Bir Dew, Av ve Xwin Hikayesidir

konser

Meral Akbaş

Kısacık bir cümle bazen: “Söyle bakayım nasıl bir öyküydü?” Bildiğim şey hikâyesi, anlatacağı olana kat’a sorulmaya bir sorudur bu! Bu kadar kesinlikle sorulan bir soru cevaplanmaya mahkûmdur çünkü. Sorulduğu andan itibaren iki tarafı birbirinden uzağa iten bu soruyu soran, cevabı bildiğini sanır çoğu zaman; ama işte bir de karşı taraftan dinlemek ister zaten bildiğini. Hele az önce aynı şarkının sözlerinde buluşmuş üç kadından biri müziğin sesini kısıp sorduğunda bu soruyu yakın gibi duranın aslında ne uzak olduğu birden görünüverir. Sertab Erener, Aynur Doğan ve Ayşenur Kolivar sahnede beraber Kürtçe bir şarkı söylemektedir : “… dewo dewo bibe ez te dakim / bejna fitoz peşte bakim / van cahilan ji xewê rakim / van hortikan ji xwê şakim…” Şarkının tam da burasında Sertab Erener durur ve konuşur; “ne güzel söylüyorsunuz işte Sertab, bak Demir de ne güzel vuruyor gitarına… konuşma n’olur!!!” deyiverirsiniz içinizden… ayak sesleri ve işte o ezeli / ebedi “Vatandaş Türkçe Konuş!” emri…

Sertab: “Provalarda şarkıyı söylemeye karar verdiğim andan itibaren Aynur’a dedim ki: ‘Aynur bu şarkı ne anlatıyor? Bir şey bilmem lazım yani tamam yazdık söylemeye çalışıyorum o ayrı da’… ‘Dew dew ayran’ dedi ‘ayran demek’ dedi. [Arkada Aynur’un düzelten sesi: Dew, ayran demek!] ‘Dew ayran demek’ dedi. Sonra ‘peki nasıl bir öykü?’ dedim. ‘Ben anlatayım’ dedi. Söyle bakayım nasıl bir öyküydü?”

İnsan ya lâl olur böyle bir yer bahşetmenin karşısında ya da “dew”in anlatılmadık hikâyesini anlatır; işte bu hikâyede ayran sudur bazen ya da gözyaşı ve bazen de kan: “… aç susuz dağlara doğru yürüyüp saklanmışlar… Silah sesleri kesildikten sonra annesiyle köye dönüp dereden su içmişler. Annesi kanamasını suyla temizlemeye çalışıyormuş. Değirmenin orada amcamın güzeller güzeli kızına kötülük yapıp öldürmüşlerdi… O güzelim altın sarısı saçları suya sarkmış dalgalanıyordu… Suyun karşısında bir bina var, hayvanların hanıymış. Hem hayvanların pisliği, hem de arpa vermişler, onlar dökülmüş. Bizi oraya koydular… Kimsesiz oğlan çocuğu vardı, o da ağlaya ağlaya öldü… Biz derelerden, dağlardan bilmem nerelerden… Dağ, altta da nehir geçiyor, orda bir mağara var, mağaraya girdik. Sabahleyin dediler, ‘Askerler burayı buldular…’ Küçük çocukları ağlamasın diye suya attılar… Unutuyom, unutuyom aklıma gelmiyor bir kere… Herhalde tanrı bizi yaşatmaya karar verdi… Bir yüzbaşının evine… Hemen tuttular benim saçımı traş ettiler. Götürdüler banyoya soktular, yıkandım”. Yok ama Aynur bir “dewo” hikâyesi anlatır, anlatmadığı “dew hikâyeleri”ni unutmadan belki:

Aynur: “… tembel erkeklere [gitarda Demir Demirkan’a bakılır; Sertab tembel kelimesini duyar duymaz gülmeye başlamıştır bile!] çalışkan kadınların atıfta bulunduğu bir parça…”

Sertab: “Ben de dedim ki [Gülmekten koptu şu an Sertab! Bu sırada –niyeyse!– celâllenip seyirciye el sallayarak sahneyi terk etme numarası çakan Demir’e de seslenir]: Öyle ayırmayalım!” [Nasıl yani Sertab?!! Hadi yine şarkı söyle!!!]

Aynur: [İki sevgiliyi barıştırmak, onların gönlünü almak yine Aynur’un tercümesine kalmıştır; zira ara açan, kadınla erkeği “öyle ayıran” ve çünkü Aynur’un “başka” bir dilde anlattığı, dolayısıyla niyetinden daha da şüphe edilen bir hikâye değil midir?!!] “Ayranım ol ki seni süzeyim / Güzel boyumu ardında sallayayım / Bu güzel erkekleri kendime sevindirip cahilleri de uykudan kaldırayım!…”

Ama Demir sahneyi terk etmeye kararlıdır ve Sertab da onu sahneye geri döndürmeye: “Demir gitme! Hepimiz biriz! Gel buraya, geeel! Hepimiz biriz! Gel!” Bazen sessiz kalmak / kalabilmek ne mühim bir şey! Çünkü az söz var uzağı yakın eden ve aslında ne kadar çok cümle var yakını uzaklaştıran… Memleketin farklı bölgelerini, farklı etnik tarih ve deneyimlerini söyledikleri şarkılarda konuşan üç kadının bu ince / nazik yakınlaşması söylenen “son” şarkının arasına karışan bir cümleyle o tanıdık hatırlatmaya, “hepimizin bir olduğu” tahayyülüne geri dönüverdi yine. Demir gitmek istediğinde, sahneyi terk etmek istediğinde ona hatırlatılan “bir olduğumuz”du; oysa Sertab pekâlâ “Niye artistlik yapıyorsun Demir!?!! O bulaşıkları yine ben yıkadım!” diyebilirdi; demedi! Ama güldü, hem de ne çok güldü! Gülmesi bildiğindendi belki; şarkıdan tercüme edilene aşinalığından… Hepimizin bir olduğuna inanmıyordu o da! Üç kadının yan yana ve ortak deneyimlerle söylediği bir şarkı, işaret edip yerdiği “şey”i içine alarak bitti. “Oyun”u bozan Sertab’dı: “Demir gitme! Hepimiz biriz! Gel buraya, geeel! Hepimiz biriz! Gel!”

Konserin bu anını böyle uzun anlatmamın tek sebebi, “Söyle bakayım”la başlayan cümlelere koşulsuz garezim değil elbette. “Her ne kadar ilk başta ‘Biriz’ sosyo-politik bir önerme gibi algılansa da, aslında ben bu ‘bir’ olma haline ruhsal tarafından yaklaşıyorum. Seslendirdiğimiz ‘Biriz’ şarkısı, kelimenin tam anlamıyla ‘bir’ olduğumuzu anlatıyor” diyerek konserin maneviyatına vurgu yapan Demir Demirkan’ın “ruhsal olarak bir olmak”tan ne anlıyor olabileceğini de sorgulamak değil niyetim; hele Mustafa Yıldızdoğan ya da Uğur Işılak şarkılarını, “Biriz biriz ayrı değil biriz / Ayrı değil biriz / Bu toprağa iyi bak / İki ayak bir iz…” ya da “Biz biriz beraberiz… Et ile tırnak gibi… Biz biriz beraberiz…” gibi mesela, bu şarkılara sinen “Biriz!” ruhunu – Ey ruh!!! Bi geldin bir daha da gitmedin! Bi git artık! – haşa ve kella anmayacağım! “Biz pazara kadar değil, mezara kadar, mahşere kadar, biriz beraberiz” demişti biri; o, Allaha havale! Bu duygusu da sinesinde kalsın!

Esasen, bu yazının esası başka; bu yazı, Aynur’un azını söylediği, çoğunu gün geçtikçe daha çok duyduğumuz, dinlediğimiz “kimseye sır değil” eziyet hikâyeleri, savaş, yoksulluk, yerinden edilme, yok sayılma / ezilme / baskılanma / sömürülme ve şiddet hikâyeleri kamusal alanın “mesele”si olarak görünürleştiğinde olan bitenin bazı biçimleri üzerine… Aynur ve Sertab’ın “karşılaşma”sıyla, karşı karşıya gelmenin keskin sınırlarından uzakta “eşit – miş!- gibi” yaparak sahnelenen bir “oyun”la başlaması bu yazının, boşuna değil; farkın törpülendiği / görmezden gelindiği bir tuhaf yan yanalığın, siyasi bir yakınlığın parodisi sanki bu! Hikâye anlatılacak önce; ihtimal rahatsızlığı ortadan kaldırmaya niyetli tercümelerle yeni baştan anlatılacak sonra… Tercüme, işe yaramaz da “oyun”u bozmaya devam ederse eğer, hikâyenin de bir sınırı olduğu anlatıcısına hatırlatılacak ama! Ardından gelsin halaylar! Canımızın sıkılmasına ne gerek var!

Ama işte “hikâye yoksa kişi de yoktur. İnsan kendi hayat hikâyesi olan, bu hikâyeye sahip olan ve bu hikâyeyi anlatabilen bir şeydir”. Ya bu hikâyelerin içine boylu boyunca uzanan ve dikilse bile izi kalan bütün yaralar… geçmiş ve geçmişte kalanlar, sır olarak tutulan ve ama artık sabredilemeyerek anlatılanlar!?! Bazı hikâyeler baş belasıdır! Çünkü “senin için… kendi geçmişin kadar tehlikeli bir şey yoktur”. Ve fakat “uzlaşmak için hafızanın kusurlu ve sınırlı olması gerekir”. Unutulmayan, anlatılan, tercüme edilen her yeni şey uzlaşmayı bozuverir yani! Şiddet hikâyeleri muhalif bir siyasetin “mesele”si olduğunda peki? “Geldi geçmişin acıları ve kapanmayan defterler…” ve suda dalgalanan o güzelim altın sarısı saçlar… ağlaya ağlaya ölen bir çocuk… yere düşen saçlar ve önceye dair her ne varsa…

Yıldırım Türker yazmıştı: “Acılarına tanık olmayı on yıllar boyunca reddettiğimiz insanların içleri acılaşmadan, pırıl pırıl bir bilinçle yollarına devam etmesini istiyoruz. Zamanında görmediğimiz, görmekten kaçındığımız zulmün izlerini bile görmeye tahammülümüz yok. Barış dilini, bağışlayıcılığı ille onlardan bekliyoruz”. Bu sözleri, uzun süredir aklımın bir yanında tuttuğum şu cümlelere “nazik” bir cevap olarak okumak da mümkün: “Zamanında içimi titreten / gözlerimi yaşartan beyaz başörtüleriyle kendilerine Barış Anneleri filan ismini veren o iri yarı Kürt kadınlarının… lafları… artık yalnızca inandırıcı gelmemekle kalmıyor, içimi ciddi bir sıkıntı ve mahcubiyet dalgasının basmasına da neden oluyor. Zira bu iri yarı / yaşlı başlı / okumasız yazmasız Kürt Kadınları…” Şefkatle kurbanlaştırmanın – ki “şefkat, zaten istikrarsız, gelgeç bir duygudur” –, “kurban” kurbanlığını bilmeyince öfkelenmenin, öfkelendikçe saldırganlaşmanın, saldırganlaştıkça dilin ölçüsünün kaçmasının, ölçü kaçınca da tüm ne varsa çirkin ortalığa dökülüp saçılmasının müthiş örneği! Bu sözleri ben hiç unutmadım! “… iri yarı Kürt kadınları… iri yarı Kürt kadınları… iri yarı Kürt kadınları…”

Gülsüm Depeli’nin yazısında sorduğu ve genişçe bir tartışma alanı açan “Vicdan” politik açıdan nereye çağrı yapar, neyi garanti altına alır, nasıl bir “öz” tanımlar?” sorularını hiç düşünmeden, hemen zihnimden geçen bir tek kelime var: Vicdansızsın! Ebru Gündeş’in “Ben rahatım yani… Bi sorunum yok!” sözlerine sinirlenip “Nasıl yatıyorsunuz gece rahat… Ben hiç rahat yatamıyorum!” diye bağıran Bülent Ersoy’un o akıldan çıkmaz öfkesi gibi… Apansız, fevri ve birden… Emel Korkmaz’ın Aliş’ini elinden almalarına isyanı gibi… İnatla! Gezi eylemleri sırasında Ankara’da öldürülen Ethem’in düştüğü yere “Değerli Türk polisi Ankara sizinle gurur duyuyor!” yazılı pankart astıran Melih Gökçek’e edilen tüm küfürler gibi… Yüksek sesle! Tek bir söz! Vicdan! “İri yarı kadın takığı” gazetecinin, Perihan Mağden’in vicdana bu kadar ifrit olması boşuna mı? “… [Bir ‘vijdan kuaförü’ olarak çağırdığı Yıldırım Türker için] Ortaya çıkan sulugöz yazıklamalar aynen şiirleri / şarkı sözleri / bütün eserleri gibi utanç vericidir… nasıl bir hayran ‘kitlesiyle’ harelenmiştir! Nasıl tapınılır bu ‘samimiyet’ tacirine!… nam salmıştır turşukafalar arasında!” Perihan Mağden’in “sulugöz yazıklama” dediğine başka biri “ergenvari bir isyânkarlık” diyecek; “politik bilinç”in yokluğuna ahlanacak ve vahlanacaktır. Gerçekten de şu cümlenin neresinde politik bilincin izi vardır?!: “Hanefi Avcı’nın suçu ne?… Gerçekten umurumda değil. Hanefi Avcı’nın suçu, namlı bir işkenceci, bir nefret suçlusu olmasıdır”. Hep duygu, hep duygusallık! Politik bilinciniz yok sayın Yıldırım Türker! Duygusalsınız çünkü! Oysa “duygularına kapılan kişinin cahil, eğitimsiz ve olaylara gerekli bir mesafeden bakmayı beceremeyen koca bir kalabalığın parçası olduğu varsayılmıştır”. Evet işte tam da Mağden’in dediği gibi, bizi / sizi gidi “… yarı okuryazarlar, eksik kafalar, özgürlük / muhaliflik sanrıcılar…” Bir eksiklik olarak okumasız yazmasızlığa nasıl da takılıp kalınmış, değil mi?: “… okumasız yazmasız Kürt Kadınları… yarı okuryazarlar…” Kıt bilinç, eksik kafa!

Tırnak içine alınmış bir kitlenin –kitleyim ama kitle bile değilim yani! sürüdenim ben, sürü! vicdanlı sürü!–, turşukafalı bir “kitle”nin içinde ufacık tefecik, buruşuk mu buruşuk bir turşuyum ben! Ve babası konuşsun diye onun gözleri önünde defalarca tecavüze uğrayan Hazal’la yakın ya da uzak ama aynı göğün altında yaşıyorum! Hazal’ı “iri yarı / yaşlı başlı / okumasız yazmasız” olarak tanımladığım gün, güçten de düşeceğim gün! İşte o gün yürüyemeyeceğim ben… Emel Anne’yi duyamayacağım… Bu kadar bana ait ve bir o kadar beni bir “yer”e ait kılan bir şey bu!

Dew hikâyeleri “gerçek ve güçlü bir politik tutumu” engellesin; kırılsın dökülsün her dinleyen! Bağzı sözler hükmünü yitirsin! Sussun Sertab, “ruhsuz çığlıklar” atmasın!

Tiksinti ve utanç, ve öfke de… güçlendirmez mi?!

Share Button