Kişisel Bir Macera

mezura

Şaziye Silen


Beslenme meselesi ile ilgili kişisel dileğim, bu meselenin, cam tavanlarla çivili yataklar arasında sıkışmış kadınların her cepheden üstüne yıkılan “kişisel sorumluluk/kişisel tercihlerin bedeli” kılığında değil de, cinsiyet eşitsizliğini gören bir büyük resimde nereye müdahil olunması gerektiğini veya olunabileceğini işaret eden bir çerçevede gündeme gelmesi.


 

Bu yazıyı eskiden iyi vakit geçirmenin önemli öğelerinden biri olan “ne yesek” sorusundaki heyecanlı beklentinin, yerini son yıllarda nasıl sıkıntılı bir çaresizliğe bıraktığını, kişisel bir macera ile paylaşmak için yazdım.

Mesainin düzenlediği günlük hayatımda yemekle ilişkim, hafta içi günlerinde büfede ekmek olup olmadığına bağlı olarak; “pideci çorba da getirir mi” ile “bu akşam da kahvaltı yapılabilir bence” arasında değişiyordu. Son üç dört yıldır ise “beslenme” çevresinde çeşitlenen tuhaf bir performans sorunu daha hayatıma girdi, sanıyorum benzer hayatlar yaşayan herkesinkine de. On yıl öncesine göre, bu sefer çok sıkı örgütlenmişti: Zebil gibi kitap ve teoriyle, envai çeşit uzmanla, bin türlü televizyon programı ve herkesin üstüne en az bir saat konuşabileceği bir spekülasyon dağarcığı ile geldi.

Her yerde karşılaşır oldum bu meseleyle, gittikçe daha sıklıkla “merhabalar”a “aaa sen kilo mu aldın”lar ekleniyordu. Gündeme geldiği yere göre farklı şekilde ifade ediliyor ve içerik kazanıyordu: Anne azarına konu olduğunda “Evde yemek yapmanın hijyen, ev ekonomisi ve sağlık üzerindeki etkisine” yöneliyordu. Mesaideki sigara molasında “kilo, karın yağları, radyo frekans, basenlerin değişen boyutları ve Mango’nun kırk bedenini küçültüp küçültmedikleri” üzerinde detaylanıyordu. Yüksek ücretli diyetisyenlerde “bu yaşta bu kilo olmaz; sağlınız için bin yüz elli kilo vermelisiniz ve ideal kilonuzu korumak için beş yüz yıl koruma diyeti yapmalısınız” gibi ifadelerle hayatımıza yepyeni bir meşruiyet sorunları getiriyordu. Dr. Öz gibi popüler beslenme şovlarında ise “ İşte hayatınızı değiştirecek tatlı seçenekleri: Bir daha asla diyet yapmayacaksınız! ” bölümleri ile bir cennet vaadi halini alıyordu.

Beslenme meselesi günlük konuşmaların vazgeçilmez bir parçası haline geldiğinde, aklımda sağlam şüpheler olduğu halde ona yenildim ve aşağıda anlatmaya çalışacağım macera beni diyetisyenin önüne götürdü.

Mesele önce büyük ölçüde kadın sohbetlerinde yerleşip, zaman içinde kök saldı: Yakın arkadaş çevremde, hangi diyetisyenin “bir arkadaş” için mucize sonuçlar yarattığı ve üç yüz bin kilo verdirdiği, radyo frekans ile hangi yağlarınızın parçalanıp nerelerinizden çıktığı, “onu” yerseniz on yıl sonra nerelerinizden tutulabileceği, “bunu” yemezseniz nerelerinizin kilitleneceği ve ne biçim ziyan zebil olacağınız üzerine hararetli konuşmalar olabiliyordu. Güç ilişkilerinin hakim olduğu zorunlu iş sohbeti ortamlarında durum değişiyordu: Bir duruşun ifşa aracı oluyordu bu mesele; bir dilim kremalı pastanın ağır kardiyovasküler egzersiz biriminden dakika veya km karşılığı, kötü beslenmenin cehalet ve sorumsuzlukla bir tutulması gereğine ilişkin “evrensel” kavrayış, tavuklu salata dışındaki her tür dışarıda yemek seçeneğinin -konuşanın konuşulan kişiyi ne kadar ezmek istediğine göre- lüks veya aymazlık olarak- tercihen göz devirerek- yorumlanması gibi.

Etrafımdaki bu açıklamalar resmi geçidi, uzun zaman bana film izlemek gibi geliyordu. Kendimi tüm bu sağlıklı beslenme ve güzel görünme konuşmalarından muaf tutarak, misafir gibi dinliyordum, zira bunlara ayıracak ne zamanım ne enerjim vardı. O “daha da iyiye hep ileriye” liginde top koşturmuyor, daha ziyade aklımı koruyarak hayatta kalmak liginde, amatör kümede oynuyordum. Bir yandan da, kadın bedeninin nasıl politika aracı olabildiğine aşina idim, kapitalizmin kadınları zayıflatma aşkının muhtelif meallerine, zaman zaman feminist analizlerle zaman zaman Heidi Klum’a televizyon ekranından suçlayıcı ifadeler sarf ederek ilişiyordum. 55 kilo iken bile aynaya bakıp çok şişman olduğumu düşündüğüm ilk üniversite yıllarımdan “beden algı bozukluğu, blumia, aneroksia” gibi akıl meselelerini öğrenmiş, akabinde on iki yıl sonra 82 kiloya çıkarken kendimi çok hırpalamamıştım.

Malum +42 mağazalarındaki beli lastikli pantolona bakmak durumunda kaldığım günlerde, herkese “atipik disk kayması” gibi daha alengirli bir ifade ile aktardığım, bildiğiniz bel fıtığına tutuldum. Beslenme meselesindeki misafir pozisyonum son buldu ve mecburen diyetisyene yolum düştü. Çatık kaşlarla ve konusuna hakim bir ses tonu ile diyetisyen, metabolizma hızımın ne biçim düşük olduğunu, “Metabolizmanız kriz durumuna ayarlanmış! Ne zaman besin alacağını bilemiyor!”, sağ bacağımda beş, sol bacağımda beş buçuk kilo yağ; toplamda vücudumda 29 kilo yağ olduğu belirtti. Görüşme sonucunda “şunları şu kadar, şu saatte yemem ve şunları asla ve hiçbir saatte yememem” gerektiğini belirleyen bir diyet listesi, “eti senin kemiği benim” makinesinin çıkarttığı analiz kağıdının verdiği güce dayanarak ilan edildi.

Beş-altı hafta kadar dayandık evde eşimle birlikte kilo analiz makinesinden güç alan fermanlara, altı ila sekiz kilo kaybettik. O haftalarda yemek bizim için anlamını değiştirdi, her tür törenden uzaklaştı (masada yemekten bile vazgeçtik), bilim kurgu filmlerindeki uzay kapsülü yemek hapları menüleri, yahut Mad Max filmindeki gibi dünyanın sonu gelmiş, haliyle sınırlı kaynaklardan payımıza düşeni idareli kullanalım biçiminde, kendimizi “tatlı canımız iki gün daha yaşayacak ha gayret” diye iteledik hırpaladık. Bu zulüm haftaları süresince muhakkak evde olması gereken besinleri marketten temin etme telaşı, saatler süren toplantılarda aklın bir kısmını “o kayısıyı nasıl yaparım da çaktırmadan ağzıma atarım” kaygılarına ayırmak, öğle yemeğini yanında götürebilmek için uyuduğun beş saatten fedakarlık etmek ve yediğin tuhaflığı görenlere garabet diyetini anlatmak zorunda olmak, akşam çayına bile veda edince evde sohbet edilecek hiçbir zemin kalmaması gibi pratik sorunlar vardı. Diyetisyen köleliğinin alternatifini, hemen her okumuş insan gibi, “bunun kitabı vardır alalım okuyalım öğreniriz sonuçta” yaklaşımında bulduğumuzdan, kitabevlerinde satılan ve “Dukan Diyeti” ile başlayıp “Bana Diyet Deme” yelpazesindeki tüm kitapları aldık.

Bu kitaplarda, sadece kendim için değil ailem için de son derece sorumsuz ve feci cahil davrandığım, içine düşeceğim her türlü sefillikten sadece kendimin sorumlu olacağı, bu kayıtsızlığımın yaşama hakkımı sorgulanabilir kıldığı gibi mesajlar alt metinleri bezemişti. Böyle bir sorumluluğa daha gücüm olmadığını düşünürken, neden hayat eskisi gibi basit değil diyordum.

Buradan düşünürken mesele benim açımdan hakikaten o zaman berraklaştı; kitaplarda farklı farklı yaklaşımlarla sunulan bu beslenme meselesi, tümüyle haberdar olmadığım bir tür bilgi setiydi; lojistik ve malzeme temini yönetiminde tecrübeyi, kuvvetli dört işlem hesabı bilmeyi, sürdürülebilir bir iç disiplini gerektiriyordu. Hayatın diğer cephelerinde kesinlikle sahip olmamamız istenen ve her an sürdürülmesi gereken bir farkındalığa sahip olmaya dayanıyordu ve bunu anlatılan şekilde yapacak araçlardan şiddetle yoksunduk.

Nasıl yoksunduk ve ne eksikti? En az şu kadar su içmek gerekiyorken; suyu şehir şebekesinden içemediğimiz, zamanında evde olursan damacanası en az beş TL’den eve sipariş verebileceğin bir su sağlama metodu söz konusu idi ve bir haberle o damacanalardan da tifo bulaşabileceğini öğrenmemiz durumu için alternatif bir plan yoktu. İçinde genetiği değiştirilmiş organizmalar, mısır şurubu veya başka şaibeli unsur olmayan gıdaları seçerek dengeli tüketmemiz uygunken, gıda yasasının neyin içinde ne olduğunu yazmasına olanak vermemesi, yazanları bile anlayacak terminoloji hakimiyeti için başvuracağımız tek referans kaynağının “toplu forward emailler” olması söz konusuydu. Mutlak felaketten tek çıkış gibi görünen, şehrin tek organik gıda pazarı ise bir buçuk saat ötede, haftanın sadece bir günü kuruluyordu: O mesafeyi kat etmek için 3 vasıta ile yolculuğu kotarmak (gitmek ve çantalarla dönmek) ve alışveriş için sağlam bir bütçe ayırmak zorunluydu. Günlük hayattaki bilgi bombardımanı içinde ise farkındalık kimbilir kime emanetti. Karnımız guruldadığında yemek bulursak yiyor, dayak bulursak kaçıyorduk.

Ben naçizane, meselenin en kabul edilebilir ifadesinin “sağlıklı beslenme” olabileceğini kabul edebildim. Ancak bu haliyle bile meselenin, günlük hayatta sağlık sorunu yaşamamak için belirli biçimde beslenmekle mi yoksa özellikle kadınlara yönelik kabul edilebilirlik kriterleriyle mi ilgili emin olamıyorum.

Beslenme meselesi ile ilgili kişisel dileğim, bu meselenin, cam tavanlarla çivili yataklar arasında sıkışmış kadınların her cepheden üstüne yıkılan “kişisel sorumluluk/kişisel tercihlerin bedeli” kılığında değil de, cinsiyet eşitsizliğini gören bir büyük resimde nereye müdahil olunması gerektiğini (gıda yasasına mı, tabiatı koruma kanununa mı, asgari ücret düzenlemesine mi, çalışma saatleri düzenlemesine mi, yaşadığımız kentte ışıklandırma ve toplu taşım olanaklarının düzenlemelerine mi yahut her birine mi) veya olunabileceğini işaret eden bir çerçevede gündeme gelmesi.

Bu henüz olmamışken, sağlıklı beslenme ile ilgili her şeyi, anne usulü mercimek çorbası yaparak aklımın arkalarına itelemeye çalışıyorum: Mercimek çorbasını blendırdan geçirirken, çocukken annemle koca tencere çorbayı tülbentten süzdüğümüz günleri düşünüp, beslenme meselesindeki duruşumu, “blenderi bulanın alnından öpeyim” ile sınırlandırıyorum.

Share Button