Çuval, Kedi ve Gullüm: Lubunyaların Tarihi

Zeynep Ceren Eren

Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği’nin dokuz trans kadınla yaptığı sözlü tarih çalışmasından oluşan kitap, 80’lerde Lubunya Olmak, Türkiyeli LGBT bireylerin kişisel tarihleri üzerinden memleket tarihinin izini sürüyor. 80 darbesinin sıklıkla konuşulduğu şu günlerde, darbeyi bir de böylesi tanıklıklar üzerinden okumak daha derin, alternatif ve aşağıdan bir tarih yazımının kapısını aralıyor. Önsözde kitabın -yapılan ilk çalışma olduğu için- eksiklikleri olduğundan bahsedilse de, dokuz kadının tanıklığı darbe dönemini, sonrasını ve bugünü anlamak, geçen otuz yılı çok da duyulmayan seslerden dinlemek için elzem.

Anlatılan hayatları birbiri ardına okuduğunuzda, darbenin ve yarattığı koşulların bu kadınların hayatlarının tatlarını daha da acılaştırmaktan başka bir şey olmadığını görüyorsunuz. Darbe süreci hali hazırda çetin yaşam ve çalışma koşullarına sahip LGBT bireyler için maruz kaldıkları ayrımcılığı, hak ihlallerini ikiye katlıyor, asker/polis şiddeti, baskısı, işkencesi katmerleniyor.

Bir yaşam alanı olan Abanoz Sokağı’nın 1978’de İstanbul Asayiş Şube Emniyet Amirliği’ne getirilen Saadettin Tantan tarafından boşaltılmasını bir milat olarak almak mümkün. Yeni mevki olan Dolapdere’de de barındırılmayan bir sürü trans kadın, el yordamıyla başka illere çalışmaya gider. Kalanlarsa sokaklarda çalışmak zorundadır artık. Zira seks işçiliği yapacak alan kalmamaktadır, çalışma alanı bir seyyar geneleve dönüşmüştür. Bu arada başka bir seyyarlık başlar; 84, 85’li yıllarda daha önce uygulanmayan Fuhuş Beyannamesi tekrar hayata geçer. Bu beyanname ile bulunduğu kentte fuhuş yapan birini kent dışına sürme uygulaması başlar. Günlerce meşhur işkence evi Sansaryan Han’ında gözaltında tutulan trans kadınlar İstanbul’dan zorla banliyö trenlerine ve otobüslere bindirilir, İstanbul dışına çeşitli şehirlere, kasabalara sürülürler. Aşağı atlamak ve geri dönebilmek için trenin yavaşlamasını fırsat bilirler.

Darbe sürecinde, işkence artar, daha da kurumsallaşır; Sirkeci’deki İstanbul Emniyet Müdürlüğü olan Sansaryan Han ve “Cancan” olarak anılan Zührevi Hastalıklar Hastanesi uyum içinde çalışır. Polis ekipleri tarafından gözaltına alınan trans bireyler bazen günlerce buralarda mahsur kalırlar. Uzun gözaltılarda “Kırbaç” lakaplı işkenceci gibi polis memurları trans kadınlarla zorla cinsel ilişkiye girer, saç keser, sopalarla döverler. Kadınlara nereli oldukları sorulur, memleketlerinin plaka numarası kadar falakada dayak yerler. İçinde kedi olan bir çuvalın içine sokulur, kedi tırmıklarıyla parçalanırlar. Hastane çalışanlarıysa rüşvetle işleri halleder. Asker ve polisten mürekkep bir sürek avına döner hayat; bekçiler bile süreçte büyük söz sahibi olmaya başlar. Polislerin sistematik tecavüzleri yetmezmiş gibi, sivil (!) kurumlar askerileştiğinde (emniyet, belediye vb.) polisin askere yaranmak için yapacağı şey transları keyfi gözaltılarla emniyete götürüp askere pazarlama, tecavüz ettirme olur.

Hali hazırda sağlıksız, güvencesiz, sigortasız çalışan trans kadınlara bir darbe de 81 yılında cuntanın İçişleri Bakanı Selahattin Çetiner’den gelir: “Barlarda, pavyonlarda, kafelerde, şanterlerde kadın kılığında kimse çalıştırılmayacak.” On yıl kadar süren sahne yasakları sonucunda şarkıcılık, köçeklik yapan eşcinsel ve trans bireyler işsizliğe mahkum edilir; seks işçisi olur. Barınma ve istihdam giderek zorlaşır. Bazı trans kadınlar genelevde çalışmaya başlar ama genelevdeki diğer kadınlardan işlerini baltalıyor diye şikayet gelir. Bunun üzerine ahlak polisi travestileri toplar, muayeneye götürür, sadece vajinası 12 santim olanların tekrar giriş yapmasına izin verirler. Yüce devletimizin hesabı kuvvetlidir. Böylece translar gene sokağa döner.

Hepsi de bilir, çalışma yasakları onları tehlikeli sokaklara sürecek ama yapacak bir şey yoktur; zira trans kadınlar için başka istihdam alanı mevcut değildir. Belgin’in dediği gibi “80li yıllar içerisinde çalışma alanlarımız gündüze döndü. Kelle koltukta, kimimiz Belgrad Ormanları’na, kimimiz karşıya… Çünkü ev sahibi darbeden anlamaz, ekmek, su darbeden anlamaz, diğer giderlerin, kuaför darbeden anlamaz. (…) Yapacağın tek bir şey vardır; bugün de olduğu gibi, seks işçiliği yapmak zorundasın.” Sahne yasağına ek, cinsiyet düzeltme ameliyatları iptal edilir, yasaklanır. Yasaktan kısa süre önce ameliyat olanlar kimliklerini yıllar sonra alabilirler. 88 yılında, Turgut Özal’ın girişimiyle, Bülent Ersoy için yeniden düzenlenen yasalar neticesinde trans geçiş ameliyatları yasallaşır.

Artan cinayet, işkence ve şiddet örgütlenme denemelerini de beraberinde getirir. İbrahim Eren ve arkadaşları Radikal Yeşil Parti kurma çalışmaları yaparlar, LGBT bireyler de bu çalışmalarda yer alır. İlk LGBT örgütlenmesi ise 86 yılında başlar; 87 Nisan’ında Taksim Meydanı’nda oturma eylemi, açlık grevleri yaparlar. Talepleri şiddete uğramamak, sürülmemek, ameliyat özgürlüğü ve kimliğe izindir.

80 darbesinin trans kadınları daha da kırılgan ve korunaksız kıldığı açıktır. Belgin’in dediği gibi “Bu acıyı bir tek sağ çekmedi, sol çekmedi yani bir tek onlar işkence görmedi, bir tek onlar dövülmedi, sövülmedi. Biz trans bireyler nasibimize düşenleri aldık. En acımasız bir durumda aldık biz bu şeyleri, payımıza düşen şeyleri; çünkü bizler riskli gruplardık, yani halkın nefretle baktığı, işte tiksindikleri, yani işte tırnak içinde ‘tiksinç’ gördükleri, öyle hitap ettikleri gruplardık.”

“Riskli grup” LGBT bireylerin bugün farklı koşullarda yaşadıkları ya da çalıştıkları söylenebilir mi? Belki darbe zamanının yasakları bir derece kalktı ama o zamandan bu yana şiddet ve işkence süregelmekte: Hortum Süleyman, Ülker Sokak Vahşeti ve Direnişi, Doğan Karakaplan, Eryaman Olayları… LGBT bireyler hala tehlikeli, suçlu, ahlaksız ve “tiksinç” görülüyor. 80li yıllarda çok az olan nefret cinayetleri ise giderek artıyor. Trafik Kanunu ve Kabahatler Kanunu’ndan kesilen para cezaları, keyfi uygulamalar, şiddet olayları, köklü ve güçlü bir dışlamaya işaret ediyor.

Tarihi, karşı taraftan gelen böylesi bir tehdide karşı ayakta kalabilmenin ve direnebilmenin bir yolu olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. “Tarihini bilmek”, “zaten bir avuçtuk, azdık!” ifadesine karşı, Belgin’in deyişiyle “önceden de bir avuç olmadığını bilmek, önceden de kalabalık ve var olduğunu bilmek” demek, buradan güçlenmeye çalışmak demek. Ancak tarihini bilerek bir avuca indirgenmeye, güçsüzleştirilmeye, sesi kısılmaya karşı çıkmak mümkün. Öncekilerin nasıl dayandığının, nasıl mücadele ettiğinin bilgisinin kaybolmamasından, unutulmamasından bahsediyorum aslında, “beraber gullüm yapmaktan” bir başka deyişle: “İlk Sansaryan Han’da öğrendim. Falakada dayak yediğimiz zaman gullüm yapardık ki, acıyı unutalım şamataya vuralım. Gullüm orda olur. İşkence gördüğümüz zaman gullüm yapardık. (…) Gullüm’ün bir anlamı var. Ya işkencede ya emniyette fare deliği kadar yerde biz Gullüm yapardık. O üzüntüleri unutmak için.” Yaşatılanlara rağmen, gülerek, birbirine destek olarak, gullüm yaparak yani, bir parça nefes alma ve dayanma, devam etme gücü bulmak.

Siyah Pembe Üçgen’in başka çalışmaları da olacak. LGBT tarihi, o tarihi yaşayanlarla beraber yazılmayı bekliyor, sırada Ülker Sokak Direnişi ve niceleri var.

Share Button