Mülkiyet Sınavından Geçmek

Ayşe Çavdar

Birkaç ay önce Ursula K. LeGuin’in, bağlı bulunduğu Yazarlar Birliği’nden kuruluşun Google’la girdiği hukuk mücadelesinden vazgeçmesi üzerine ayrıldığını duyduğumuzda bir hayli şaşırmıştık okurları olarak. Çünkü LeGuin, bağlı yazarların telif haklarını Google’a karşı korumayan ve anlaşma yolunu seçen Birliği yeterince direnç göstermemekle suçluyordu. İki ucu iğneli bir değnek bıraktı avuçlarımıza. Bir yanında Google’ın kitapları tarayıp umuma açma gayesi güden evrensel kütüphane projesi vardı. Diğer yanda ise pek çoğumuzun mülkiyet kavramıyla cebelleşmeye giriş kitabı olan Mülksüzler’in yazarı LeGuin’in diline yakışmayan “telif hakları mücadelesi.”

LeGuin diyordu ki “Google gibi kocaman, ticari bir şirketin yazarların telif haklarını gasp etmesine seyirci kalamayız.”  Google’ın ise projeyi savunma noktası pek çok okurun gönlünü fethedecek cinstendi: “Herkes, istediği bütün kitaplara ulaşabilecek.”

LeGuin Şubat 2010’da başlayan bu tartışmanınardından medyaya verdiği hemen her röportaja neyi kastettiğini anlatmaya çalışarak başladı. Kendisinin bütün radyo ve televizyon konuşmalarını, ayrıca güncel meselelere ilişkin yazılarını adını taşıyan internet sitesinden takip edebiliyor oluşumuz büyük bir şanstı. Böylece bizi hayal kırıklığına uğratmasından içimiz titreyerek korktuğumuz LeGuin’in cümleleri arasında işin aslının anladığımız gibi olmadığına kanaat getirebileceğimiz imalar aramaya devam edebildik.

Mesela Oregan Public Broadcasting radyosunda yayınlanan Think Out Loud adlı programa 29 Nisan 2010 günü verdiği söyleşide LeGuin konuşmaya daha soru bile sorulmadan bu meseleyi açarak başladı. Diyordu ki, “Google’ın projesine karşı değilim. Ama telif haklarını ihlal etmesine, ticari bir şirketin yasaları bu şekilde tek yönlü olarak çiğneyebilmesine karşıyım.” Devamında Google’ın projesiyle “telif hakkı” kavramının yeniden tanımlanması ihtiyacının da ortaya çıktığını ve bu konuda kendisinin şahsında yazarlara, fikir eserleri sahiplerine danışılmamasına bozulduğunu anlatıyordu. İlk bakışta haklı gibi görünen bu cümleler derdimizin birken ikiye çıktığının da işareti oldu. Mülksüzler’in yazarı, Yerdeniz’in yaratıcısı mülkiyet kavramının ardından bir de yasa kavramını savunmaya koyulmuştu… LeGuin başka şeyler de söylüyordu aslında: Diyordu ki “Elbette kitaplarımın internete konulmasına karşı çıkamam. Teknolojiye karşı olacak kadar deli değilim. Ama böyle bir iş yapılacaksa bile kamu tarafından yazara emeğinin karşılığı ödenerek yapılmalı.” Belki de o ilk kırgınlığın etkisiyle yasadan sonra bir de “kamu” kavramıyla yumuşatılmış bir “devlet” savunusu bulduğumu zannettim. Elbette yanılmış da olabilirdim…

Sonra iş daha da büyüdü: LeGuin yazarlara hitaben bir sendikalaşma çağrısı yayınladı. ABD’li yazarları Google projesine karşı Ulusal Yazarlar Sendikası’na üye olmaya davet ediyordu. Bu şekilde eserleri üzerindeki mülkiyet haklarını koruyabilecekleri güçlü bir örgüte sahip olabileceklerdi. He cümlesi haklı olan bu çağrıda telif haklarıyla ilgili tartışmanın çok yönlü ve kapsamlı olduğu, kapalı kapılar ardında birkaç şirket temsilcisi arasındaki pazarlıkla sonuca bağlanamayacağı, detaylar ne denli karmaşık olursa olsun ilgili herkesin bu tartışmanın tarafı olmak durumunda olduğu söyleniyordu. Ama çağrıdan anladığım kadarıyla LeGuin’e göre bu tartışmanın tarafları yasaları yapan devlet, eserlerden yararlanmak isteyen şirketler, yazarlar ve yazarları temsil eden meslek örgütlerinden ibaretti. Okurlar, kitaplarla, düşünceyle, edebiyatla, icatla aralarındaki ilişkinin belirlenmesi gereken bu ilişkide yer alamıyorlardı. Radyodaki söyleşinin ikinci bölümünde, daha tanıdık bir LeGuin konuşuyordu. Dinlemek çok daha kolay oldu… Ta ki sunucu “Kitaplarınızı yazarken muhtemel okurlarınızı nasıl tahayyül ediyorsunuz? Onları aklınıza getiriyor musunuz?” diye sorana kadar… Aslında hiç de telif hakları meselesiyle ilgili olmamasına rağmen, programın başında anlatılanlar yüzünden olsa gerek cevap bana kırıcı geldi. LeGuin diyordu ki “Okurlarımı aklıma bile getirmiyorum. Kitaplarımı o anda onlar için yazmıyorum…”

LeGuin, Google hikayesinden önce de onu çok seven bir okuruna, blogunda bir kitabından uzunca bir alıntı yaptığı için yazılı olarak çıkıştığında olan şey oldu yine. Hayal kırıklığına uğradım. Galiba Yerdeniz’in yazarı kaderlerini kendisinden başkasına teslim edemeyecek kadar sahiplenmişti kitaplarını…

Oysa Mülksüzler’in yazarından “fikir ve sanat eseri” denilen ucubenin naturasına dair daha yaratıcı bir tanımlama beklerdik… Zira o ucubenin naturasını tanımlarken yaratıcılığı harekete geçirmenin tam da zamanı… Belki de “yaratıcılık” kavramının kendisine ve getirisine ilişkin bir tarafı olduğu için bu meseleyi içimizden geldiği gibi konuşamıyoruz. Sonuçta elbette yazan çizen insanların da karınlarını doyurmaları gerekiyor. Öte yandan herhangi bir fikir-sanat eserinin yalnızca onu oluşturan parçaları bir araya getirene ait olduğunu iddia ettiğimizi duysa mesela Karl Gustav Jung ne derdi çok merak ediyorum? Sonuçta büyük şirket fikrinin, en basit tarifiyle ticaret kavramının devasa bir sonucu olduğunu düşündüğünüzde durum bir miktar daha karmaşıklaşabiliyor üstelik. Belki de bu yüzden, telif hakkı tartışması örneğin teknolojide yapıldığında o kadar bozulmuyoruz ve hatta opensource yazılımları, copyleft hareketini büyük bir içtenlikle destekleyebiliyoruz. Fakat söz konusu müzik, edebiyat, düşünce olduğu zaman “telif hakkı” kavramıyla üretici arasındaki ilişki daha problemli hale geliyor.

Örneğin kaçımız Elif Şafak’ın, yapılan korsan kitap baskınlarından sonra İstanbul’un gelmiş geçmiş en haşin emniyet müdürlerinden Celalettin Cerrah’ı ve ekibini tebrik etmek üzere kalkıp makam ziyareti yapmasına içtenlikle saygı duyabiliriz? Bu hareket, okuruyla arasındaki yazma ve okuma eylemlerinin doğasından kaynaklanan mahremiyeti sorgulamamıza sebep olmaz mı? Sonuçta Elif Şafak’ın, Cerrah’ın askerlerinin hışmına uğramış okur sayısının çok da az olmayabileceğini tahmin edebileceği bilgisi bizi de onu da yaralar. En yakıcı, en ağır duygularımıza tercüman olan Orhan Gencebay, internetten müzik indirilmesine itiraz ederken “Hakkımız yeniyor, batsın bu dünya” dediğinde bütün o şarkılar kulağa başka türlü gelmeye başlamaz mı?

Birkaç yıl önce Yapı Kredi Yayınları ile TKP arasında Nazım Hikmet’in telif hakları üzerinden yaşanan ve mahkemelerde sonlanan tartışma da benzer bir içerik taşıyordu. Nazım Hikmet, ölümünden önce dört ayrı vasiyetname hazırlamış, hangi vasiyetnamenin geçerli olduğuna ise Aziz Nesin karar vermek zorunda kalmıştı. Söz konusu belgeye göre Nazım Hikmet, eserlerinden doğan telif haklarının dörtte birini TKP’ye, gerisini de oğlu Mehmet Hikmet’e kalmıştı. (1) Mehmet Hikmet haklarını Yapı Kredi Yayınları’na devretmiş, TKP bandrol ve ISBN almaksızın yayınladığı Nazım Hikmet şiirleri seçkisini parti yararına basıp satmaya başladığında ise kıyamet kopmuştu. TKP’den yapılan açıklamalarda “Nazım meta değil” deniliyordu. Öte yanda çıkan dedikodular kısa süre öncesine kadar adı SİP olan partinin, Nazım Hikmet’in mirasından yararlanabilmek için TKP adını aldığı söyleniyordu. Tartışmanın hazin tarafı, Nazım Hikmet’in, eserlerinin mülkiyet haklarına ilişkin o vasiyetnameyi üstelik Sovyetler Birliği’nde yazdığını öğrenmiş olmaktı. Kimindi Nazım Hikmet’in şiirleri? Ne işi olurdu ki onun mülkle, mirasla, vasiyetle… TKP’den ya da YKY’den geçmeden okuyamayacak mıydık yani?

Goran Bregoviç’in dünya müzik piyasasını Balkanlaştırdığı şarkılarının birçoğunun, medyaya erişimi ondan çok daha az olan Roman şarkıcı Şaban Bayramoviç’in verdiği ilhamla mümkün olabildiğini, örneğin telif hakları Bregoviç’e ait görünen Mesecina’nın aslında Bayramoviç’in Djeli Mara’sı olduğunu öğrendiğimizde yazıklanmaz mıyız?

Bu son örnek, birkaç paragraf önce Jung’un neden durup dururken bu yazıdan geçtiği sorusunun da bir cevabı olabilir. Zira Bregoviç, Balkan, özellikle de Roman müziğinin küresel temsilcisi olarak biliniyor. Ancak Avrupa Roman Hakları Merkezi’nin Araştırma ve Yayınlar Direktörü Claude Cahn, kulağa Roman halk şarkıları gibi gelen pek çok Bregoviç imzalı şarkının aslında Balkanlardaki irili ufaklı modern müzisyenlerin ya da grupların şarkılarından ilhamla, lakin sanki geleneksellermiş gibi üretilen bir soundla düzenlendiğini anlatıyor(2). Hatta yazısına Roman aktivist Orhan Galjus’un Goran Bregoviç’e karşı Şaban Bayramoviç adına bir an önce cüsseli bir telif davası açılması gerektiğine ilişkin önerisiyle başlıyor… Bu koşullar altında ve Romanların dünyanın her yerinde yapılan pek çok farklı müziğin faili oldukları düşünüldüğünde, Bregoviç’in dehasının kürenin kolektif müzik kulağına giden yolu keşfetmesinden kaynaklandığını ve bu dehanın karşılığını ün ve servet olarak aldığını düşünemez miyiz? Bayramoviç ise ancak Bregoviç onu konserlerine tek şarkılık süreler için misafir ettiğinde kendi yerel çerçevesinin dışına çıkabiliyor. Bu durumda yaratılmış eser kimin oluyor? Bayramoviç’in mi, Bregoviç’in mi, adı “buçuk”a çıkmış bir halkın mı? Jung olsa muhtemelen o müziğin telif hakkının pekala onu kulaktan kulağa taşıyan bizlere de ait olduğunu söylerdi.

Fikir ve sanat eseri sahipliği meselesi, bilgi ve iletişim teknolojilerinin hızla dönüştürdüğü kültürel üretimin geleceği açısından hayati öneme sahip. Hele artık bu teknolojilere bulaşmadan sıradan bir sokak eylemi bile gerçekleştiremediğimiz düşünülürse durum özellikle, dünya tahayyülünü kapitalizm ve mülkiyet eleştirisinden yola çıkarak üreten en merkezi siyasi duruştan, marjinal sahalarda dolaşanına kadar her birimiz açısından bir sınav niteliği taşıyor. Kimilerimiz devasa ticari şirketlerin hayatın her bir alanını kendi karlılıklarını gözeterek yeniden düzenleme girişimlerine karşı devlete ve çoğu birkaç yıl içinde kadük olacak mülkiyet yasalarına güvenme eğilimindeyiz. LeGuin gibi yaratıcılığı su götürmez bir yazarın bile 80’inden sonra haklarının korunması söz konusu olduğunda örgüt ve sendika demekle yetinmeyip devlet ve yasa sözcüklerinin imalarına bulaşması açıkçası yaratıcılık ve eser kavramlarıyla ne edeceğimizi pek bilemediğimizi gösteriyor.

LeGuin bir başka söyleşisinde gene kitapların dijital ortama aktarılmalarıyla ilgili olarak yöneltilmiş bir soruya cevap olarak bilimkurgunun aslında “bize, buraya ve şimdi”ye ilişkin bir eğretileme olduğunu söylüyor. “Kitapların dijitalize edilmesi ve herkes tarafından ulaşılabilir kılınması, sınırsız bir Halk Kütüphanesi kurulması da şimdi, burada, bizim elimizde olmalı. Bu bizim bebeğimiz. Bu bebeği biz büyütelim, bir şirketin ellerine teslim etmeyelim. O şirketin ilgilendiği tek şey bilgiyi denetimi altında tutmak ve yazarların çıkarlarını kendi karına dönüştürmek olacak…” (3)

Sonuna kadar haklı ve bu cevapta, söz konusu tartışma başladığından bu yana aradığımız “LeGuin hala bizim” vurgusunu su götürmez biçimde bulabiliyoruz. En azından kendi adıma bu cümleye sığınıp bütün şüphelerimden vazgeçmeye hazırım. Lakin çerçeve LeGuin’in mülkiyetle imtihanı olmaktan çok daha geniş doğal olarak. Biz, hem de burada ve şimdi edebiyatın, müziğin, bilginin ne olduğuna ve onunla ve yaratıcısıyla ilişkilerimizi hangi temelden yola çıkarak şekillendireceğimize karar vermek zorundayız. LeGuin “Ben teknolojiye ya da internete karşı değilim. Sınırsız bir elektronik Halk Kütüphanesi kurulması fikrine de karşı olamam. Ama telif haklarına ilişkin kuralları ve yasaları bir şirketin insafına bırakmaya da razı olamam” diyor. Öte yandan bu tartışmada bir aşama kaydedebilmek için belki de artık edebiyata edebiyat, müziğe müzik, sinemaya sinema, sanata sanat ve hatta bilime bilim dememek gerekiyor… Peki sizce hayal kırıklığından kafa karışıklığı aşamasına geçmeye hazır, dahası razı mıyız?


(1) “TKP, Nazım’ın varisi mi?”, 8 Mart 2002, Radikal
(2) “Saban Bajramovic: The Maximum King of Yugoslav Romani Pop Music”, http://www.galbeno.com/saban-bajramovicthe-maximum-king-of-yugoslav-romani-pop-music/

(3) http://scienceblogs.com/universe/2010/03/_ursula_k_leguin_is.php

Share Button