İdeolojik Bir Ayrım Olarak Popüler Kültür/Yüksek Kültür
Emine Ayhan
Edebiyat, sanat ve felsefenin konu edildiği kültür seminerlerinde adeta istisnasız gözlemlediğim bir hal, kültürün bir çeşit öte – dünya fenomeniymiş gibi yüceltilerek mistifiye edilmesidir. Katılımcıları böylesi yerlere götüren bütün olumlu güdüler bir yana, uzman konumundaki kişilerin bu makamın tadını çıkartırcasına ortamdaki büyüyü bozmamak ve yüksek kültür ürünlerine nüfuz etmenin güçlüğü fikrini pekiştirmek için hususi çaba harcamaları, ne kadar yüceltilirlerse yüceltilsinler, bana, konuşulan malzemeye ve figürlere ihanet gibi gelir.
Estetik, politik sezgisine, birikimine güvendiğim bir dostumla arada kafa dağıtmak için Bahariye’deki filmciye gidip çoğaltılmış film alırız. Benim bu saikle tercih ettiğim türler korku ve (romantik) komediyken, onunki genelde aksiyon ve komedidir. Neyse, bir gün komedide karar kılmışız, filmciye girmişiz. Arkadaşım, “Usta, Kolpaçino geldi mi?” diye sorunca filmcideki muhtemel ‘sanat filmi’ seyircilerinin aramızdaki farkı sezdiren, ayıran ve yerleştiren yan bakışları, hafiften seğiren atmosfer. Anlaşılmayacak bir şey yok: Hazzetmiyorlar popüler şeylerden ve bunları ‘tüketenlerden’. Hatta basbayağı hakir görüyorlar bizim gibileri. (Birden kendimi bir ‘biz’ içinde bulduğum bu otomatik istikrah!) Çünkü biliyorum, evvelce de kültürün söz konusu olduğu muhtelif ortamlarda benzer jestlerle karşılaştım, dahası bazı şeylerin zikredilmemesi gerektiğini hissettim çokça. Havada (yüksek) kültürel bir elektrik yükünün hissedildiği ortamlar, beni oldum olası tedirgin etmiştir. Pek bulunmam böyle yerlerde ama sözgelimi katılımcıların kültürün, sanatın ve ölü yazarların, vs. sırrına erilmez, sofistike güzelliğini bütün jest ve mimikleriyle ikrar ettiği seminer, sempozyum gibi ritüel ortamlarda kendimi pek yersiz hissederim. Sanki “Ebru Şallı’yla pilates yapıyoruuum!” veya bu bağlamda çok da farklı bir etki yaratmayacağını düşündüğüm “Yoksulluk vardııır!” gibilerden haykırsam ancak rahatlayacağımdır. Edebiyat, sanat ve felsefenin konu edildiği kültür seminerlerinde adeta istisnasız gözlemlediğim bir hal de, kültürün bir çeşit öte – dünya fenomeniymiş gibi yüceltilerek mistifiye edilmesidir. Katılımcıları böylesi yerlere götüren bütün olumlu güdüler bir yana, uzman konumundaki kişilerin bu makamın tadını çıkartırcasına ortamdaki büyüyü bozmamak ve yüksek kültür ürünlerine nüfuz etmenin güçlüğü fikrini pekiştirmek için hususi çaba harcamaları, ne kadar yüceltilirlerse yüceltilsinler, bana, konuşulan malzemeye ve figürlere ihanet gibi gelir, içim ezilir, öfkelenirim. Doğallaşmış bir bilen – bilmeyen, öğreten – öğrenen hiyerarşisinin insanlığın kültürel birikiminin mistifikasyonu dolayımıyla bir kez daha üretilmesi, yüksek ve aşağı yerlerin böylece bir kez daha paylaştırılması gündemdedir, kültürün tarihsiz bir fetiş nesnesi kılındığı yerlerde. Hem de eşitliğin, erişilirliğin sezdirilmesi onca kolayken. Beğeni başta olmak üzere kültürel kategoriler söz konusu olduğunda, kaçınılmaz olarak, Ranciere’ci anlamda ‘duyumsanabilir olanın paylaşımı’ ve toplumsal yerlerin dağıtımı devreye girdiğine göre, neyse ki, bütün bu hislerimin de nesnel bir karşılığı, ideolojik bir izahı var demektir. Anlaşılan, konu popüler kültür olduğunda, akla ister istemez, onun kurucu karşıtı olan yüksek kültür geliyor. Böyle olunca, bir yergi nesnesi olarak pop kültürün (ya da kitle kültürünün) mahiyetini tartışırken bir yüceltim nesnesi olarak yüksek kültürü (ya da burjuva kültürünü) de sorunsallaştırmak ve mümkünse, bu ayrımın kendini eleştirel bakışa açtığı bir kerteriz noktası aramak gerekiyor. Yani, iki kültürün sırasıyla tayin edici unsurları olan kitlesel eğlenceden de, yüksek estetik beğeniden de itinayla defedilen siyasal boyutu devreye sokmak.
Pragmatizm ve filistenizm açısından iki kültür
Pop kültür ile yüksek kültür arasında yapılan mutat ayrıma biraz yakından bakınca, bütün ikili karşıtlıklarda olduğu gibi, nesnel ve toplumsal işlev tartışmasından soyut (ya da tartışmanın münhasıran pop kültür aleyhine döndüğü) doğallaşmış bir algıyla karşılaşırız . Bu gibi verili ayrımların ürettiği ve yeniden ürettiği toplumsal ilişkiselliği görünmez kılan bir algıyla. Oysa bunlar çokça kabul edildiği gibi kıymeti kendinden menkul ayrımlar değil, işaret ettiği özne ve nesnelerin dünyadaki yerlerini tayin etmenin yanı sıra, onlara ilişkin algının (ve öznelerin kendilik algılarının) da sınırlarını çizen işlevsel ayrımlardır. Bu anlamda, kültür-sanat alanındaki yüksek-pop ayrımı da, Bourdieu’den esinle söylersek, (incelikli – kaba, yeni / özgün – basmakalıp, eşsiz – sıradan, entelektüel – avam, vb.) bütün çeşitleme ve yan anlamlarıyla birlikte toplumsal düzenlenişe içkin temel sınıfsal karşıtlıkları barındıran ve optik olarak çarpıtan ideolojik matrise aittir. Nitekim “bu ayrımlar şebekesi nihai kaynağını, hükmedenleri imleyen ‘seçkinler’ ile salt istatistiksel olarak var olan olumsal ve dağınık birçokluk olarak hükmedilenleri imleyen ‘kitle’ arasındaki [işbölümüyle kayıtlı, tarihsel olarak kurulmuş] karşıtlıktan alır.”
Bununla birlikte, aralarındaki ayrımın ideolojik koşullandırmaya tabi olduğu gerçeği, pop kültür ile yüksek kültürün uydurma fenomenler olduğu anlamına değil, bilakis, karşıtlıkları içinde hâkim maddi – manevi ilişkilere katkıda bulunmaları bakımından nesnel dünyada karşılık bulan ziyadesiyle somut fenomenler olduğu anlamına gelir. Gene de bu durum, ayrımın üretilme biçimlerinin ve bu esnada işler kılınan parametrelerin, gerisinde yatan maddi süreci, yüksek kültürün, dolayısıyla burjuvazinin üstün konumunu perçinler şekilde gizlediği gerçeğini değiştirmez. Bu bakımdan, pop kültürün ‘değerlendirilmesinde’ açık veya örtük, bilinçli veya bilinçsiz biçimde işletilen mutat değer ölçütlerini bir de yüksek kültür (ve genel olarak kültürlülük, eğitimlilik) kategorisiyle karşılıklılığı içinde ele almak önem taşıyor.
Pop kültüre yöneltilen başlıca eleştiri pragmatizmine ilişkindir. Pragmatizm argümanında, pop kültür öncelikle ticari fayda / kâr yönelimli olmasından, dolayısıyla has kültürel üretimin nişanesi olan fayda gütmeyen, saf estetik mülahazalardan münezzeh olmasından dolayı yüksek kültür karşısında aşağı bir yerde konumlandırılır. Pragmatizm argümanının kapitalizm eleştirisiyle birleştiği bilhassa Frankfurt ekolünden mülhem akademik çalışmalarda ise, popüler kültür kapitalist meta üretimi – tüketimi veya mübadele mantığının kültürü de kapsayarak ‘araçsallaştırması’ bağlamında gene idealleştirilmiş bir yüksek kültürle karşıtlığı içinde ele alınır.
Burada sorun pragmatizm argümanının doğruluğu / yanlışlığı değil (ki doğrudur), pragmatizmi pop kültüre özgülerken, yüksek kültürün günümüz toplumunda hiç de pragmatizmden uzak bir fenomen olmadığı gerçeğini gizlemesidir. Yüksek kültürün genel söylem düzeyinde pragmatizmden ve piyasa ilişkilerinden soyutlanarak mutlaklaştırılması, Bourdieu ile Darbel’in dediği gibi, “burjuva toplumunun ayrıcalıklı sınıflarının […] kendi kendilerinin ‘değerini,’ ayrıcalığını / farkını, -‘zarafeti, asaleti ve görgüsüyle’ avamdan ayrılmalarının nişanesini— tanımlayan her şeyi doğal bir veriye çevir[me]” eğiliminin ayrılmaz parçasıdır. Hâlbuki kültürün araçsallaşması sadece dolaysız ticari biçimde gerçekleşmediği gibi, kültürün (kötüye) kullanımı da sadece tüketim metasına dönüştürülme kipiyle sınırlı değildir. Dert araçsallaştırma veya pragmatizmse şayet, bugünün ileri kapitalist burjuva toplumunda sözüm ona yüksek kültür diye tanımlanan kültür ürünleri de aynı araçsallaştırmaya konu değil midir? Doldurulacak bir market sepeti ya da CV gibi tasarlanan öznenin kendine bilgiler katarak kültürel (sermaye) birikimini artırıp böylece toplumsal konumunu yükseltmesi fikrinde de aynı mübadele mantığı işlemez mi? Diyelim bir Woolf metnini para kazandıracak pop bir proje üretmek için kullanan biri ile akademik puan kazandıracak bir makale üretmek için kullanan biri arasında, ilkinin bundan ticari, ikincisininse ‘kültürel sermaye’ edinmeyi umması dışında nasıl bir fark vardır? Ya da aynı metni çekirdek çitleyerek okuyan birinin, “Woolf hakkında malumatı eksik kalmasın” diye okuyan diğer birinden daha filisten olduğunu kim söyleyebilir?
Filistenizm demişken, gözümüzü siyasal boyutu hiç es geçmeyen bir düşünüre, Arendt’e çevirmek gerek. Zira Arendt filistenizmi burada söz ettiğimiz pop (kitle) kültürü – yüksek kültür ayrımına paralel bir ayrım çerçevesinde, barbar ve eğitimli filistenizmi diye ikiye ayırır ve eğitimli filistenizmini burjuvazinin aristokrasiye karşı verdiği toplumsal konum mücadelesinin tarihsel bir ürünü olarak değerlendirir. Buna göre, aristokrasinin salt ticari faaliyeti hor gören tutumuna karşı burjuvazi sathında “kültür ‘kişinin kendini eğiterek’ gerçeklik alanı olan aşağı muhitlerden, güzelliğin ve tinin yurdu olduğuna inanılan, gerçekliğin yer almadığı yüksek muhitlere doğru toplumsal durumunu ilerletmesinin […] başlıca silahlarından biri olarak muazzam bir rol” üstlenmiştir (239). Böylece sınıfsal hâkimiyet ve beraberinde kültürel hegemonya yavaş yavaş el değiştirirken, kültür, burjuvazinin ‘mavi kanın’ intikaliyle ikame ettiği görünüşte eşitlikçi (kendini geliştirerek yükselmek isteyen herkese sözüm ona açık) başka bir kültürel miras kodunun alanı haline gelir. İşte Arendt’e göre, öncesinde kitle tarafından faydasız ve lüks bir meşgale addedilen kültür ancak bu tarihsel uğraktan sonra gerçek anlamda nüfusun daha geneline yayılmış ve ancak kişiye toplumsal konum ve itibar kazandıran bir geçer akçe haline geldikten sonra ‘değer’e dönüşerek meta mübadelesi sürecine dâhil olmuştur. Burjuvazi böylece kitle kültürüne zemin oluştururken, onu kitlenin aşağı katmanlarından ayıracak kendine mahsus bir kültüre ihtiyaç duymuş, geçmişin kültürel mirasını “süzme bir inceliğin nesnesi” (Arendt, 240) haline getirerek temellük etmiştir. Bu bakımdan, yüksek kültür söyleminin, içine kattığı bütün geçmiş unsurlarını mutlak bir estetik alana havale ederek, onları (egemen din yorumcularının kutsal kitaplara yaptığı gibi) adeta teolojik bir haleyle sarmalaması, altta yatan toplumsal koşulların -ideolojinin gereği olarak— gizlenmesine hizmet eder. Genelde pop kültürün aleyhine işleyen mahut ayrım, bizi çalışan kitlenin barbarca filistenizmi ile eğitimlinin incelikli filistenizmi arasındaki karşıtlığa gönderir ki, Arendt’in şu sözleri seçimin bu ikiliğin ötesinde aranması gerektiğini hatırlatır:
Kültürün varlığı açısından bakıldığında, tehdidin büyüğü boş zamanlarını eğlence ile değil, toplumsal durumlarını iyileştirmek için rastgele eğitsel zımbırtılarla dolduran kimselerden gelmektedir. Sanatsal üretkenlik açısından ise, kitle kültürünün kaba iğvasına karşı koymak ya da kitle toplumunun gürültücü martavallıklarından uzak durmak, süzme bir sosyetenin kültürel snobluğunun çok daha incelikli iğvasından ve çok daha sinsi vaveylasından kaçınmaktan daha zor olmasa gerektir. (245)
Burjuvazinin geçmişin bütün içeriğini egemen konumunun donuk, cansız bir kaydına dönüştürerek çevreleme, ‘muhafaza’ etme girişiminin öteden beri en etkili ideolojik araçlarındandır kültür – sanat. Bu yüzden, kültür tartışmasını burjuva kapitalizminin ürettiği pop – yüksek gibi tarihsiz ayrımlardan kurtarmak ve günün değişen koşulları doğrultusunda sürekli güncellemek, tarihsel şimdi adına verilen mücadelenin gereği olarak önümüzde duruyor. Geçmişin kültürel eserlerini birer kendinde – şey, mutlak kendilik olarak, kamusaldan azade biçimde değerlendirirken, salt estetik duyularımız yahut mutlak beğeni ölçütlerimiz devredeymiş gibi, bu ölçütlerin altında yatan siyasal içerimleri yok sayan elitist tutum, (Arendt’in sözünü kendimize bükerek söylersek) eşitlikçi bir toplumu amaçlayanların estetik duyularından önce “siyasi duyularını incitmektedir” (263). Dahası, bu tutumu sahiplenenlerin toplumdaki ayrıcalıklı konumu, estetiğin / duyumun egemenlerin siyaseten yapılandırdığı bir kamusal alanın sınırlarına tabi olması hasebiyle siyasal hayatla ayrılmazlığını ortaya koymaktadır. Bugün burjuvazinin el değiştirdiği bir Türkiye’de kültürel alana yapılan ve genelde eksik bir şekilde dini muhafazakârlıkla tanımlanan siyasal müdahaleler, evrensel burjuvazinin kültür ve tarih algısına öteden beri içkin olan muhafazakâr, seçmeci eğilimin hegemonik siyasi boyutunu belirginleştirirken, bu eğilimin geldiği son noktanın neomuhafazakârlık olmasında şaşılacak bir yan olmadığını bize söyler. Nitekim ne tarih ilk kez yağmalanıyordur ne de kültür ilk kez siyasi hegemonyaya alet ediliyordur. Geçmişle olan bağların koptuğu bu hegemonik koşullarda, Arendt’in gerçek beşeri bilimcilerin ve kültür üreticilerinin kulağına küpe sözlerini ne kadar tekrarlasak azdır: “[B]izler geçmişi kendimiz bulmak –yani geçmişin yazarlarını sanki daha önce kimse onları okumamış gibi okumak—zorundayız” (242).
Günümüz siyasi ve iktisadi bağlamında, egemen sınıflara bakarak iyice bellediğimiz bir şey varsa o da, geçmişin daima mevcut dertlerden kalkışla yorumlanarak bugüne taşınmaya muhtaç olduğu ve kültürel ürünlerin sadece mübadele değerine değil, bir de kullanım değerine sahip olduğudur. Kapitalizmin ve burjuva ideolojisinin kültürü araçsallaştırmasını, pragmatizmini olumsuz yönde eleştirirken, bir yandan da eldeki araçları olumlu toplumsal saiklerle nasıl kullanabileceğimizi daha etkin şekilde düşünmeye ve bize has bir ‘iyi pragmatizmi’ hayata geçirmeye başladık. Bu doğrultuda, çeşitli alanlardaki kültür üreticilerinin pop – yüksek ayrımını bir kenara bırakıp, araç – amaç kategorilerini yeniden tanımlayarak nüfusun çoğunluğu için nitelikli ürünler verdiklerine şahitlik ediyoruz.
Sonuç yerine
Kültür, eğitim, yayın ve yaratıcılık sektörünün kültürlü patronları ve seçkinleri paradan (ve eşitsizliği akla getiren nice şeyden) bahsetmekten hazzetmezler, bilen bilir. Fakat bu sektörde inceden sömürülen okumuş kesimin de, söz konusu (kafa) emekleri olunca onu ağırlıkla parasal değil kültürel, bedensel değil tinsel, maddi değil manevi, niceliksel değil niteliksel yanlarıyla tanımlama, dahası ‘kültürel sermayeye’ veya yükselme umuduna sahip kişiler olarak kendilerini nüfusun çoğunluğundan az çok şanslı sayma eğilimi ne tuhaftır! Çoğaltılmış, yani ucuza film satan filmcide (gerçek burjuvalar korsan film satın almaz) bize yönelen o aşağılayıcı bakışın da gene görece aşağıda olan bu okumuş kesimden gelmesi manidardır. Pop kültür dendi mi otomatikman yüksek kültürden yana saflaşan, kültürün (saf beğeni, mutlak surette özerk estetik kipinde) yüceltilmesinin her açıdan olsa olsa kendileri aleyhine işlediğini göremeyen bu gözler ve bedenler yukarıda bahsettiğimiz ayrım matrisinin, ideolojik olarak ne kadar güçlü olduğunun, boynumuza nasıl bir çifte zincir olarak vurulduğunun somut kanıtı. Diğer taraftan, aynı kesimden, kitle iletişim araçlarıyla daha barışık olanlar ve kültürel üretime toplumsal sorumluluk sahibi bir ‘iyi pragmatizmle’ yönelenler de giderek çoğalıyor. Eleştirinin salt olumsuzlayıcı değil, olumlayıcı yanına da sahip çıkanlar. Yükseklere havale edilemeyeceği gibi, öyle pop denip geçilemeyecek denli nitelikli olan bu işler de zincirleri şimdilik kıramasak da çekiştirmeye başladığımızın somut kanıtı. Neyse ki, neyse ki…