Muallim de Olsa Muharrir de…Go Home Feride!
Melike Koçak
“Sinemada da edebiyatta da kaybedenler, ıssızlaşanlar, aylaklar, tutunamayanlar neden hep erkekler? Biz erk’in diline ve bizim için kurduğu “makbul kadınlık”, “makbul yazar kadın / kadın yazar”lığa bir yerde, bir şekilde kendimizi kaptırmış olabilir miyiz? Erkeklik imgeleriyle uğraşırken kendi dilimizi kurmayı, dilin sunduğu özneleşme imkânlarını kullanmayı ihmal etmiş olabilir miyiz?”
“biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil,
eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün
içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem.
İki yolu var acı çekmenin. Birincisi pek çok kişiye kolay gelir:
cehennemi kabullenmek ve onu göremeyecek kadar onunla bütünleşmek.
İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor;
cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var,
onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”
Italo Calvino, Görünmez Kentler
Cinayetler, katliamlar, tecavüzlerin üzerinde teller, mayınlar, genelgeler, yasalar, baskılar, yasaklarla sınırlar çiziliyor, duvarlar örülüyor. Paradigmalar değişiyor, toplum mühendislerince şekillendirilme uğraşı 90 yıldır hiç bitmiyor. Bu kopkoyu, kekremsi cehennemin ortasında aklımız, kalbimiz, bedenimiz, dilimizle sınırlara ve duvarlara karşı koyarken “Güzin ablası kitaplar olan”, “Rahmin kadar konuş” dedikleri “oysa durmadan roman kahramanlarından” “hamile kal”an kadınlar olarak yazıyla ilişkimiz üzerine yeniden düşünmemiz bir tercih değil, zorunluluk sanki.
Yazmak, bir yanıyla tanrılara ve ölüme kafa tutmak, tanrıların ve ölümün yap, ol dediğine başkaldırmak ve şahane suçlar işlemek; bir yanıyla öfke ve tutkunun cinsiyetsiz sevişmesinde yok olmak – dirilmek, eksilmek – tamamlanmak; bir yanıyla kendimizi durmadan gerçekleştirmek, bunu görmek / göstermek, bununla yüzleşmek, yıkmak – kurmak – yıkmak ise, içinde bulunduğumuz kaskatı dönemde en temelde bir direnme, karşı koyma, dayanma, baş etme aracı olarak yazıyla ilişkilenme biçimlerimizin nasıl olduğunu ve olması gerektiğini sorgulamalı.
Dilin sunduğu özneleşme imkânlarını ne derece kullanıyoruz? “Erkekler yazar, kadınlar okur” mu hâlâ? Peki, “kadınlar yazar, erkekler denetler” mi? Erkeğin yazdığı kadın mıyız, erkeği de kendimizi de kendi kurduğumuzda yazan kadın mıyız? Biyolojik cinsiyetimizden ve toplumsal cinsiyet rollerinden ne derece azade bir dil kuruyoruz? “İktidarın maskesini” yazıyla “düşürme”nin peşinde miyiz, yoksa kullandığımız dille iktidarı yeniden mi üretiyoruz? Dilimiz bedenimizin sınırlarını ne kadar zorluyor, ihlal ediyor ya da tersi? Yazarken edebiyatın tekinsiz suları yerine; sakınımlı, korunaklı, konforlu, sistem içre yataklarını mı tercih ediyoruz? Peki, sinemada da edebiyatta da kaybedenler, ıssızlaşanlar, aylaklar, tutunamayanlar neden hep erkekler? Biz erk’in diline ve bizim için kurduğu “makbul kadınlık”, “makbul yazar kadın / kadın yazar”lığa bir yerde, bir şekilde kendimizi kaptırmış olabilir miyiz? Erkeklik imgeleriyle uğraşırken kendi dilimizi kurmayı, dilin sunduğu özneleşme imkânlarını kullanmayı ihmal etmiş olabilir miyiz? Yoksa erk’in diliyle sözleşmemizi çoktan bozduk, kendi yazı biçimlerimizi kendi dillerimizle kurduk, bozduk, kurduk… mu?
Bu soruları tartışmak, bu yazının boyunu / boyutunu aşıyor gibi dursa da burada kıyılarında dolaşmak, açılacak yolları aramak, bulduğumuz, kıyısına yaklaştığımız yanıtlara yaşam alanları, fırsatları açmak… mümkün. Yoksa “makbul”un hapishanesinde muallim Feride’ler gibi muharrir Feride’lerin sayısı daha da artacak.
Makbul kadınlık -reçetesi erk – eklerce yazılmış-
Bu kadınlar yemekler pişirmeli, masa örtülerini çizgilerinden katlamalı, sofralar kurmalı, toplamalı, bulaşıkları yıkamalı, çamaşırları asmalı, toplamalı, bebeklere mamalar yedirmeli, ekmek kırıntılarını süpürmeli, örümcek ağlarını temizlemeli, sehpaların tozunu almalı, çiçeklere su vermeli, kuruyan yapraklarını temizlemeli, balkonları foşur foşur yıkamalı, eğri duran tabloyu düzeltmeli, koltuğa uygun perdeyi seçmeli, misafirlerin geliş gidiş düzenini ayarlamalı, çocuğun öğretmeniyle düzenli görüşmeli, hiperaktivite ilacını almasını sağlamalı; kumaş pantolonlarını, dik yakalı gömleklerini giymeli, saçlarını çokça dağıtmamalı, kırmızı ruj sürmemeli, az konuşmalı, söze karışmamalı, itiraz etmemeli, verili olanı layıkıyla yapıp başarılı olmalı, çokça bağırmayan, gösterişli olmayan işlere imzalar atmalı; bilgisayar kullanmalı, en az bir dili anadili gibi konuşmalı, mümkünse master yapmalı, iş seyahatlerine gitmeli, mümkünse gittiği gibi gelmeli, elbette araba kullanmalı; bacaklarındaki kılları temizlemeli, manikürlerini düzenli yaptırmalı, köşesi kırılmış tırnakları törpülemeli, çenesinde çıkan kılı görür görmez almalı ya da tümden epilasyon yaptırmalı, uygun gördüğü ya da görülmüş olana istediği, istendiği zamanlarda bacaklarını ömür boyu açmalı. Sonra çay demlemeli, televizyonun karşısına geçmeli, oturma odasındaki kanepede uyuyakalmalı. Sonunda makbul kadın olmayı başarsa da(!) salonlar elbette onun değil! Çok isterse, başka bir olasılık olarak ya da bir hobi olarak yemek masasının köşesine ilişip beyaz ekrana ya da boş kâğıda bakıp, ara ara pencereyi açıp yaktığı sigaranın dumanı eşliğinde çiziktirebilir! Bir öykünün, şiirin… ya da bir tezin peşinde. Ama edeplice!
Bu “makbul kadınlık” sözleşmesine attığı, atmak zorunda kaldığı imzayı henüz çekmemiş ve o sözleşmeyi yırtıp atmamış olan varsa eyvah! Tez davransın, şimdi anlatacaklarımıza kulak versin. Zira birileri epey zamandır sözleşmesiz yaşamakta.
Yazarak pışık! diyen kadınlar
“Güzin ablası kitaplar olan” ya da “Rahmin kadar konuş de”nen kadınlar olarak yazıyla okur ya da yazar olarak ilişki kurarken temel dertlerimizden biri sıkıntı evlerini, bunlara hapseden zihniyeti, sınırlar çizenleri, duvar örenleri çıngıraklı dillerimizle yıkmak. Bu, çok net. Dil, biçim, yapı, anlattıklarımız… Hepsinde “isyan”, “direnme”, “yıkma – yeniden kurma – yıkma”nın, “sınırları ihlal etme”nin, “dönüştürme”nin mümkün’ünün peşine düşmek yazıyla daha sınırsız, dinamik, esnek ve güçlü bir ilişkiyi zorlamak, bugün ve bugünden sonrasının olmazsa olmazları. Bunun için de dil ve beden ihlaleri; dil ve bedene dair verili olanları yıkmak, temizlemek, yeni soluklanma alanları açmak.
Lacan’a edebiyat içre bir yerden bir özet kıvamında -mümkünmüş gibi!- göz ucuyla da olsa bi bakalım. Söyle söyle Lacan bize, dil, neden bir mahkûmiyet bize? Diyor ki: Pre-ödipal aşamadan ödipal aşamaya geçerken başlayan bu mahkûmiyet anında, eksiksiz ve mükemmel bütünlüğü, anneyi kaybettiğimiz anda biz kendimize, ben’imize mahkûmuz artık. Kaybettiğimizin boşluğunda hasret var. Onu bulma ve tamamlanmak için, tamam olduğumuz o ana dönmek için de tek aracımız dilimiz. O eksiklik, yokluk, arzu o dilde yaşar, var olur. Ne yazık ki bu da babanın dilidir. Hem bu tamamlanma çabasına hem bu çabanın taşıyıcısı dile hem de babaya mahkûmuzdur bundan böyle. Erkekler bu dili giyer, benimser, içselleştirir ve egemenlik kurmak için kullanırlar. Bir tamamlanma çabasıdır bu, eksik giderme, boşluk doldurma. Kadınlarsa erkek egemen dile, anlatıya, söyleme ulaşmaya çalışır. Bu, onlar için bütüne, tamam olana ulaşmaktır. Bunun sırlarını çözmeye çalışır. Erkek güce sahip olan, belirleyendir. Kadın, bunun içerisinde var olacaktır. Bu bakışa göre, kadın tüm bunlara mahkûm olandır.
Burada da bir pışık!
Zira tam bu noktada, bir dayatmaya dönüşen mahkûmiyetinin bu haline kadın karşı gelir, gelendir. Dille / yazıyla ilişkisini bu dili reddetmek, yıkmak üzerine kurup kendi dilinin peşine düşen, bulan, kuran ve dolayısıyla kendi anlatımını, biçimini, yazısını da kuran(dır), olmalıdır. Teoride ya da pratikte “kadınlık”ta ya da “dil”de hapsolmayandır. Sadece erk’e, ataerkil toplumun kültürüne, geleneğine, dayatmalarına değil dilin, yazının, edebiyatın iktidar öğelerine de karşı gelen kadın yazar, ihlal ve yıkımın öznesidir.
Lacan’da kaybolmaktansa şiirde kaybolmayı yeğleyen biri olarak: ” ‘Kelimelerin azı dişini çekeceksin ki seni yemesin, kuyruğunu / keseceksin ki başkalarını hiç sevmesin.’ İmza: Her şey Kontrol altında. / Bu adamın adı Her şey, göbek adı Kontrol ve soyadı da Altında idi. / Onun öğütlerini tutmadım. Kötü bir adam değil, sadece / anlaşamıyoruz.” İşte kadın yazarın / yazan kadının dille / yazıyla kuracağı en sahici ilişki, kelimelerin azı dişini çeken, kuyrukları kesen bir ilişkidir.
Böyle olsun olmasın yazan, yaratan kadının pek çok kültürde şeytanla ya da cadıyla ortaklaştırıldığı malum. Tam da bu ortaklıkla ilişkili olarak belki de özellikle “kadın” yazar için yazmak, tanrılara ve ölüme meydan okumak; başkaldırmak, direnmek. -Bu, kadının yazarken unuttuğu da olabilir mi?- O halde, şeytan ve cadılıkla kurulan ortaklaştırmayı başka bir yere taşımanın vaktidir: “Katiller, sanatçılar ve teröristlerle” ortaklaşmak!
Sınırları ihlal eden bir “yıkıcı karakter” olarak kadının yazıyla ilişkisi
Her alanda güdük bir ortalamanın dayatıldığı bugün, katiller, sanatçılar ve teröristlerle kesişim kümeleri kurmak demek kadınların yazıyla, yazmakla ilişkilerinde cinsiyetten dile, biçimden bedene, anlatımdan kurguya; iktidara.. “gelenek”, “ahlâk”, “uzlaşı”, “uyum”, her ne adına olursa olsun çizilmiş, çizilmekte olan sınırları ihlal etmesinin, tüm bunlardan arınıp daha radikal ve avangard bir dilin, biçimin, üslubun peşine düşmesinin yollarını açmak, yeni yaşam alanları kurmak demek. İktidarın nesnesi olup kirlenmektense dilin öznesi olmayı tercih etmek!
Bu yüzden de işte, şimdi önce babayla sonra kendilerine çeşitli sebeplerle baba olarak dayatılanlarla; toplumsal ve tarihsel bağlamda yüklenenlerle bağları kopartıp, her tür sözleşmeyi iptal edip Benjamin’in “yıkıcı karakter”i olma vakti! “İçerdiği alışıldık çağrışım biçimleri”ni, “kendinden evvel yazılmış olanı -kendisininkiler de dâhil- tekrar et”meyi reddedip en sahici yazmanın / yazının peşine düşüp şahane suçlar işlemenin de vakti! “…edebi gelenek tarafından kendisine dayatılan görevi yerine getirmeyi reddetmesi, ‘küstahlık’ değil, kendini geçmişe kölelikten kurtarma arzusunun göstergesidir. Geç kapitalizmin, kültürel üretim alanında, elbette sanayi üretiminde de olduğu gibi, arzuladığı şey tam da sanatçıları, bu gibi düşünceden yoksun tekrar mekanizmalarına sıkıştırmak ve fiilen, standartlaştırılmış sanat eserleri üretmektir: Sonuç, her türlü hususi dürtünün bastırıldığının işareti olan ‘meta’ veya ‘ürün’ olur. Diğer yandan, sınırları ihlal etmek isteyen sanatçının ısrarla arzu ettiği şeyse, kişiliğin ve tüm insani çeşitliliğin her tür kalın çizgiden kurtarılmasıdır. Demek ki, sınırları ihlâl eden sanatçı, kültürün onu metalaştırma ihtiyacı karşısında etkin bir isyan halindedir, ‘canlı bir şey, sürekli dönüşüm potansiyeli taşıyan bir şey’ yaratır -Pound ciddi edebiyatın karakterini böyle tanımlar. Sahici sanatçının suçu orjinalite suçundan ibarettir.”
Sadece bu da değil, yazıyla ilişki kurarken yerleşik pek çok algıyı yapı bozuma uğratacak kurgunun, anlatı öğesinin peşinde olma vakti! “Ev, oda, yatak gibi mekânların kadın yazarların romanlarında hep engellenmeyi, hapsolmayı, tutsaklığı simgelediklerini, buna karşın çatılardan kaçan, duvarları yıkan yazının bu romancıların kişisel tarihleriyle hesaplaşmalarının bir ürünü”, “yinelersem, tutsaklıkla özgürlük arasındaki köprü yazıysa eğer, bu kutuplar arasındaki yolculuk yazıda rüyalarla, kâbuslarla, sanrılarla anlatılır. Rüyalar çatısızken, sanrı ve kâbuslar klostrofobiktir.” Bugün evlerin, odaların, içinden sokaklara, kamusal alanlara çıkmak; rüyalar, kâbuslar, sanrılara sığınmadan hakikatin göz bebeğine bakarak onu dillendirmek değil midir kadının kalemle kuracağı ilişkide direneceği alanlardan biri? Tam da burasıdır. Ve başka bir mekân başka anlatı öğeleri! O zaman okumalar da özgürleşecektir.
Bugün distopyalar gerçek oluyor birer birer. Korkunç bir tekliğin içinde eritilmeye çalışılıyoruz. Sadece kamusal alanlarımız değil özel alanlarımız da zapt ü rapt altına alınıyor. Bedenlerimiz üzerinde her türlü araçla tahakküm kuruluyor. İlişkilerimiz mercek altına alınıp didik didik ediliyor. İşte, evde, sokakta, parkta her yerde bir cendereye sıkıştırılıyoruz. Cumhuriyetin ilanı ve 1940’lara kadarki süreçten bu yana toplum mühendislerinin en acımasızca çalıştığı ikinci dönemi mi yaşıyoruz yoksa? Bilmiyorum. Ancak kadının bedeniyle ve diliyle ilişkilenirken tek çıkışının direnmek olduğunu biliyorum. Burada ayrıştırıcı, özcü, indirgemeci, tekçi, özneyi iktidar haline getiren bir varoluş ya da direniş değil sözünü ettiğim. Aksine çoğulcu, çoğaltan, kalemle direnmenin, yapıbozumun, yıkımın şiddetini okur ve yazar açısından artıran bir direniş.
Altını çizmemiz gereken, kadının yazarken geleneğin içerisinden söz alıp otoritelerce tanımlanmış ve belirlenmiş olanın varlığına varlığını armağan etmemesidir. Verili olanlar dışında bir yazının yollarını açmak için mücadele etmesi, yolun sonunda bulduğunun içerisine, kabına, kovuğuna yerleşmemesi, hemen başka bir yolun peşine düşmesidir. Tıkanıkları gidermek, yıkarak – kurarak – yıkarak direnmek belki de bu esneklik sayesinde mümkün olacaktır. Kadın yazar / yazan kadın hem biyolojik cinsiyeti hem de toplumsal cinsiyetiyle; hem toplumla, tarihle hem de dille, yazıyla hesaplaşırken rahatsız edici, kışkırtıcı, yadırgatıcı, yabancılaştırıcı metnin izini sürdüğünde dil ve yazıda olduğu gibi ataerkil toplumda da yerleşik her ne var ise hepsine kafa tutmuş, meydan okumuş ve özerkliğini ilan etmiş olacaktır.
Şeytanla, cadıyla şimdi de katiller, sanatçılar ve teröristlerle ortaklaştırdığımız “kadın yazar”, Walter Benjamin’in “yıkıcı karakter”idir / olmalıdır belki de: “Yıkıcı karakterin yalnız bir tek parolası vardır: Yer açmak. Ve de bir tek faaliyeti: Ortalığı temizlemek. Onun temiz havaya ve serbest alanlara ihtiyacı her türlü nefretin üstündedir. Yıkıcı karakter genç ve neşelidir. Çünkü genç tutar insanı yıkıcılık, kendi çağımızın bıraktığı izleri silip süpürdüğü için tutar; hatta keyiflendirir, çünkü süpürüp atma yıkıcı için tam bir indirgeme, kendi durumunun köküne inmek anlamına gelir.” O, “kapitalizmin, zenginliğin, mülkiyetin kalelerini topa tutan şehirlidir. Rahatlık, huzur umurunda değildir. ‘Düşünü kurduğu hiçbir örnek yoktur yıkıcı karakterin. Gereksindiği şeyler de azdır, hele en az ihtiyaç duyduğu şey: Bilmek’tir, yıkılanın yerine neyin geleceğini bilmek.’ Yıkımın getireceği o bir anlık boşluk, ona yeter. Nasılsa o boşluğu ihtiyacı olan birileri dolduracaktır.”
Hem reçetelere pışık diyen hem sınırları ihlal eden; ne muallim ne de muharrir olarak Feride olmayı kabul eden kadın yazarlardan mesela Sevim Burak dilin, anlatının sınırlarını da kadınlığın sınırlarını da toplumun, tarihin, anneliğin sınırlarını da ihlal etmiş, yıkımı – kurmayı – yıkımı sonsuz kere mümkün kılmışlardandır. Sonra Leylâ Erbil, Tezer Özlü. Başka biçimde Sevgi Soysal. Belli açılardan Tomris Uyar, Latife Tekin, Aslı Erdoğan hemen aklıma gelenlerden. Ama tartışmasız ve illâ ki Sevim, Leylâ, Tezer, Sevgi. ‘80’lerden, ‘90’lardan bugüne kalemleriyle yakın temas ilişkiye geçerken bu kanala eklemlenenler, başka başka kanalların peşine düşenler, makbul yazar kadın olma’yı baştan reddedenler elbette olmuştur; ama “kapitalizmin, zenginliğin, mülkiyetin”, “ünün, konforun, bilinmenin” kalelerini topa tutmak herkes için, hele son yirmi yılda çok da kolay değildir elbette. Bunların yanı sıra toplumun, iktidarların üzerimizde kurduğu gizli ya da görünen tahakkümü, kendi kendimize uyguladığımız otosansürler, edebiyat geleneğinin katı, ahlâkçı, gelenekçi tutumu ve dayatmaları, yazana, özellikle kadına alan açarkenki cimriliği; hatta kadınların çok fazla alanda sürekli mücadele etmek durumunda kalması… gibi sayılabilecek pek çok sebepten bu coğrafyada yazıyla radikal, avangard, yıkıcı bir ilişki kuramamış olabilir. Bugün aklın, kalbin, bedenin ve dilin eski yeni her tür sınırının ihlal edilmesi, zorla içine dökülmeye çalışılan kapların reddedilmekle kalmayıp parçalanması da gerekiyor.
Böylesi bir ilişkilenme sürecinde yazılanlar elbette, makbul olan’ın tanımlarının dışında kalacak, kabul görmeleri, yayınlanmaları kolay olmayacak. Ancak bu durum, yazıyla ilişkimizi ne zayıflatmalı ne de ilişkinin niteliğini ortalamaya çekmeli. Sadece yazarken değil yayınlarken de sınırları zorlamalı, kendi alternatif alanlarımızı yaratmalıyız.
“Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım / Bilmiyorsunuz.” Evet, onlar elbette hep kızacaklar. Biz, öfkeyle bilenip güzelleşmek, isyan etmek, direnmek, dayanışmak ve en çıplak halimizle var olmak için sınırları ihlal eden, duvarlara karşı duran bir yazının peşinde düşmeli; şeytan, cadı; katil, terörist, sanatçı ortaklaştırmalarını kurmalı, kurulu olanları güçlendirmeli, çoğaltmaktan geri durmamalıyız.