Araf: Toplum Annelerinin ve Hayat Memurlarının Genç Kızlara Karanlık Nasihatleri

pamukprenses

Melike Koçak

Erkek kendi istediği, dilediği yola gidebilecek -ki bu bir araf dahi olsa o bunu tercih edebilecek- hep “ıssız”, hep “kaybeden”, hep “yalnız”, hep “yabancı”, hep “yeraltı insanı”… olacaktır. Kadınlarsa trajedilerin başkahramanı, cezaya ve cefaya mahkumgillerdir!

Bugün, sinema ve edebiyat anlattıklarına, gösterdiklerine dair alışıldık/bilindik algıları altüst etmediğinde söz ya da görüntü güdük ve cılız kalmaktadır. Beden, kimlik, toplum, cinsiyet, toplumsal cinsiyet vb. üzerine söz alan, bunlarla kendisi hesaplaşmadıysa sineması ya da edebiyatıyla toplumun tıkır tıkır işleyen totaliter çarkına yağ sürecektir. Oysa bedenin, aklın, eylemlerin eril ve baskıcı iktidarlarca kontrol edilmeye, denetim altına alınmaya çalışıldığı Türkiye toplumunda kadın ve erkeğe dair söylenecek her söz hazırkalıp zihniyetleri tedirgin ve rahatsız etmelidir -artık-. Kadınlık ve erkeklik rollerinin, kadın ve erkek olma süreçlerinin sorgulanmadığı; aksine “çoğunluk”larca kadın ve erkek ol(durul)ma halinin sürüp gittiği bir toplumda, söz ve görüntü bu hallerin devamlılığı üzerine değil, devamlılığın kırılabileceği üzerine olmalıdır. Hele kadın üzerine söz alındığında beklenenin, var olanın dışına çıkmak, birey olmak için verilen her çabanın toplumca çizilen kader kuyusuna düşmek zorunda bırakılması, direncin kırılması kişinin/kadının kendi potansiyelini gerçekleştirme imkân ve ihtimalinin yok edilmesi demektir. Toplumun kadın repertuarında yer almayan, yer almasına izin verilmeyen bir parçayı çalmak isteyen bireyin engellenmesi, repertuarların hep aynı kalmasına neden olacaktır. Birey, diğeri için var olmayı reddediyorsa; bu ret, eril kodlarla örülü toplumun görünen/görünmeyen araçlarıyla engelleniyorsa, baskı altına alınıp yok ediliyorsa; reddeden dilsizleştirilip sunulu/verili olana muhtaç bırakılıyorsa, bu, her tür ret çabasının, arzusunun hayalden öteye geçmesine izin vermemek, bireyi kadere mahkum etmek değilse, nedir?

O halde, üvey anneler hep kötü, prensler hep yakışıklı, cadılar hep çirkindir ve zehirli elmalarla kandırır; prensesler hep saf, güzel, sarışın, uslu, masum, uysaldır ve prenslerini beklerler; cüceler cinsiyetsizdir, kırmızı başlıklı kız çok saftır, kurt hep kötüdür…

Bir meseleyi, durumu, duyguyu, olayı ifade ederken dilimizi, biçimimizi, bakışımızı belirleyen nasıl bir insan, hayat, dünya tahayyül ediyoruz, istiyoruz sorusuna vereceğimiz yanıtlar olsa gerek. Var olandan rahatsız değilsek ya da teslimiyetten yanaysak… Daha da fenası, rahatsızsak ama çıkış, çözüm olmadığını düşünüyorsak, buna ikna olduysak… Evet, cadılar hep çirkin, üvey anneler kötüdür… Evet, kimseyi tedirgin etmemeli, beklenenin/verili olanın dışına çıkmamalı, reddedişlerin failini meçhul kılmalı… Yıkım, kaçış, başka’ya dair her çabanın can suyunu “ceza/trajedi/travma” şırıngasıyla çekmeli. Bu sayede reddedenin özneliğine, özerkliğine saldırmak, parmak sallayarak onu korkutmak, boynunu eğip uysallaşmasını, evcilleşmesini sağlamak kolaylaşacaktır. Egemen olan sorgulanmayacak, eleştirilmeyecek, yıkılmayacaktır. Kadın/toplumsal cinsiyet meselesinde, erkek egemenliği daha da güçlenecek; kadın bedeni, aklı, ruhuyla saldırıya uğramaya devam edecek; kadının sadece bedeni değil; aklı, arzuları, tutkuları, hevesleri, hayalleri de toplumun eril kodları ve araçlarınca süresiz ipotek altına alınacaktır.

Erkek kendi istediği, dilediği yola gidebilecek -ki bu bir araf dahi olsa o bunu tercih edebilecek- hep “ıssız”, hep “kaybeden”, hep “yalnız”, hep “yabancı”, hep “yeraltı insanı”… olacaktır. Kadınlarsa trajedilerin başkahramanı, cezaya ve cefaya mahkumgillerdir! Lezbiyen, gey, biseksüel ya da transsanız, baştan yandınız! Ne çeşit çeşit, afilli sıfatınız ne arafta bir yeriniz olacaktır. Trajedilerden trajedi beğenip aranızda paylaşınız!

Bütün bunları söylerken Türkiye toplumunda “çoğunluk”un erkekleri “sürüne sürüne erkek olmak” zorunda bıraktığı da unutulmamaktadır elbette. Sürüne sürüne erkek olma hallerine -“Çoğunluk” filmi bu anlamda önemli örneklerden biridir- değil de, sürüne sürüne kadın olma hallerinin trajedisine tanıklık etmemizi, bunları kabullenmemizi, normalleştirmemizi isteyen diziler, kitaplar, haberler ve filmlerden yorgun düşmüşken; Filmekimi’nde yıkım’dan ve başka’dan yana söz alan pek çok filmden sorular, delikler, başka bakışlarla çıkmışken aynı dönemde izlediğim Araf’ın yarattığı kırıklık, boşluk üzerinedir buradan sonra sözümüz.

Yeşim Ustaoğlu’nun filmi “Araf”ta Zehra ve Olgun’un hikâyesi anlatılıyor. Bir otoban üzerinde, 24 saatlik vardiya usulüyle çalışan bu iki gencin her günü birbirinin aynıdır. Tatil günlerinde televizyon izler, bazen kasabadaki diskoya giderler. Televizyon dışındaki eğlence araçları internettir; ama daha çok erkekler -ergen erkekler- için. Televizyonda köşeyi nasıl döneceklerini, parlak gelecekleri, aşkları, uzaklara kaçmayı gösteren programlar izlerler. Buradaki bu hayatın içinde sıkışmışlardır. Bir sabah çalıştıkları yerin park alanına kamyonuyla Mahur gelir. Bu geliş, rutinin değişeceğine işarettir. Zehra ona âşık olur.

Kurgudaki olaylar ve örgü Türkiye toplumuyla birebir örtüşüyor. Filmi izlerken “şimdi bu olacak, bundan sonra da şöyle diyecek ya da demeyecek, gidecek ve gelmeyecek, ve şimdi hamile kaldı” gibi hiç de yabancısı olmadığımız dram sahnelerini sıralıyoruz ezberlerimizin dolabından. Evet, film bu toplumda yaşanan travmalardan birini yansıtıyor. Evet, film gerçekçi mi gerçekçi! Ama sadece bu kadar! Neden? Başka ne olmalıydı? Bu her ne ise, yönetmenin böyle bir zorunluluğu var mı?

Yeşim Ustaoğlu, Altyazı’daki röportajında şöyle söylüyor: “Aslında ben bir hikâye yazmaktan çok, sadece kızın ve diğerlerinin psikolojik dinamikleriyle, iç dinamikleriyle ilgilenmek istedim. (…) Zehra’nın başına gelen disassociation tam bir kopma, anı yaşayamama hali; tamamen bir durma. Benim istediğim hikâyeyi oraya taşımaktı aslında, bir vaka anlatmak değil. Filmde, yaşanmış zamanla film zamanının bu kadar örtüşmesinin nedeni, seyirciye bu deneyimi kızla birlikte yaşatabilmek. O şuursuzluğu onunla birlikte yaşamak.” Evet, Ustaoğlu kişilerin iç dinamikleriyle ilgilenmiş ve onları göstermeyi dert edinmiş filmde. Deneyimi de yer yer yaşatıyor izleyiciye Zehra’yla birlikte. Benim tartışmak istediğim, yaptıkları, yapmayı tercih ettikleri değil; yapmadıkları. Bunun bir tercih olabileceğini elbette göz önünde bulunduruyorum. Ancak başka bir yerden bakmak, sormak, okumak gerektiğini de düşünüyorum.

(Filmi izlememişlere not: bundan sonra, filmle ilgili ayrıntılar var!)

Araf, sorgula(t)mayıp egemen bakışı yeniden üretiyor. Aynı röportajda, “bu çaresizlikten uzak tutmalıyız kızlarımızı. Toplumu eğitirken de bireye önem vermeliyiz.” ve “bir insanın önce kendisine saygı duyması, kendini anlatması, inisiyatif alabilmesi, bu değeri öncelikle kendine verebilmesi” önemlidir diyen yönetmen, birey olmak için mücadele etme kıpırtısı gösteren, gördüğü, izlediği, bildiği, içine doğduğu hayatların dışında başka bir hayatın mümkün olup olmadığını merak edenin, bunu keşfetmek isteyenin kanadını kırıyor, çabasını bir kasabanın toprağına gömüyor ve o kişiyi/kişileri -sadece kadınları da değil ayrıca, ama en çok onları- katmerli bir çaresizliğe hapsediyor. “Bu hayat bu insanlara başka bir perspektif yaratabilme imkânı tanımıyor.” diyor ama sadece bu hayat değil, bu film de başka bir perspektifin olup olmadığını, bunun mümkün olup olmadığını göstermiyor. Onları cezalandırarak, öteleyerek yok sayıyor. Onlar hep sorunlu, hep eksik, hep arızalı, hep uyumsuz, karanlık ve trajik sona yazgılı. Yönetmen, böylece toplumda yerleşik perspektifin devamlılığını sağlıyor.

Toplumsal yapının değişmezlerinin devamlılığında en güçlü araçlar olan aileye, kurumlara -özellikle okullara-, medyaya sinema da eklenmiş oluyor. Edebiyat gibi hatta içinde bulunduğumuz çağda edebiyattan daha da güçlü araçlardan biri olan sinema, bir görev/misyon/zorunluluk olarak değil; bir direnme, bir yıkım, başkaldırı olarak; çözüm değil başka bir dil/yaşam/bakışın imkânlılığına dair bir işaret olarak bir altüst ediş -ki bugünün konjonktürü içerisinde çok da önemli olan- fırsatını ıskalamasa fena olmaz mı? Araf’ta bunlar ıskalanıyor!

Sinema, var olanı temsil etmeyi tercih edebilir. Bu alkışlarla da karşılanabilir. Fakat bir yıkım, bir altüst ediş/oluş söz konusu değilse; bugün olup biten her şeyi medyanın her çeşit aracından ve sosyal medyadan ayrıntılarıyla görebiliyorken sinemaya neden ihtiyaç duyalım? Hem biçim hem dil hem de anlattıkları açısından bir altüst oluşa/edişe ihtiyaç duymuyor muyuz sinemada, edebiyatta, günlük yaşamda?

Hele hele toplumsal cinsiyete, kimliklere, bedene, cinselliğe, geleneklere dair söz alacaksa sinema, ondan bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuzun dışında bir dille, biçimle ve anlamla bizi sorudan soruya, yıkımdan yıkıma taşımasını, atmasını, tersyüz/altüst etmesini beklemek insafsız, anlamaz bir yaklaşım mı; modernizmin “işlev” hastalığının şiddetle nüksetmesi mi? Baktığım, durduğum, eleştirdiğim yerin buralar olmadığını düşünerek/bilerek devam ediyorum.

Sevişmesiz sevişme sahnesi -seks, erkeğin penisinin kadının vajinasına girmesidir ve kadının canının yanması-, ikinci sevişme sonrası Zehra’nın hamile kalması, bebeğin ve çözümsüzlüğünün içinde büyümesi, Zehra’nın çözümsüzlükte boğulması; Derya gittikten sonra onun yanına gitmenin yollarını aramaması, böyle bir ihtimal ve imkânın olduğunun dahi gösterilmemesi (olsun, gösterilsin ve kadın onu tercih etmesin.), kasabada kalması; ailesi tarafından hastaneye götürülmesi, tuvalette bebeği düşürmek için uğraşması, düşürmesi (Bunu anneliğin reddi ve kendi potansiyelini gerçekleştirme arzusu olarak okumayı ne çok isterdim; fakat mümkün olmuyor! Çok açık ki çocuğun babasının yanında olmaması, onunla konuşma, kaçma, “evlenme” ihtimalinin olmaması ve sonraki sürecin belirsizliği sebebiyle bunu tercih ediyor. Aksi durumda bile bir mahkumiyet söz konusu ayrıca!), pencereden atması ve sonrasındaki donma/kaybolma/unutma hali; âşık olup beklediği, yalnız ve gizemli adamın gelmemesi; âşık olmadığı ama ona deli gibi âşık ve uğruna hapse düşen Olgun’la evlenmesi (Annelik, onun seçim haklarını yok etmiş, bu evliliğe mahkum etmiştir! Anneliği ve evliliği reddetme hakkı tanınmamıştır ona.). Bunlar peş peşe eklendiğinde her biri Zehra için inşa edilen hapishanenin parmaklıklarıdır. Bu, sadece Zehra için değil, bütün kadınlar için inşa edilen bir hapishanedir. Zehra bunun dışına çıkmak istemiş fakat çıkamamış “çoğunluk”tan biridir sadece. Zehra ve Derya, hatta filmdeki diğer kadınlar. Ben fani izleyiciye de yönetmene ve senaryoya “pes!” demek kalıyor!

Seks acı verir, seksin sonu üremektir, evlilik dışı seks başa beladır, bilmediğin/tanımadığın adamla sevişme, seni seven biri varsa sevmesen de onunla evlen, arzular, tutkular kadının başına beladır, bunlar erkeklere “helal”, kadınlara “haram”dır! Annen gibi, kocanın donlarını ütüleyen ya da kocanın sarhoş geldiği akşamlarda banyonun her köşesine yayılan sidiklerini temizleyen kadın olmak istemiyorum demek lükstür. Gözünü buralara dikme! Dikersen, cezasını çekersin.

Toplum annelerinin (kadın ya da erkek, fark etmez), hayat memurlarının genç kızlara karanlık nasihatleridir bunların her biri.

Her biri yaralı bu kadınlar için, yaraların tedavisi mümkün görünmüyor. Bir yara, açılacak başka yarayla yer değiştiriyor. Yaralar bir karabasan olup çöküyor. Zehra, bir arafta ise, toplumun yazgısı onu araftan çekip kendi tarafına dahil ediyor.

Yönetmenin istediği bizim bunları “hissetmemiz”. Evet, hissediyoruz. İçimiz sıkışıyor. Bunalıyoruz. Ama daha önce de belirttiğim, taciz, tecavüz, öldürme haberlerinin sökün ettiği bir toplumda bunları hep aynı sıkışmayla okuyor, dinliyor, duyuyor, yaşıyoruz. Gerçekliğin yarattığı bu ağırlık halini sinemada ya da edebiyatta aynen görmek, sinema ya da edebiyatı kolaycılık çukuruna düşürüp benzerlerin resmi geçit alanına dönüştürüyor. Hele “genel ahlâk kuralı” safsatasına bulanmış muhafazakârlık dozu yüksek ve kadınların kelle koltukta direndiği, direnmeye; bu direnci genişletmeye, yaymaya çalıştığı böylesi bir toplumda.

İlla “gerçeklikse” derdimiz, bu toplumda anneannelerimizden, annelerimizden devraldığımız bir kadın mücadelesi de var. Örgütlü ya da örgütsüz, başka bir kadın/beden/cinsellik mümkündür diyen; eril bakışın şekillendirmelerini reddeden kadınlar da var. Türkiye toplumunda çözümsüzlük hep böyle deyip bunu göstermek; bu karanlığı ve yargıyı tekrarlamak, kadının mahkumiyetinin, toplumun kadın üzerindeki arzularının yeniden üretilmesine; bunun sorgulanmamasına yol açıyor. “Türkiye’de namusa ilişkin genel algıyı oluşturan toplumsal kurallar ve normlar kadın bedenini kadının kendine ait bir bedenden öte, erkeğin, ailenin ya da toplumun mülkiyetiymiş gibi kodluyor. Sonuç olarak kadının cinselliğinin kamusal görünürlüğü toplumun genel düzenine dair bir tehdit oluşturuyor. Bu durum kadınları, namus, edep ve bekâret üzerinden kategorilere ayrılabiliyor. Kadınlar bedenlerini egemen olan namus kodları çerçevesinde düzenledikleri ve kontrol ettikleri sürece, kadınların cinsellikleri aileyi kurucu bir unsur olarak kabulleniliyor; tüm toplumca övgüye layık görülebiliyor. Dolayısıyla kadın cinselliğinin mahremiyetini bireye ait değerlerden dışlayarak doğum ve toplumun devamıyla ilişkilendiren erkek egemen bir görüş birliğinden söz etmek mümkünken” kadın hikâyeleri, insana ve hayata dair her şey eril dile ve toplumun çizdiği kadere mahkum ve kurban eden bir bakışla değil; altüst eden, sorgulatan, eleştiren bir bakışla anlatıldığında bugün, daha izlenesi, daha dirimden yana, daha sahicidir. Yoksa Zehra’ların ve Derya’ların yabancısı değiliz hiçbirimiz!

 

Share Button