Kadınları Anlamak
Aroma Arar
Geçenlerde şu yeni nesil, başkahramanı kadın olan polisiye dizilerden birini izliyordum. Dizide yine bir “dahi adam flörtöz olur” modellemesi, şu sürekli çapkınlık performansında yakışıklı-orta yaşlı-çapkın tiplemelerden birinde can bulmuş ve tabii ki başkahraman kadın polisimizi “sempatikliği” ile taciz edip duruyordu. Diziyi omzumun üzerinden henüz izlemeye başlamış bir erkek arkadaşım, o an çok keyif aldığım, kadının bu zeka küpüne cevabı yapıştırdığı sahne ile ilgili şöyle bir yorum yaptı: “Ya adam ne güzel açık açık ne istediğini soyluyor. Bu kadının yaptığı gösterip vermemek de nedir? İstiyor mu istemiyor mu? Alice de bana aynısını yapıyor işte. Benimle olmak istemiyorsa, söylediklerini neden söylediğini anlamıyorum.”
Sahnede adam bu çok meşgul ve hayatını tamamen adadığı işinde insanüstü bir hedef-odaklılık sergileyen kadın kahramanımıza kısaca “Niye naz ediyorsun? Emin ol birlikte çok eğlenirdik.” tarzında bir diskurla sekizyüzüncü tacizini zikrettiğinde, kadın bir anda adamı kendine doğru çekerek seksi bir vurguyla “Hayal bile edemezsin!” diyordu. Ben sahneyi izlerken “heheeeeeeeeey yürü be kızım!!” diyerek gol görmüş taraftar performansımı sergilerken, arkadaşımın bu yorumu beni afallattı. Ne demek istediğini anlayamamıştım çünkü benim için kadının tavrı çok netti. Ne geçmişe ne de geleceğe dair bir söz barındırıyor, bir mesaj vermeye çalışmıyor, sadece o an ne hissediyorsa onu belli ediyordu. Evet, adam onunla beraber vakit geçirebilse, yani bunu o da istese, kadın adamın aklını uçuracağından emindi. Abimiz dünyanın en büyük rahatlığıyla, o evrensel amcalara çükünü gösterme ve bununla övünme geleneğine tâbiliğin sorgulanmaz güvenine sahip, özgürce içinden geçeni söyleyebilirken; ablamızın söylediği üzerinden bir sorumluluk taşıması ve her hâlükârda bir söz verimi olarak algılanacak olan o semiyotik işaretleri kullanımında çok dikkatli davranması bekleniyordu. Tabii beni asıl afallatan bu yorumu cinsiyetçiliği aktif olarak aşmaya çalışan, bunun üzerine kafa yoran bir arkadaşımdan duymaktı. O an şunu fark ettim; arkadaşım kadınları “anlamaya” çalışıyordu. Bunca zamandır nöronlarına otoyol olmuş o “kadın işaretlerle konuşur, anlatmaz hatta anlatamaz, ancak anlaşılabilir” algısına bilir-bilmez hapis, hala kadınların söylediklerine değil de ne demek istemiş olabileceklerine yoruyordu kafasını.
Ona kendimce uyguladığım psikanaliz seansı sonucunda arkadaşımın durumu üzerine şu çıkarıma vardım. Hoşlandığı kadının onunla ilişki yaşamak istememesine bir türlü anlam verememesinin nedeni çocukcağızın fallusuna güvenmesi falan değildi. Sorun sadece arada bir buluştukları bu kadının bu buluşmalardan çok zevk alması, daha da kötüsü bunu ona her seferinde açıkça belirtmesiydi. Arkadaşım bu kadının söylediklerinden dolayı onu söylemediklerinden sorumlu tutuyor ve “Madem benimle birlikte olmaktan zevk alıyor, neden sürekli görüşmemizi istemiyor?” diye yakınıyordu. “E abi demiş ya işte ilişki istemiyormuş sadece beraber vakit geçirmek istiyormuş, aklı zaten hep hasta kuzenindeymiş diye.” diyerek Türkçeden Türkçeye tercüme yaptığımdaysa, “aman bir sürü anlatıyor işte, ama esas sorun ne, benden ne istiyor hiç anlamıyorum” diyerek anlamaya çalışmaya devam ettikçe anlamdan olabildiğince uzaklaşıyordu. Köpeklerle muhteşem bir ilişkisi olduğunu ve onları çok iyi anladığını savunan, hatta bu iletişiminin gelişmişliğine benim de şahit olduğum bu arkadaşım, kendisiyle bırakın sadece DNA’yı, aynı dili, kültürü, iletişim araçlarını ve bilgi birikimini paylaşan bu yoldaş canlıları anlamakta ne kadar da zorlanıyordu.
Belki de sorun buydu. Kadınların, köpekler ya da kediler gibi, kendi dillerinde ve ancak yeterince çabayla deşifre edilerek “insanın” anlayacağı şekle sokulabilecek mistik işaretlerle konuştuklarını sanıyordu. Sorsan kadını doğaya indirgemiş erkek aklı üzerine saatlerce konuşabilecek olan bu arkadaşım, fiziksel bir etkileşimden çok cin çağırma ritüeli gibi ele aldığı iletişimlerinde Alice’in tam da söylediği şeyi söylemek istemiş olabileceğine ise hiç ihtimal vermiyor, “öyle olsa benimle zaman geçirmekten her an zevk alırdı” diyordu. Alice’i gerçekten anladığımı düşündüm. Bir an bir şeyden zevk alıp, sonrasında almamayı ya da bir an bir şeyden zevk alıp bunu devam ettirdiğimde artık zevkli olmayacağını fark etme halini tanıyordum. Böyle halleri arkadaşım da tanıyor olmalıydı ama düşünce şeklini kendi tecrübelerinden daha çok etkileyen bir gerçek vardı. “Erkek” dili doğal değil kültürel, olan değil oluşturulandı; bu yüzden durumları değil fikirleri anlatır ve her daim ister istemez onu kullananın kendini ifadesinin çok daha fazlasını taşırdı. Bu deneyüstü gerçek, dili mitlerin, yaratılış hikayelerinin, bize doğruyu gösteren ideolojilerin aracı kılmış; halimizi, hislerimizi, o an aklımızdan geçen düşünceleri ise, hele de bunlarla uyuşmuyorsa, iyice anlaşılmazlaştırmıştı. Arkadaşımın bu, yağmur yağsa gökyüzünden su akışına değil, Tanrı’nın bu gazabı ne hikmet başına saldığını anlamaya çalışan, ilkel düşünme şekline halen tutsak olduğuna şaşırmaktan vazgeçen ben durumu ona “erkek” diliyle şöyle açıklamaya çalıştım:
“Abi adam gibi söylüyorum sana bak bu hatun seni kullanıyor. Bir gün gelip aman da aklımı kuzenimden alamıyorum, şu an benim için öncelik işim ailem falan deyip çekip gider, o zaman dank eder kafana.”