Mutfağa Saklı

kitchen_photoburst

Gülşah Seydaoğlu

Yedi yıldır annesini görmemişti. Annesinin evine üvey evlat olarak yeniden kabul edildiğinde 11 yaşındaydı… Üç yaşındayken anneannesi ile bu evden gönderilmişti… Güzeller güzeli annesi, başına bir iş gelmesin diye orta Anadolu’nun bozkır kentlerinden birinde suskun, dingin, sade bir adamla erkenden evlendirilmiş, 14’ünde çocuk gelin, 15’inde çocuk annesi olmuştu. Annesinin evlendiği adamın dinginliği, karıncayı incitmeyen naifliği ve sadeliği, ufuksuzluğa uzayıp giden sarı, kuru, çorak bozkırın ürkütücü sessizliğini, renksizliğini bir o kadar da iddiasızlığını taşıyordu. Kırk yıl görmediği bu babanın ölüm döşeğine düştüğü haberi aynı toprakların iddiasız anıt bilgesi Neşet Ertaş’ın ölüm haberi ile birlikte gelmişti… Bir hastanenin yoğun bakım servisindeki camının arkasından konuşma yetisini yitirdiği için gözleri ile af dileyen bu kaybedilmiş, kaybetmiş ve kaybolmakta olan babaya bakarken hor görülmüş bu iddiasızlığının ne denli barışçıl, huzurlu ve kıymetli bir mütevazılık taşıdığını ancak 40 yıl sonra anlayacaktı.

Kırk yıl önce, bu kuru ve sade evliliğin içinde orta Anadolu’nun bozkırları misali kuruyup gidemeyecek bir güzelliğe sahip olduğuna kanaat getiren anne, o güzelliğin varisi torun ve güzelliğin mimarı anneanne, güneyin büyük kentlerinden birine göç etmeye karar verdiler. Üç nesil kadın bir başlarına, her birinin yaşamını acılarla bezeyecek olan bu koca kentin kâğıttan umuduna sarıldılar. Kısa zamanda bir iş bulur çalışırlar, büyük kent onlara, onlar da büyük kente alışır sandılar. Çok kısa bir zaman sonra o küçük bozkır kasabasına sığmayan güzelliğin, bu koca kente hiç sığmayacağını anladılar. Sekreterlik için başvurdukları tüm yazıhanelerde aynı gün işe alındılar, ertesi gün işe patronun yatak odasından başlamaları koşulu ile… O uçsuz bucaksız topraklara yem olmamak için kaçtıkları bu sokaklar, bu kent, bir nefeste yutmaya hazırdı onları. Bir süre sonra güzeller güzeli anne zengin bir işadamının koruması altına girmeyi bir kurtuluş olarak gördü. Önce metresi sonra da karısı olmayı düşlediği bu adama teslim oldu. Başlangıçta annesi ve kızını da kabul etmiş görünen bu adama kısa zamanda aşık da oldu çocuk gönlüyle. Bir kaç ay sonra adamın evli olduğunu öğrendiğinde artık çok geçti. Evler tutulmuş, dayanmış, döşenmişti. Ama genç anne ağladı sızladı, köye döneceğini söyledi. Güzeller güzeli metresi kaybetmeyi göze alamayan adam, 5 çocuğuna bakması koşulu ile karısından boşamaya razı oldu. Pijamaları, takım elbiseleri ve 5 çocuğu ile taşınıverildi imam nikahı kıyılmış (tüm ömrü boyunca resmi nikah vaadiyle oyalanacak olan) taze güzelin evine. Artık anneanne ve 3 yaşındaki küçük kıza evde hem yer hem de gerek kalmamıştı. Oysa güzelliğin mimarı olarak evin başköşesine yerleştirilerek ödüllendirileceğini, eller üstünde taşınacağını düşlemişti anneanne. Müreffeh, saygın yaşam hayalleri ile göç ettiği kent, varoşlarda tek göz bir gecekonduyu reva görmüştü anneanne ve toruna. Bir kurumda hademelik işi buldu ve 3 yaşındaki torununun üstüne kapıyı kilitleyip işe gitti her sabah gün ağardığında. Torun, akşam karanlığına kadar kilitli kaldığı tek göz odada yere serili eskimiş kilimin iplerinden hayali bebeklerine elbiseler dikti sessizce, bir başına. Anneanne, yıkılan hayallerinin ve iş yükünün altında iyiden iyiye ezilince, 5 yaşına gelen torununu büyük kente yakın bir köyde yaşayan babasının akrabalarının yanına götürmeye karar verdi. Korkuyla eteğine yapışmış torununa “daha güzel bir eve taşınınca gelip alacam seni birkaç gün sonra” diyerek çoktan kül olmuş kağıttan düşler kentine döndü.

Köyde halalarının yanına sığındırılan kız çocuğu, küçük bedeni ile koyun gütmeye, ocak yakmaya, su taşımaya, yerleri süpürmeye başladı. Ama ne yaparsa yapsın, erkek kardeşlerini terk edip başka erkeğe giden annesinin günahını onun küçük boynuna yıkan halalarının dinmek bilmez öfkelerine, dayaklarına karşı koyamadı. Ne yapsa bir kez bile başını okşamadılar, saçlarını taramadılar. Ağlamadı, utanmadı, kuyruğunu dik tuttu hep. Madem ki bir yabancıdan farkı yoktu, sevgi dilenmenin, gardı düşürmenin de bir alemi yoktu. Kendine güvenliydi. Hakkını koruyor, hepsine kafa tutuyordu. Bir başınaydı ama başının çaresine bakabiliyordu. Onu oyunlarına almayan köyün çocukları, evlerine almayan büyükleri ile kapışıyordu vahşi kaplanlar misali. Annesinin ya da anneannesinin birkaç güne kadar gelip onu buradan kurtaracağını düşleyerek ayakta durdu dimdik.

Anneanne ancak 6 yıl sonra geldi onu almaya. Annesinin evine geldiğinde 11 yaşında güçlü, becerikli, kocamış bir kız çocuğuydu artık. İlk gün baba dediği üvey baba, ona kıyafetler aldı, kucağına alıp saçlarını okşadı. Ebediyen bir arada yaşayacakları gibi bir his oluşuverdi küçük yüreğinde çarçabuk. Bir sıcak dokunuşa, sarılışa kalbini açtı, gardını indiriverdi. Başı okşanan kedi misali tırnaklarını içine çekiverdi. Şefkat onu uysallaştırmış, evcilleştirmiş, dişlerini sökmüştü.

Ne olduysa ondan sonra oldu… Başlangıçta okşamalar, tatlı sözler ve hediyeler ile içeri alınan kız çocuğu, aylar içinde önce annesi tarafından hırpalanmaya, dövülmeye başlandı. Ardından gece yarıları üvey babanın attığı tokatların, tekmelerin sesi duyuldu evin arka odalarında. Defalarca gece yarıları kapıya konuldu. Kapı eşiğinde uyudu sabahlara kadar. Kapı açıldığında sessizce evin içine sızıp mutfağın bir köşesine sığındı. Geceleri babadan, gündüzleri anneden yediği dayağın gerçek nedenini bilemedi uzun süre.

Annesinin doğurduğu iki yeni kardeşe ve evdeki diğer 5 kardeşe bakması için okuldan alındı. Köydeki yaşama dönmemek, bu evin bir parçası olarak kabul edilmek için canla başla çalıştı. Ama yetmedi. Anne ve babasının yanı sıra evdeki erkek kardeşler de onu hırpalamaya, aşağılamaya, sofradan kovmaya başladılar. O sıralarda başladı gece yemekleri alışkanlığı. Gece yarılarına kadar yemek yapar oldu mutfakta. Nerdeyse bütün geceyi mutfakta geçiriyor, sabaha doğru da mutfaktaki divana kıvrılıp yatıyordu. Her geçen gün daha lezzetli, daha maharetli yemekler yapar oldu. Mantılar açtı, içli köfteler doldurdu gecenin bir yarılarında. Evdeki kızları, çocukları uyandırıp onlara sofralar hazırladı. Uyumasınlar, mutfaktan el ayak çekilmesin diye yemeğin ardından pasta, pastanın ardından şerbet, onun ardından çay pişirdi, geceyi sabaha yakın kılmak için. Giderek yaptığı yemeklerin lezzeti biricik olmuştu. Yemekleri vazgeçilmez olursa kendisi de vazgeçilmez olur diye düşündü. Ama ne yemeklerden ne de hoyratlıktan vazgeçildi. Geceleri el ayak çekilince, annesi, kız kardeşleri uykuya dalınca hıçkırıklarını, yükselen çığlıklarını yan komşuları Maria teyzeden başka duyan olmadı.

O günlerde memlekette askeri darbenin ardından kimsenin konuşmadığı terör, Avrupa ülkelerinde büyükelçilere yapılan suikastlarla tekrar gündeme gelmeye başladı. Bir Ermeni örgütü, ardı ardına Türk elçilerini öldürmeye başlamıştı. Paris’te Orly havaalanının bombalanmasıyla birlikte ülkede basın, medya, siyasetçiler, devlet büyükleri, Ermenilerin hainliğinden, bu ülkede yaşamasına göz yumulan Ermenilerin bunu hak etmediğinden bahsetmeye başladı, yüksek sesle.

Yüzünde taşıdığı ürkek gülümseme ile arada sırada çay içmeye, mantı açmaya ve onu evden kurtarmaya gelen yan komşuları Maria teyze, artık ziyaretlerine gelmez olmuştu. Avrupa’da olaylar arttıkça Maria teyze evden hiç çıkmaz oldu. Ağrıdan kıvranırken diş hekimine bile gitmedi. Bütün gün mutfakta Tokat mantıları açtı, annesinden gördüğü usulle. Tepsi tepsi yemekler yapıp konu komşuya dağıttı. Çocuklarının okul arkadaşlarını yemeğe çağırdı, sofralar kurdu onlara… Paskalya çörekleri, topik, anasabur pişirdi günlerce. O da kız çocuğu gibi mutfaktan çıkmaz oldu. Kız çocuğunu yardıma çağırdı zaman zaman. İki kadın yemek tariflerini paylaştılar saatlerce. Diğer kadınlara tarif verirken sakladıkları o ince sırları paylaştılar birbirleri ile. Mutfağa sakladıkları sırlarını ise hiç konuşamadılar ömürleri boyunca. Kız çocuğu, önce üvey babasının, sonra evde büyüyen erkek çocukların geceleri sıraya bindirdiği tacizi anlatamadı. Tacizlerden kaçabilmenin tek yolunun en kalabalık yer olan mutfağa saklanıp sabaha kadar yemek yapmak olduğunu söyleyemedi. Bu sırrı sadece bu acıyı geçmişte yaşayanların (annesi) bilebileceğini, ama onların da evde kalabilmek için kabahati işleyene değil maruz kalana fatura ederek bu acı ile başa çıkabildiğini, o nedenle annesinden yediği dayakların aslında gizli bir tanıklığın inkârı ve öfkesi olduğunu konuşamadı.

Asaletin ve acının ürkek gülümsemesini taşıyan Ermeni kadın da uzaklarda bir yerlerdeki terörden tüm Ermenileri sorumlu tutan, geçmiş acıları yaşayanların inkârından güç alan bir dille tacizde bulunan devletten-toplumdan korktuğu için mutfağa saklandığını anlatamadı. İkisi de yaşadıklarının “ortak” adını koyamadılar. Biri aile babasının, diğeri devlet babanın ensest kurbanları idi. Her ikisi de kendi öz evlatlarını taciz ediyordu. Her defasında bir daha olmayacak yeminleri ederek ve her defasında sessiz suç ortaklarından destek alarak. Eve gelen misafirlere “o da benim evladım sayılır” diyen aile babası, ülkeye gelen yabancılara “onlar da bu vatanın evlatları sayılır” diyen devlet baba, ihsan eylenen lütfun takdiri ile gururlandılar ortalık yerde. Ve sessiz tanıklar uykuya her daldığında, tv dizileri ile kendilerinden geçtiğinde babalar, kuytularda “evlatlarını” köşeye sıkıştırmaya, mıncıklamaya, mahrem yerlerini avuçlamaya devam ettiler. Konuşurlarsa başlarına bir dolu kaza bela geleceğini, kendilerini bir başlarına sokakta-başka bir ülkede bulacaklarını hatırlattılar her seferinde. Sustular… Dünya sustu…

Bir başınayken hayat belalı ve zordu. Sokaklar saldırgan itlerle doluydu. Ama onların kendilerine güveni vardı. Tırnaklarını yaşama geçirebiliyorlardı. Devlet babanın, aile babasının sevgisinin onları sarıp sarmalayacağına, koruyup kolaylayacağına dair inançları koruma duvarlarını yıkmış, savunmasız bırakmıştı. Direnci insan sevgisi ile kırılmış sokak kedileriydi bu kadınlar. Kedilerin saldırgan sokak köpeklerine karşı direncini kıran tek şey, insan sevgisi imiş. Bir kez başı okşanan ve şefkat gören sokak kedisi kendini koruma altında zannedip sivri tırnaklarını içeri çekermiş ömür boyu. Bu zorla eve alınmış sokak kedileri, ne zaman ki küçük bir dokunuşla saçlarını okşayan elin ilelebet onları koruyacağını sanıp gardlarını düşürdüler, koruyan kollayan “babaların” şefkatlerine sığınıp pençelerini içeri çektiler, derin yaralarla yaralanır oldular. Teslim oldukları şefkat, en büyük zaafları, tacizcileri, katilleri oldu. Üstelik hiç de akıllanmadılar… Her yara aldıklarında kanayan yaralarını kendi dilleri ile yalayarak iyileştirdiler. Bir daha asla olmayacak diye söz veren “babalara” inanıp barikatlarını gönüllü yıktılar. Gırtlaklarına yapışan azgın dişlerle yara bere içinde yaşadılar. Bir görünüp bir kaybolan bu sevgiyi keşke hiç tatmasaydım diye gecelerde sessizce ağladılar. Sevgisizken aldanmazlardı. Ama şimdi hem aldatılmış hem de korumasız, çırılçıplak kalmışlardı. Nefretten korkarlarken şefkatle zehirlenmiş, aldatılmayla vurulmuşlardı. Sökülmüş tırnakları ile yeniden vahşi köpeklerin yaşadığı sokaklara dönemezlerdi artık. Bu nedenledir ki kimsenin çözemediği “işkencecisine aşık kurban” denkleminde tacizcilerini, tecavüzcülerini, katillerini sevmeye devam etmekten başka yol bulamadılar. Ya kendini koruyabilen, vahşi köpeklerle başa çıkabilen ama hiç sevgiyi tanımamış sokak kedisi olacaklardı ya da sevgiyi tatmış, gardı düşürülmüş ev kedisi.

Aile ve devlet babanın her sevgide biraz eksilmiş, tırnakları çekilmiş üvey evlatlarının acıyla yoğurduğu ekmekle doyurulmuş evlatlarız biz. Dünyanın ünlü aşçılarının yaptığı yemeklerde bile annemizin yemeğinin tadını bulamayız. Hiçbir annenin yemeği kendi annemizin yemeği gibi olamaz. Her anne yemeği biriciktir. Her acı gibi… Her aşk gibi… Mutlu sonla biten aşkları konuşmaz kimse. Mutlu aşkın efsanesi olmaz. Acılar, özlemler, zulümler doğurdukça efsaneleşen aşklar misali zulümlerle tatlandırılmış yemekler yapan kadınlar bir başka efsaneleşir mutfak becerileri ile.

Bu efsaneleri dinlediğimden bu yana, sıra dışı lezzetler yaratan kadınların gözlerinde mutfağına sakladığı zulümleri ararım gizlice. Yemeklerine övgüler yağdırırken mutfak maharetlerine değil, direnişlerine şapka çıkarırım. Yemeklerinin içine gizledikleri acıları akıtırım mideme. Bir ağrı saplanır, içim burulur… Ben uykuya daldığım için bu yemeklerin bu denli lezzetli olduğunu bilirim.

Akrabaları Avrupa ülkelerine doğru yola çıktığı günde “dolmaya koymak için evde maydanoz yok, ne yapacağız şimdi” diye herkesin şaşkın bakışları altında katılırcasına ağlayan Süryani Samira teyzenin aslında neye ağladığını da bilirim.

Ve ben yine,

-Çerkez Ethem’in ayaklandığı günlerde köydeki düğünlere tabak tabak Çerkez tavuğu, hirmisa, puf böreği yollayan Albina kadının,

-Mübadele günlerinde yoğurtlu Mostar köftesi, domatesli muhacir böreği ile mahalleyi besleyen Boşnak göçmeni Şengül ablanın,

-6-7 Eylül olaylarının patlak verdiği günlerde büyük adadaki evine kapanıp yüzlerce kavanoz reçel pişirip İstanbul’a yollayan Yahudi Alis teyzenin,

-Antakya’da Müslüman Hıristiyan çatışmalarının alevlendiği günlerde mutfakta tek bir boş yer kalmayana kadar ceviz reçeli, dut aşı, zerde, mileytut pişirip konu komşuya dağıtan Ketra teyzenin,

-Kıbrıs çıkarmasının yaşandığı günlerde fasulaki, sakızlı yahni, domatesli Girit kabağı mezeleri ile donattığı sofrasını ada sakinlerine açan Rum Olyarcan ablanın,

-Süryanilerin ülkeyi terk ettiği günlerde tüm ilçeye helhel, ıkbeybet, alluceye, pisik köftesi, maklube pişirip gönderen Behice ablanın,

-Maraş katliamlarının olduğu günlerde dev kazanlarda koca bir mahalleyi doyuracak kadar çok hırisi pişiren alevi Hadra kadınının,

-Çadırlarının sökülüp yerleşik düzene zorlandığı yaylalara gelen devlet erbabına sini sini Özbek pilavı, paçik, toygar çorbası pişiren Yörük Aybike nenenin,

-Faili meçhullerin kol gezdiği günlerde sumaklı soğan dolmalarını, kaburga dolmalarını komşularına dağıtan Kürt Berivan nenenin,

-Başörtüsü yasağı nedeniyle kızların üniversitelere alınmadığı günlerde yaptığı Osmanlı şerbeti, güllaç ve aşureleri lüks apartmanlarında yaşayan kadın günlerinde dağıtan türbanlı Sümeyye kızın,

-İslami referans taşıyan bir partinin yüzde elli oyla iktidara geldiği günlerde elmalı, havuçlu, cevizli, mangolu, ahududulu kekler kabartan “kekim kabardıkça benim de egom kabarır” diye övünen cumhuriyet kadını Müjgan hanımın,

-Suriye’de iç savaşın başladığı günlerde tabule, arap tava, başkavurma, felafel, öcce, kubbe siniyye ile sofraları donatan Arapçadan başka dil bilmeyen Hadra kadının

neden mutfaklarına saklandığını bilirim… Ve kimseler bilmez ki mutfaklarına saklanan bu kadınlar, “kadınlığıma ve kimliğime tecavüz etmeyin” diye yalvardılar, iktidarla kirlenen, taşlaşan babalara. Kalplere giden yolun mideden geçtiğine inanılan bu ülkede yemek pişirip durdular. Kalpleri yumuşatmak için… Sokaktan içeri alındıkları bu evde, bu ülkede kalabilmek için. Yok edilmek istenen kimliklerinin aslında tadına doyulmaz lezzetler olduğunu anlatmak için. Kimlikler yok olursa sofralarda ölümü kutsayan ölü helvası, yedi yemeği, kırk yemeği, 52 yemeği ve kazma kürek tıkırtısından oluşan “ölü aş”larından başka aş kalmayacağını göstermek için…

Ölümü değil yaşamı kutsadılar. Kadınlıklarının ve kimliklerinin özgün adının yer almasına izin verilen tek yer olan yemeklerini var ederek hayatta kalabilmeyi başardılar. Her birinin kendi kokusunu, kendi tadını koruduğu rengârenk baharat çarşılarında, bir çerçi direnişi sürdürdüler, bir ipek yolu döşediler… Mutfaklarımıza saklı “gülen ayva, ağlayan nar” oldular…

Memlekette engelli sayısı artıyor diyenlere “hayır artmıyor, sadece sokağa çıkıyorlar, bu dünyayı onların yaşayamayacağı kadar yüksek kaldırımlarla donattığınızı görmeyen gözlerinize göstermek için” diyorlar. Memlekette taciz, tecavüz, ensest sayısı artıyor diyenlere “tıpkı engellilerin daha çok dışarıya çıkması gibi ruhları engellenmiş, istismara uğramış kadınlar mutfaklarından çıkmaya başladılar, mutfaklarına sakladıkları utancın gerçek sahiplerini görmeyen gözlere göstermek için” deyin…

Ve mutfağından çıkmayan bir kadın görürseniz, “acaba hangi acıları sakladı mutfağına?” diye sorun. Ve yine “ben, ne zaman uykuya daldım, arkamı dönüp neden sustum?” diye sorun. Bu ülkenin-ailenin üzerindeki yaşanan bütün bu kaza belanın gitmesi için, kusurunuzun-günahınızın affedilmesi için ateş görmemiş, kırk çeşit yiyeceği biraya getiren “Zekeriya Sofrası” ve “Halil İbrahim Sofrası” adayın. Adağınız yerine gelirse, evlerinize komşularınızı çağırın. Adak adadığınız mumla diğer kadınların da, adakları yerine gelsin diye bu mumdan mumlarını yakın. Herkes elindeki mumu söndürdükten sonra kendi mumunu saklasın. Sofranın etrafında yedi kez dönerek yeni dilekler tutun; “günahımızı, kusurumuzu bağışlatmak için Kefaret Adaklarında kurban kesmeyi nasip etme bir daha”.

Share Button