Kadınların Yazma Serüveni

yazmak

Neslihan Cangöz

“Kalem simgesel bir penis midir?” Sandra M. Gilbert & Susan Gubar,feminist edebiyat eleştirisinin kurucu metinlerinden The Madwoman in the Attic (i) adlı kitaplarına (1) bu provakatif soruyla başlarlar. Ve devam ederler: “Gerard M. Hopkins belli ki böyle düşünüyordu. Nitekim 1886 tarihli bir mektubunda şöyle yazmıştı: ‘Bir sanatçının en hayati niteliği ustaca icra etme, yapma niteliğidir ki bu erkeklere bahşedilmiş ve özellikle erkekleri kadınlardan ayıran bir yetenektir… [E]rkek vasıfları tanrı vergisi yaratıcı yetenektir”(3). Gilbert & Gubar’a göre 19. yüzyılda “erkek cinselliği, sadece kıyasla değil fakat fiili olarak edebi gücün özü” olarak görülmektedir (4). İngilizce to father fiilinin anlamının vücuda getirmek, icat etmek olmasından hareketle, Gilbert & Gubar, dünyayı vücuda getiren Tanrı gibi yazarın da kendi metnini vücuda getirdiği patriarkal kavramının Batılı yazın dünyasında yaygın olduğunu ve Edward Said’in (ii) de gösterdiği gibi, yazar (ing. writer), ilah ve ailenin babası (lat. pater familias) kelimeleriyle bir tutulan müellif (yaratıcı yazar, ing. author) kelimesinin bu metaforu içerecek biçimde kurulduğunu ifade eder. Onlara göre patriarkal Batı kültüründe metnin yazarı, baba, ata ve kalemleri penisleri gibi üretme gücünün aracı olan estetik patriarklardır. Erkek author aynı zamanda “yazın adamı”dır, kendinin ilahi eşi, her şeyin tek yaratıcısı Allah Baba (Father God) gibi baba, üstat, hükümran ve maliktir.


Kozmik Yaratıcı ile dünyevi yaratıcılar arasında kurulan bu analoji elbette pek çok kadını yazma teşebbüsünden bile alıkoymuş, Gilbert & Gubar’ın deyimiyle yazmaya cüret edecek kadar “haddini bilmez” olanlarda ise, muazzam bir endişeye sebep olmuştur. Romanını “Bir Hanım” diye imzalayan Jane Austen’ın 1818 yılında yayımlanan İkna’sının (iii) (Persuasion) kahramanı Anne Elliot şöyle der: “Erkekler kendi hikâyelerini anlatabilmek konusunda bizden kesinlikle her açıdan daha şanslılar. Bizden çok daha eğitimliler, kalem hep onların elinde olmuş” (245). Kalemi eline almaya cüret etmiş kadınlardan Charlotte Bronte’ye dönemin saygın yazar ve eleştirmenlerinden Robert Southey’in yazdığı mektup bu cesareti yerle bir etmeye yöneliktir:

“Edebiyat bir kadın işi olamaz ve olmamalıdır. Esas görevlerine ayırdığı zaman arttıkça edebiyata, sadece kendini geliştirme ya da boş zamanları değerlendirme aracı olarak bile ayıracağı zaman azalacaktır. Bu görevler henüz sizden beklenmiyor, ama beklenecekleri gün gelip çattığında ünlü olmak için çok daha az istekli olacaksınız. Heyecanı hayal gücünde aramanız gerekmeyecek”(iv).

Tekcan’ın makalesinden öğrendiğimize göre uzun bir süre edebiyatla ilgilenmeyen ve kendini ev işlerine veren Bronte neyse ki “bir kadına yakışmayan korkunç hırsın” önüne daha fazla geçemez ve yazar. Ancak hem bir meslek olarak yazarlığın cinsiyetçi işbölümüne uygunsuzluğu, hem de o vakte kadar kalemin erkeklerin elinde olduğu bir dünyaya adım atmaktan kaynaklanan kaygıların kadın yazarlarda –Bronte’de olduğu gibi- bir öfkeye ve endişeye yol açması doğaldır. Gilbert & Gubar bu kaygıyı “yazarlık endişesi” olarak tanımlar (48). Harold Bloom’un Freud tarafından tanımlanan baba – oğul çatışmasını edebi şecereye uygulayarak geliştirdiği “etkilenme endişesi”nden (v) oldukça farklıdır kadın yazarların endişesi. Bloom güçlü bir şairin kendinden önce yazmış şairlerle çarpışacağını, edebi bir ödipal çatışmanın içinde olacağını ve bir şairin ancak poetik babasının bir biçimde üstesinden geldiğinde şair olabileceğini ileri sürer. Hâlbuki o dönemin kadın şairinin/yazarının yüzleşmesi gereken öncüleri yine patriarkal otoritenin cisimleşmiş halidir ve zaten bu öncüler, onları yaratıcılıkları, özgürlükleri ve öznellikleri ile tezat oluşturan melek veya canavar rollerine indirgeyerek kendi tanımlarına hapsetmeye çalışanlardır. Dolayısıyla “yazarlık endişesi” yaratamama korkusudur, öncü olamama korkusudur. Kurallarını erkek öncülerin koyduğu bir mücadeleye girememek ve kazanamamak korkusudur. Kadın sanatçıyı cinsiyetinden dolayı uygunsuz bulan otoriteden duyulan korkunun beslediği endişedir (49-52).

Bu tür bir “yazarlık endişesi”yle patriarkal bir toplumda yazan kadınlar, erkek takma adı kullanmak gibi birtakım stratejiler geliştirmiştir. Elaine Showalter İngiliz kadınların aşağı yukarı 1750 yılından itibaren edebiyat piyasasında, özellikle roman yazarı olarak ilerlemeye başladığını, ancak ilk kadın yazarların mesleki rollerinden tedirgin olduklarını ve 19. yüzyılın başında pek çok kadının kitaplarını imzasız olarak yayımladıklarını belirtir (vi). 1840’lı yıllarda romanlar yayımlamış kadınlar için ise “yazma isteğini, kadınlık durumlarıyla doğrudan çatışma halinde bir uğraş olarak gördüklerini açığa vuran belirtilerden biri de erkek takma adları kullanmalarıdır” tespitinde bulunur. Aynı stratejiyi bu topraklarda yaşamış kadın yazarların da kullandığını söylemek mümkün. Osmanlı döneminin ilk kadın romancılarından olan Fatma Aliye Hanım’ın ilk iki eserini ‘Bir Hanım’ diye imzaladığını (ki bu eserlerden biri Ahmet Mithat Efendi ile yazdığı Hayal ve Hakikat (1891) adlı romandır), ismini ancak tarihçi, hukukçu, devlet adamı babası Ahmet Cevdet Paşa’nın ve edebi babası Ahmet Mithat Efendi’nin dolaylı onaylarından sonra kullanmaya cesaret edebildiğini görürüz. Bir başka örnek ise Cahide Üçok’un eserlerini Cahit Uçuk adıyla yayımlamasıdır. Fatma Aliye Hanım’ın yaşam öyküsüne benzer biçimde, Cahide Üçok da dönemin önemli erkek yazarlarının onayını aldıktan (Şair-i Azam Hamid Bey’den kocaman bir aferin, Nâzım Hikmet’in övgü dolu tanıtım yazısı gibi) ve bir erkek yazar olarak meşruiyet kazandığını gördükten sonra cinsiyetini açıklayabilmiştir. Ali Çolak’ın Zaman’da yer alan yazısında yaptığı değerlendirmesinin tersine “Cahide Üçok’un, nereden baksan erkek adı olan ‘Cahit Uçuk’a dönüşmesinin ise yazarımızın küçük bir oyunu olmaktan öte bir sebebi” olduğu çok açıktır. Yine aynı yazıdan “Yazısını hazırlayıp dergiye vereceği sırada, yayımlanacağından emin olmayan Cahide, ‘ne olur ne olmaz, rezil olmayayım’ diye adını ‘Cahit’, ‘Üçok’ olan soyadını da ‘övünmesiz, alçakgönüllü, uçuk renkli’ anlamına gelen ‘Uçuk’a çevirerek” gönderdiğini öğreniriz.(vii)

Yazarlık endişesinin 19. yüzyıl kadın yazarların romanlarında görülen etkisinin öfke olduğu konusunda pek çok feminist eleştirmen hemfikir. Örneğin Gilbert & Gubar, patriarkal toplumu açıktan eleştiremeyen 19. yüzyıl kadın yazarlarının, öfkelerini temsil edecek kaçık kadın karakterler yarattıklarını öne sürer. Bu öfkeli ve kaçık kadın, hem yazarın hem de uysal kadın kahramanının kabul etmiş göründüğü patriarkal yapıyı tahrip etmeye uğraşacaktır. Aslında kaçık kadın, yazarın gerçekte ne olduğu ile ne olması istendiği arasındaki bölünmüşlüğü dile getirir. O, bir anlamda yazarın ikizi, endişesi ve öfkesinin imgesidir. Bronte’nin Jane Eyre ile Bertha Mason karakterleri, Emily Dickinson’un rahibe ile lanetli cadısı, Mary Shelley’in asil bilim adamı Frankenstein ile öfkeli, çocuksu canavarı arasındaki bölünme yazarların kendisini temsil eder. Gilbert & Gubar, Virginia Woolf’un hanımefendi Mrs. Dalloway ve çılgın Septimus Warren Smith, Doris Lessing’in Martha Hesse ve Lynda Coldridge karakterleri, Sylvia Plath’in şiirindeki alçıda bir azize ve “eski sarı” canavar imgelerinden hareketle, bu tür bir yazarlık şizofrenisinin 19. yüzyıl yazarları ile aynı soydan gelen bazı 20. yüzyıl yazarlarını birbirine bağladığını ifade eder (viii).

Benzer biçimde Showalter da kadın yazarların ayrı bir geleneği olduğu, 19. yüzyıl kadın yazarlara bakıldığında “bir düş gücü sürekliliğinin, belirli örüntülerin, temaların, sorunların ve imgelerin nesilden nesile geçip yeniden ortaya çıktığını görebileceğimiz” tespitini yapar (ix). Kadın yazarların romanlarında yeniden ve yeniden ortaya çıkan imgelerden biri de gizli ve kapalı odadır. Jale Parla benzer bir incelemeyi Adalet Ağaoğlu, Erendiz Atasü, Peride Celal, Aslı Erdoğan, Perihan Mağden gibi romancıların eserlerindeki belli imgelerden yola çıkarak “Tarihçem Kâbusumdur: Kadın Romancılarda Rüya, Kâbus, Oda, Yazı” başlıklı makalesinde (x)Türk edebiyatı için yapar. Parla, “Ev, oda, yatak gibi mekânların kadın yazarların romanlarında hep engellenmeyi, hapsolmayı, tutsaklığı simgelediklerini, buna karşın çatılardan kaçan, duvarları yıkan yazının bu romancıların kişisel tarihleriyle hesaplaşmalarının bir ürünü olduğuna” dikkat çeker.

21. yüzyıla gelindiğinde artık kadınlara özgü bir roman geleneği olduğunu tartışmıyoruz bile. Kadın yazarların kendilerinden önce var olan, patriarkal edebi otoriteye başkaldırının mümkün olduğunu göstermiş, örnek alabilecekleri başka kadın yazarlar, yaslanabilecekleri bir gelenek var. Üstelik Bloom’un edebi tarihin dinamiklerini baba – oğul çatışması üzerinden tanımlayan ziyadesiyle patriarkal paradigmasına karşı durmayı da kolaylaştırıyor bu gelenek. Öyle ya, muhterem Freud’a göre kız ve erkek çocuklardan sadece erkek olanının bir gün babanın yerini almasına izin verilir. Dolayısıyla bu paradigmayı tersine çevirme, Oedipus’un yerine Electra koyarak devam etme değil, edebi tarihi başka türlü değerlendirmek de mümkün oluyor. Kadın yazarların selefleri, tehdit edici güce sahip, öldürülmeleri veya reddedilmeleri gereken poetik “anneler” değil. Dolayısıyla birbiriyle konuşan, tartışan yapıtlar üretmek mümkün, üretiliyor da. Jean Rhys’ın Geniş Geniş Bir Deniz’i, Bronte’nin Jane Eyre’ı ile epey sert bir tartışmaya girmiştir mesela.

Diğer taraftan tüm bu değerlendirmeleri yaparken, tek bir kadınlık durumu olmadığı gibi, sınıf, ırk, cinsel yönelim, etnik köken gibi farklılıkları dikkate almaksızın, benzer deneyimlere sahip olduğu varsayılan, aynı evrensel standartlara göre değerlendirilecek tek bir “kadın yazar” kategorisinin olmadığını da not etmek gerekiyor. Mesela bu topraklarda Kürt veya gayrimüslim kadın yazarların sesleri daha az duyuluyor veya kendilerini tanrı diliyle yazan erkeklerin dünyasında fazlasıyla dışarlıklı (öteki dememek için kırk takla attım ey okur!) hissediyor olabilirler mi? Yahut yeterince “büyük” bulunmayıp antolojilerin, ders kitaplarının, teorilerin dışında bırakılanların tümünü tek bir “kadın yazar” paketine sığdırabilir miyiz?

Doğrusu “Bir Hanım” yazardan bugünlere çok yol aldık ama soru(n)lar da hâlâ dağ gibi. Mesela edebiyat endüstrisini oluşturan yayınevleri, yayınevi sahipleri (Ayizi’ne selam olsun), dağıtımcılar, yazılı ve görsel medya, eleştirmenler, kitap tanıtım yazısı yazanlar, editörler, yayın kurulları vb.’den oluşan bir erkek süzgecinden geçebilen yapıtlar bize ulaşabiliyor. Ama olsun, yapılacak şey belli. Son söz Marge Piercy’den gelsin. … Şafaktan önce kalkarlar. / Otobüslerde yazarlar / Elbiseler dönerek geçerken / Çamaşırhanelerde yazarlar / Biri çoraplarını çalar. / Varsa bilgisayarda yazarlar / Yoksa kurşun kalemle, mum boyayla. / Tutkulu olanlar ölünce / İçlerindeki gerçek taşta şöyle yazar: / Birazcığını yapabildin / Azıcığını.

(*) Lonetta Lynch’in söylediği “Çok fazla yol kat ettik bebeğim” mealinde bir şarkı.

(i) Sandra M. ve Susan Gubar. The Madwoman in the Attic. New Heaven and London: Yale University Press, 2000.

(ii) Said, otoritenin sadece itaate zorlama gücü anlamına gelmediğini, aynı zamanda bir şeyin kökeni olan ya da bir şeye varlık kazandıran kişi, peydahlayıcı, başlatıcı anlamına dikkat çekerek, “bu gücü elinde bulunduran kişi mecrasını ve bundan türeyen şeyleri de kontrol eder” der. Yazılı ifadede başlatma ya da iptida etme, uzatma yoluyla artırma, zilliyet ve süreklilik otorite sözcüğüne karşılık gelir (95). Said.W. Edward. Başlangıçlar: Niyet ve Yöntem. Çev. Ferit Burak Aydar. İstanbul: Metis, 2009.

(iii) Austen, Jane. İkna. Çev. Serim As Özdemir. İstanbul: Kırmızıkedi Yayınevi, 2013.

(iv) Tekcan, Rana. “ Sessiz Sedasız Yaşayanlar: Biyografide Kadın”. Kadınlar Dile Düşünce: Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet. Der. Sibel Irzık, Jale Parla. İstanbul: İletişim Yayınları, 2004. 145-156.

(v) Bloom, Harold. Etkilenme Endişesi. Çev. Ferit Burak Aydar. İstanbul: Metis, 2008.

(vi) Showalter, Elaine. A Literature of Their Own: British Women Novelist from Bronte toLessing. Princeton: Princeton University Press, 1977, s.16-9

(vii) Çolak, Ali. “Terzi Cahide Nasıl Yazar Cahit Uçuk Oldu?” (06.05.2006) 08.11.2013
http://www.zaman.com.tr

(viii) S. Gilbert-S. Gubar; a.g.e., s.73-78.

(ix) E. Showalter; a.g.e., s.11.

(x) Parla, Jale. “Tarihçem Kâbusumdur: Kadın Romancılarda Rüya, Kâbus, Oda, Yazı”. Kadınlar Dile Düşünce: Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet. Der. Sibel Irzık, Jale Parla. İstanbul: İletişim Yayınları, 2004. 179-200.

 

Share Button