Bizim Arkadaşlığımız Bir Cümleye Sığar mı Hiç?

İpek Gürkaynak

Hepimiz biliyoruz: Dejavu, daha önce yaşamadığı bir şeyi yaşamış olduğu hissine kapılma; bir ânı, zamanı, yeri daha önce görmüş gibi hissetme demektir. Dejavunun tersi neyse, bana ondan oldu! Amargi’nin geçmiş bir sayısı için, kadınlararası dostluk konusunda bir yazı hazırlarken, arkadaşlarıma danışmış ve yazıyı onların görüşlerinden de alıntılar yaparak yazmıştım. Bu kez de –önceki yazıyı anımsamayarak- öyle yapmaya kalkmaz, arkadaşlarıma “bana arkadaşlık konusundaki görüşlerinizi bir cümle ile söyler misiniz?” diye e – posta atmaz mıyım! İşin bir ilginç yanı da şu: Arkadaşlarımın biri bile, “sen buna benzer bir soruyu bir – iki yıl önce de sormuştun bana yahu,” demedi. Şöyle açıklamalar geliştirdim bu konuda: “Demek ki ben, ufkumun genişlemesi, zihnimde aydınlanma olması için arkadaşlarıma muhtacım”; “demek ki ben, düşünebilmek için arkadaşlarıma muhtacım”, “demek ki benim, bir sorum üzerine bana anında zaman ayıracak, benimle görüşlerini paylaşacak nice arkadaşım var”, “demek ki…” (Tabii siz, “demek ki sen hep aynı kalıplarla düşünüyorsun” ya da daha beteri, “demek ki sen ciddi bir bellek sorunuyla karşı karşıyasın; hatta arkadaşların da öyle!” de diyebilirsiniz. Ben o olasılıkları es geçiyorum).

Yazıma başlık yaptığım cümle, hayattaki en eski arkadaşımın ricama verdiği yanıt. Sınıf arkadaşı olan –ve birbirlerine hep “hemşire” diye hitap eden- analarımız sayesinde, iki yaşından beri arkadaşız biz. “Lâzımlık arkadaşı” diyoruz birbirimize. İki oğlu olan bu arkadaşım ve iki oğullu bir başka can arkadaşım bana “oğullarımı özledim” dediklerinde, kendi oğullarından değil, benimkilerden bahsettiklerini biliyorum.

Esin ve İpek, 1950

Esin ve İpek, Ankara/1950

Amargi’nin, “Arkadaşlık: Seçilmiş Yakınlıklar” dosya başlıklı sayısına yazı yazmam istendiğinde, önce başlığı ne çok sevdiğimi düşündüm. Seçilmiş yakınlıkların hepsi arkadaşlık değil ama her arkadaşlık, özenle seçilmiş, zaman içinde nice durumda nice kez sınanmış bir yakınlık gerçekten.

Arkadaşlığın zihin ve beden sağlığına yararlı olduğunu bulan araştırmaları var psikologların. Bana sorsalardı, kendi deneyimlerimden ve gözlemlerimden çıkarak, onlara söylerdim öyle olduğunu zaten! Fakültede otuz yıla yaklaşan öğretim üyeliğimi, benim için de öğrencilerim için de çok olumlu ve anılarda saklanan bir deneyim kılan etmenlerin başında, “işyeri”mde, birbiriyle yarışmayan, birbirini dinleyen, birbirinin sınırlarına saygılı, zor zamanda nasıl destek olunacağını da, keyfin nasıl paylaşılıp çoğaltılacağını da bilen harika arkadaşlarımın olması gelir. Herkesin evinden getirdiği yemeğin, öğlende birimizin odasında paylaşılması gelir. Ortaokul ve liseden de arkadaşım olan bir meslektaşarkadaşımla, ofislerimizin olduğu koridorda, ortaokuldan kalma alışkanlıkla, kollarımızı birbirimizin omzuna dolayıp, avaz avaz çocukluk tekerlemeleri söyleyerek bir aşağı bir yukarı yürümek ve onun -o zaman bölüm başkanımız olan çok değerli insan ve biliminsanı- ablası tarafından, “gene regresyondasınız” diye azarlanmak gelir.

Daha iki gün önce, çok sevgili bir okul arkadaşım, Karadeniz kıyısındaki, emekli olduktan sonra gidip yerleştiği kasabasındaki evine, –biri kadın biri erkek- iki ortak arkadaşımızı benim önümde davet ederken, “bak şimdi, karınızla / kocanızla kavga ettiniz, çocuklara canınız sıkıldı, iş yerinde olmadık bir şey oldu, her neyse. Atlayın gelin, ben sizin zehrinizi alırım” diyordu. Bayıldım bu lafa. Alır da gerçekten; öyle bir can ve candan arkadaştır.

Şunun ya da bunun için vakit / zaman bulamayanlara şaşarım. Özellikle de, kitap okumak için ve arkadaşlarını aramak için… Ben vaktin yaratılan bir şey olduğunu düşünürüm. Altmış yedi yıllık yaşamımın en koşmacalı zamanlarında bile (örneğin, “aynı anda, biri iki, biri üç buçuk yaşında iki çocuk büyüyor, öğretim elemanı görevleri yerine getiriliyor, doçentlik tezi yazılıyor” zamanı), meslek dışı kitap okumaya ve arkadaşlarımı aramaya zamanım olmuştur. Olmasaydı, ne diğer işlerimi yapabilir ne de hatta yaşayabilirdim.

Çok önemli olduğunu düşündüğüm bir şey var: Çocukken büyüklerin arkadaşlığını görmek, ellemek, koklamak ve o arkadaşlığa saygıda kusur etmemek, kişinin kendi arkadaşlıklarını kurmasında, sağlamlaştırmasında, sürdürmesinde yol gösterici oluyor. Hani nasıl, habire “kitap, bir çocuğun en iyi arkadaşıdır”, vb. klişelerle beslenen, okumanın önemi konusunda nasihat dinleyen çocuklar değil de, evdeki diğer bireyleri, okuldaki yetişkinleri, vb. kitap okurken gören çocuklar okumaya heves eder. İşte onun gibi. Burada –daha önce iki Amargi yazısında yaptığım gibi- annemi ve onun İzmir Kız Lisesi’nden arkadaşlarını anıyorum. Evlatları olan bizlere, arkadaşlığın ne demek olduğunu, hayatın -iyisiyle kötüsüyle- arkadaşlarla beraber ve yan yana yürüyerek yaşandığını, yaşayarak / yaşatarak gösterdiler. Bunu derken, “bu konu biz ikinci kuşakla sona eriyor” ya da “şimdiki gençler arkadaşlıktan anlamıyor; ne varsa bizden önceki kuşakta ve bizde vardı” demek istemediğimi, vurgulayayım. Tam tersine, kendi oğullarımda da, yıllarca hocalık ederken öğrencilerim arasında da gördüm güçlü arkadaşlık bağlarını.

Ayağımdan ameliyat oldum birkaç ay önce İstanbul’da. Ankara’da yaşayan sevgili arkadaşım, bunu duyduğunda, “ben gelirim hastanede seninle kalmaya” dedi. “Yok canım, olur mu hiç”, “hiç gerek yok”, “o kadar yorgunluğa değer mi” falan gibi nezaket sözlerinin, göstermelik reddetmelerin hiçbirine girmedim: “Çok sevinirim; seninle olursam çok rahat ederim” dedim. Rahat edeceğimi, habire kıkırdayacağımızı adım gibi biliyordum; geçmiş yıllarda da benimle hastanede kalmışlığı var!

Derken, benden bir ay kadar sonra, yine bir arkadaşımızın bir ameliyat geçirmesi gerekti. “Hastanede yanında kimin kalacağını biliyor musun?” diye sordum üçüncü bir müşterek arkadaşa. Arkadaşlarımızdan bir başkası kalacakmış! Ameliyatlılar toparlandığında, bir araya geldik. Ameliyat olan öteki diyor ki “kardeşim, ne varsa eski arkadaşlıkta var. İşte bir kez daha gördük”. Haklı.

Anlattıklarımın tozpembe göründüğünün (hatta belki bu nedenle inandırıcı bile olmadığının), herkesin arkadaşlıkla ilgili görüşlerinin ve kişisel deneyimlerinin benimkiler kadar –nasıl desem- lekesiz olmadığının farkındayım. Nitekim, geçmiş Amargi’deki yazımda, soruma yanıt veren bir arkadaşımdan şunlar gibi alıntılar yapmıştım: “… kıskançlıklar, imrenmeler, işin tadını ve gidişatını bozabiliyor”, “…birbirinin canını acıtma kabiliyeti…….[güçlü] olabiliyor”. O zaman, ne mutlu ben gibi bir tek çocuğa ki, benim seçilmiş yakınlarım beni düş kırıklığına uğratmadı. Ne kardeşarkadaşım olarak düşündüğüm, altmış yıla yakın ya da altmış yılı aşkın arkadaşlığım olan kişiler, ne işarkadaşlarım / meslektaşlarım, ne üniversiteden arkadaşlarım, ne de kimileri meslektaşım da olan ve son yıllarda birlikte uzun süreli çalışmalar gerçekleştirdiğim gençarkadaşlarım…

Yine de, kopuşlardan bahsetmeden olmaz. Ölüm nedeniyle olmayan kopuşlar, ayrılıklar. Bir yandan, bunlar çabuk kızmalar, kaşının üstünde gözün varlar, sudan nedenlerle dışlamalar sonucunda oluştuğunda çok acıyor, üzülüyorum; hayat kaç gün ki… Bir yandan da ama, bir arkadaşımın, “ciddi fikir ayrılıkları gelişir, kişiler birbirlerinden eski[den aldıkları] keyfi alamamaya başlarsa, körü körüne ve anılar için bağlı kalınmamalı” görüşüne de katılmıyor değilim. Arkadaşlık, her şeyi hoş görmek değil; hoş görülmesi gerekecek davranışlardan uzak durmak, bir açıdan.

Bu yıl lise mezuniyetimin ellinci yılı benim. Haziran başında okulda balo var; ertesi gün de “fasulye”. Ama dönem arkadaşları olarak bizler, bir yandan balo hafta sonunu beklerken bir yandan da yurtiçi ve yurtdışından koşarak, “kızlı erkekli”, ufak ya da daha büyük gruplar halinde bir araya gelmeye doyamıyoruz aylardır. Hem de çoğumuz zaten bu geçen elli yılda, aylık toplantılar yapmış, birbirimizi görmeyi sürdürmüşken…

Gençlikteki arkadaşlıkla şimdiki farklı mı? Aynı kişilerle olan yani. Değil bence. Çocukken ve gençken de haset, husumet, kıskançlık, çekememe gibi olumsuzluklar yoktu bizim arkadaşlığımızda. Kayıtsızlık, gönülsüzlük bile yoktu. Ama şu var: Daha bir rahatlıyor ve oturuyor arkadaşlık yıllar içinde; giyilmiş eldiven gibi. Eski eldiven, pörsümüş, pıyrımış eldiven değil; ele tam ve hop diye oturan; “hep bunları giysem, bunlarla çok rahat ediyorum” dedirten… Bir de şu var tabii: Yaşlandıkça kaybetmeye başlıyoruz arkadaşlarımızı. Ortak kayıplarımız onlar bizim. Kayıplarımızın adlarını anarken içimiz titremeye, gözümüz dolmaya başlıyor. “Kaybettiğine üzülme, tanıdığına sevin” aşamasına geçmek zor oluyor; hatta olanaksız. Tanıdığımıza sevinmeyi sürdürüyoruz tabii ama kaybettiğimize üzüntümüz de geçmiyor.

Şimdi kaybettiğimiz çok sevgili bir lise edebiyat öğretmenimiz, bizim sınıftan bir grup kadının aylık arkadaş toplantılarına çağrıldı ölümüne dek ve düzenli katıldı. Nevin Hoca, bir kez, bu toplantıların birinde, beni, oturduğu kanepede eliyle yanındaki yere vurarak çağırdı; fısıldanarak konuştuk biraz. Bir ara, yaşlandığından, hayatta bekleyecek bir şeyi kalmadığından söz etti. Kendisine, “efendim, beden sağlığınız da akıl sağlığınız da sorunsuz; hepimizden daha dikkatli ve şık giyiniyor, boyanıyorsunuz, her türlü sanatsal etkinliğe katılıyor, durmadan okuyor, dolu dolu yaşıyorsunuz; aramızda görmekle müthiş mutluluk duyduğumuz bir hocamızsınız; hepimizin, sizin yaşınıza geldiğimizde olmak istediğimiz kişisiniz; bu depresif tavrınıza anlam veremiyorum” dedim. Gözleri dolu dolu yüzüme baktı ve şöyle dedi: “Ama artık hiç arkadaşım, yaşıtımarkadaşım kalmadı kızım, hepsini kaybettim; ben sağlıklı olmuşum neye yarar.”

Eşim bana “senin serbest çağrışımların da bazen çok serbest oluyor!” der. Haklıdır; hele de heyecanlanınca, oradan oraya uçuşurum bazen, kafaca da, anlatımca da. Bu yazıda da öyle oldu. Ama ne kadar uçuşsa, her dediğimi kavrayıp kuşatan, her dediğimi alttan alta güçlü kollarıyla bağlayan o kavram belli: Arkadaşlık.

Share Button