükmederler. Dilferağ ceza kanununun 163. maddesi hükmünce “ferman-ı ali mucibince” idam olunur. Ahmet ise “ihrak (kundaklama) maddesinde olan müdhal ve şirketi ikrârıyle sabit olamadığından” yani delil yetersizliğinden 10 sene kürek cezasıyla kurtulur.

Dilferağ’la aynı kaderi paylaşan Fatma, kocasını çorbasına elli paralık yılan otu katarak zehirleyecektir. 1862 senesinde Kocaeli’nde emsaline ibret olmak üzere asılarak idam edilen Fatma, Hüseyin’in “daima kendisini darb etmesinden ve bir gün dahi dağa götürerek katl edecek olmasından” korktuğundan kocasını öldürdüğünü söyler, suçunu açıkça itiraf eder. Kocasını öldürmeye onu kimin teşvik ettiğini öğrenmeye çalışan sorgu memuruna “kimse vermedi ben kendi kendime kodum ağuladım” diyerek cevap verir. Yine kocasını zehirleyerek öldüren Simane ise ahali tarafından taşlanmaktan, beygire bağlanıp parçalanmaktan kurtulsa bile sonunda idam edilmekten kurtulamaz. Hersek Sancağı’na bağlı Zubçe Nahiyesi’nde 1864 senesinde vuku bulan olayda, halk arasında dolaşan dedikodulara bakılırsa Simane kocasını “koca-yı muamele-i zavhiyyatı icra edemezmiş deyu” yiyeceğine kattığı zehirle öldürmüştür. Her ne kadar kilise önünde toplanan ahaliden 100-150 kişi huzurunda papaz tarafından yapılan sorgusunda “şeytan beni aldattı ben zehirledim” diyerek suçunu itiraf etse de, hükümet tarafından yapılan sorgusunda kendisine iftira atıldığını, kilise önünde de aklını kaybettiğinden ne dediğini bilmediğini ifade edecektir Simane: “Söyledim mi söylemedim mi bilmem hasta ve acılı olduğumdan ne söylediğimi bilmedim herbir şey söyledim”. Simane’nin ifadesinde pek çok ilginç nokta var aslında. Bunlara ancak daha uzun bir yazıda değinilebilir. Yalnız üzerinden atlanmaması gereken hususlardan birisi, tıpkı Fatma vak’asında olduğu gibi, burada da sorgu memurunun Simane’nin bu işte tek başına karar almış ve hareket etmiş olacağına bir türlü inanmamasıdır. Müstantik hem Simane’ye hem de sorguya alınan diğer şahitlere defalarca Simane’yi bu işe kimin teşvik ettiğini soracaktır. Kocasını zehirleyen kadınlara dair diğer vak’alarda da karşımıza çıkan bu durum, kadınların işledikleri suç dolayımıyla bile olsa ele geçirdikleri özne konumunun nasıl göz ardı edildiğini göstermesi açısından önemli bir işarettir.
Ann-Louise Shapiro 19. yüzyıl sonlarında Paris’te hem hanenin hem ulusun düzenine karşı tehdit olarak algılanan, normları altüst eden kadın suçluların, aslında gerçekliği yansıtmayan bir kadın suçluluğu söyleminin nesnesi olduklarını; obsesif bir biçimde kamusal alanda gündemde tutulan bu söylemin gerçekte toplumsal dönüşümlerin yarattığı endişenin başka bir dile tercümesinden ibaret olduğunu belirtiyor. Osmanlı’da da her zaman devleti ziyadesiyle ilgilendirmiş, onun yönetim pratiklerinin bir parçası olmuş fuhuş yapan kadınların cezalandırılması ve denetimi, kadın suçluluğu denildiğinde akla gelen ilk husus. Ahlak, aile, kamu sağlığı, cinselliğin ve kadın bedeninin denetlenmesi gibi konulardan ayrı düşünemiyoruz fahişe kadınlara yönelik devlet politikalarını. Halbuki fuhuş bir yana kadınlar toplumsal sıkıntıların ve gündelik hayatın parçası olan suç olgusu söz konusu olduğunda her yerde varlar. En az erkekler kadar madur, en az erkekler kadar kurbanlar. Kimi zaman dayakçı kocalarını soğuk kanlılıkla zehirliyorlar, kimi zaman bir erkeğin evlilik vaadlerine aldanarak hırsızlık yapıp hane kundaklıyorlar. Belki onların seslerini Bursa ipek tezgâhlarında çalışan ve 1910 Ağustosunda greve giden beş bin genç kadın kadar net işitemiyoruz. Onlar İştirak dergisine yazdıkları bir mektupta “Feryadımıza kulak veriniz ey hür matbuatın serbest müntesibleri! Kalbinizde tecelli eden hissiyattan bizim için de bir hisse-i merhamet çıkarınız.” diye haykırıyorlardı. Ancak Dilferağ, Fatma, Simane gibi daha yüzlerce belki binlerce kadın da bizden ipek amelesi kadınlar kadar ilgi bekliyor. Sadece “işte tarihte kadınlar da vardı” demek için değil ama bu kadınların tecrübeleri aracılığıyla ve onların bakış açılarıyla geçmiş zamanı ve bugünü farklı bir gözle anlamlandırabilmek için bu çabaya girmeye değer.Bir de belki Ursula K. Le Guin’in giriştiği şu hesaplaşmayı aşmak için:

“Annem, neden kadınlar hakkında yazmadığımı sormuştu. ‘Nasıl yazacağımı bilmiyorum’, diye cevap vermiştim. Aptal ama dürüst bir cevap. Kadınlar hakkında nasıl yazılacağını bilmiyordum –pek azımız biliyorduk- çünkü erkeklerin kadınlar hakkında yazdıklarının gerçek olduğunu, kadınlar hakkında yazmanın doğru yolu olduğunu düşünüyordum. Ben bunu yapamıyordum.”

Share Button