Bekaretin “El Değmemiş” Tarihi

BEKARETyeni.indd

Aksu Bora

Bekaretin “El Değmemiş” Tarihi
Hanne Blank
Çeviri: Emek Ergün
İletişim Yayınları

Emek Ergün’le Söyleşi

Bekaretin El Değmemiş Tarihi bize ne anlatıyor? Uğruna can verdiğimiz bu “şey”in nasıl bir tarihi varmış?

Öncelikle şunu belirtmek lazım, Bekaretin El Değmemiş Tarihi adlı kitap özellikle bekaretin Batı’ya, yani Avrupa ve Amerika’ya özgü tarihi üzerine yoğunlaşıyor. Benim kitaba, Türkiye’de bekaret ideolojisinin izleri, etkileri ve tarihi üzerine bir giriş yazısı yazmamın bir nedeni de budur, kitabı yayımlandığı kültürün tarihsel bağlamına yerleştirmek. Bekaretin El Değmemiş Tarihi iki temel bölümden oluşuyor. Birinci bölümde bekaret kavramının bilimselleştirilmesinin ve tıbbileştirilmesinin tarihsel süreci anlatılırken, ikinci bölümde kavramın toplumsal ve kültürel anlamda geçirdiği tarihsel değişimler ele alınıyor. Bence kitabın bekaret konusunda verdiği en önemli mesaj, bekaretin tarihsel ve toplumsal bir yaratım olduğu. Özellikle Türkiye’de, bekaret o kadar fiziksel, somut ve değişmez bir gerçeklik olarak algılanıyor ve yaşanıyor ki kitabın bu tarihsel kurgulama sürecini su yüzüne çıkararak bu sorgulanmayan fiziksel gerçekliği bir anlamda yerle bir etmesi ve bekaretin kadın bedeni ve cinselliğini denetim altında tutmak için yaratılan ve kullanılan ataerkil bir kontrol mekanizması olduğunu göstermesi çok önemli bir nokta. Kısacası Bekaretin El Değmemiş Tarihi, uğruna can verdiğimiz bu “şey”in ne kadar kurmaca, tarihininse ne kadar tutarsız ve değişken olduğunu gösteriyor.

Ne yani, simdi “bekaretin birazı olmaz, ya bakiresindir ya değilsindir” lafını çöpe mi atmamız gerekecek?! Hakikaten, kitapta epey ikna edici bir biçimde, bekaretin sanıldığı kadar basit, fiziksel ve ölçülebilir bir şey olmadığı anlatılıyor … Aynı zamanda, bakirelerle ilgili de epey hikaye var. “Bakire”lere ilişkin bu hikayelerden bir-iki örnek verir misin?

Bekaretin anlamı, kapsamı ve önemi, çağdan çağa, kültürden kültüre, hatta kişiden kişiye değişiklik gösterir. Ama bekaretin temelde iki değişkenli bir kavram olarak yaratıldığı konusunda haklısın. Modernizmin yansıması olan bu egemen ikili anlayışa göre ya bakiresindir, ya değilsindir. Ancak son yıllarda bu ikili bekaret anlayışının sorgulanmaya ve sorunsallaştırılmaya başladığını da söylemek lazım. Bekaretin El Değmemiş Tarihi’nin sonsözünde de bu şekilde bekaretin gelişimsel bir evre olarak görülmeye başladığından söz ediliyor. Bu durumda örneğin, bekaret gibi erkekegemen cinsiyet ve cinsellik ideolojilerini içselleştirmiş heteroseksüel bir kadın için bekaretin birazı olmayabilir. Bir erkekle cinsel birleşme yaşadıysan olay bitmiştir. Oysa, bu ideolojilerin sorgulandığı ve hatta yeniden bozulup kurgulandığı bir ortamda (özellikle heteroseksüellik dışındaki cinsel kimliklerin getirdiği bir sorgulama) bekaret ikili bir durumdan çok, bir süreç olarak düşünebilir. Örneğin, benim 2007 yılında Amerikalı bir grup lezbiyen ve biseksüel kadınla yaptığım araştırmaya (heteroseksüel olmayan kadınların bekaret gibi heteroseksüelliğe dayalı cinsellik normlarını nasıl gördüğü ve tanımladığını araştırıyordum) katılan biseksüel kadınlardan biri, röportaj sırasında, bekaretinizi ne zaman, nerede, nasıl ve kiminle kaybettiniz, sorusuna bir türlü cevap veremedi. İlk başta herhalde hatırlamıyor, diye düşündüm ama sonradan fark ettim ki soruya kesin olarak cevap verememesinin nedeni o “kaybetme” anını hatırlamaması değil, böyle bir anı hiç yaşamamış olmasıydı. Bu kadın cinsel gelişimini bir süreç olarak yaşıyordu ve kendi sözleriyle bunu şöyle açıklıyordu: “bence bekaret aslında devam eden bir süreç, bir çizgi olarak düşünülmeli. Ben bariz bir şekilde şu anda bu çizginin ‘bakire-değil’ yarısındayım ama 12 yaşlarındayken tabii ki çizginin ‘bakire’ yarısındaydım. Aradaki dokuz yıldaysa bu ikisinin arasında bir yerlerdeydim.” Bundan söz etmek istedim çünkü bu örnek, bekaret denilen ataerkil ideolojinin değiştirilebileceğini gösteriyor ve bu değişim bazı toplum ve topluluklarda başladı bile.

Türkiye’ye gelince, bizim toplumumuzda bekaret inanılmaz ölçüde tıbbileştirilmiş bir kavram. Himen (ataerkil söylemde “kızlık zarı”) denilen incecik, varla yok arası, işlevsiz ve değişken zar, kadınların cinsel geçmişlerinin bilimsel kanıtı olarak kullanılıyor ve pazarlanıyor. Oysa bu zarın ne kadar güvenilmez olduğunu (dolayısıyla da bekaret muayenesi denilen uygulamanın saçmalığını) kitap gayet güzel bir şekilde gösteriyor. Kitapta senin de dediğin gibi bakirelerle ilgili bir sürü de hikaye anlatılıyor. Hristiyanlıkta Bakire Meryem karakterinin zaman içerisinde nasıl yaratıldığından tut, bekaretin pornografiye nasıl yansıtıldığına kadar birçok konuda farklı örnekler veriliyor. Bunlar içinde bekaretin Jitanlar, yani İspanyol Romanları arasında nasıl ölçüldüğünü de anlatan altıncı bölüm bence çok ilginç örneklerle dolu. Örneğin, Jitanların düğün sırasında yaptığı kadınlar-arası bekaret bozma töreninde akıtılan ve honra denilen sıvının bekareti kanıtladığına inanılması, bekaret kavramının tanımının ve ölçütlerinin kültürden kültüre değiştiğini gösteren ilginç bir örnek. Ya da dokuzuncu bölümde anlatılan, kaybettiği gençliğini ve güzelliğini geri kazanmak için bakire kanıyla yıkanmayı saplantı haline getiren Macar Kontes Erzsébet Báthory’nin zalimlikleri insanın kanını donduran cinsten bir hikaye.

Aslında işin bu yanı da cok ilginç, değil mi? Yani kadınların “iffetlerini” koruma konusundaki onca takıntısının yanısıra, “eldeğmemiş” kadınlara özel güçler atfetmek, çok eskiden beri devam ediyor… Hemen bütün mitolojilerde, (tabii ki erkek) kahramanımızın belirli engelleri aşmasında, bakire bir kadının yardımı olur – Bakire Meryem de bu mitolojilerin bir halkası gibi görünüyor…

Evet, bekaret sadece erkeklerin koyduğu, kadınların da uymak zorunda olduğu bir kuraldan ibaret değil. Aynı zamanda mitoloji yoluyla kavrama özel güçler yükleniyor ve kavram çekici, sahip olunmak istenilen, değerli bir niteliğe dönüşüyor. Örneğin, kitapta anlatılan hayalî yaratık tek boynuzlu at mitolojisi geldi şimdi aklıma. İnanışa göre, saldırgan ve tehlikeli oldukları için yakalanmaları neredeyse olanaksız olan tek boynuzlu atları sakinleştirmenin tek yolu bakire gücü. Bu da mitelojide avcıların bakireleri yem olarak kullanmasına neden oluyor. Ama bekaretin inanılmaz bir güç kaynağı olabileceğini gösteren en iyi örnek sanırım yine de Bakire Meryem.

Mitsel güçlerin yanında, bekaretin belirli bağlamlarda kadınların gerçek güçlerini de temsil ettiğini söyleyebilir miyiz? Vesta bakirelerindeki gibi?

Sadece mitsel değil tabii, tarih boyunca bekarete çok önemli dinsel güçler de yüklenmiş ama bunun kadınların “gerçek” güçlerini temsil ettiğini düşünmüyorum. Sonuçta bekaret kadına bir takım güçler sağlarken bile aslında bir kontrol mekanizması olarak işlemeye devam ediyor. Örneğin, Vesta bakireleri, yani Roma’nın ünlü kutsal bakirelerine Hristiyanlık öncesi ve sonrası verilen inanılmaz güç bunun en açık örneklerinden biri. Bu bakirelerin erkek eli değmemiş, yani bir anlamda kirletilmemiş bedenleri, sıradan insanlarla Tanrı arasındaki bağlantı yolu olarak düşünülüyordu. Yani sanki ataerkil erkek kirleten dokunuşunun farkındaymış ve buna karşı önlem almak istiyormuş gibi… Ama bir tarafta böylesine büyük bir sorumluluk ve güç taşırken diğer tarafta bu bakirelerden biri baştan çıkar ve bekaretini kaybederse, diri diri bir yeraltı hücresine kapatılıyor ve burada ölüme terkediliyordu. Yani bekarete yüklenen güç kadının “gerçek” gücü olmaktan çok, bence denetleyici, baskıcı ve sömürücü ataerkil bekaret kavramının “güç” kılıfına sokulmuş bir başka uzantısı. Hani bu şey gibi, topu topu 20 Vesta bakiresinin – ki bunların burjuva sınıftan seçildiğini de hatırlamak lazım – bedenini kutsal sayıp bunların ağzına bir parmak bal çal, ama geri kalan binlerce kadının bakire bedenleri Tanrı’ya açılan yol sayılmasın.

Kitabın bir yerinde Hanne Blank şehit bakirelerle ilgili hikayeler anlatıyor ve diyor ki “şehit bakireler ruhani süper kahramanlar olarak insanlar için olağanüstü çekici örnekler oluşturmuştur. Özellikle 10. ve 11. yüzyıllardan önce, popülerlik bakımından Bakire Meryem’le rekabet etmişlerdir. Türbeleri, kalıntıları ve hikâyeleri sadece Ortaçağ inancının değil, eğitim ve popüler kültürün de önemli bir parçasını oluşturmuştur ” (s. 245). … Sonra, bu yıkıcı, geveze ve tehlikeli asilerin zamanla dizginlenerek alçakgönüllü kuzulara çevrildiğini de ekliyor tabii! Cinselliği reddederek güçlenme hikayesinde yine de ilginç bir taraf var gibi geliyor bana – sanki erkek iktidarının denetiminden kaçma ihtimali olan bir yer yaratma çabası gibi… Ben bu kitabı okurken, aklımda bir başka kitap, “Kadın Oradaydı” vardı. Bu bahsettiğim de bir grup dindar kadının İslam tarihinin bazı kadınları hakkındakı hikayelerinden oluşuyordu. Feministler tarafından pek kadri bilinememiş bir kitap olarak kaldı ama orada da tarihe bir başka perspektiften bakıldığında, kadınların varlık mücadelelerini görmenin mümkün olduğu anlatılıyordu.

Keşke Hanne Blank’in Avrupa icin yaptığını başka coğrafyalar için de yapabilsek! Senin kitaba yazdığın uzun giriş de biraz böyle bir çabaydı değil mi?

Evet, giriş aynen öyle bir çabaydı. Sonuçta Türkiye’de bekaretin ne kadar devingen ve yüklü bir tarihi olduğunu az çok hepimiz biliyoruz. Özellikle bekaret muayenesi konusu nedeniyle 1980’lerden bu yana konu sık sık gündeme geldi. Çok değil, daha bir ay önce (Kasım 2008’in sonunda) Cumhuriyet gazetesinin haberiyle bir bekaret muayenesi rezaleti daha patlak verdi. Özel bir yurdun müdürü, yurtta kalan kız öğrenci ve öğrencinin babası üçgeninde gelişen olay bir çok gazeteye ve internet sitesine haber oldu (ve sonunda da öğrencinin uydurması olarak örtbas edildi). Bir öğrenci bekaretini kaybettiği gerekçesiyle yurttan atılıyor, “namus cinayetleri” denilen kadın katliamlarının sıkça yaşandığı bir ülkede yurdun kadın müdürü ya öldürürlerse diye düşünmeden haberi kızın babasına yetiştiriyor, baba kızı bekaret muayenesine götürüp elinde “kızdır” diyen doktor raporuyla büyük bir gururla yurt yönetiminin yanlışlığını kanıtlıyor. (Ondan sonra da bu ülkede vajinusmus vakalarının sayısı neden bu kadar yüksek diye düşünülüyor. Neden acaba?) Bu konuda yazılan çizilen onca haber okudum, hiçbirinde kızını bekaret muayenesine götüren babanın aslında suç işlediğinden ya da daha da önemlisi cinsel geçmişin kesin olarak bilinemeyeceğinden bahsedilmiyordu. Yeni Türk Ceza Kanununun 287. maddesi, kişiyi yargıç ya da savcı izni olmadan genital muayeneye götürene ya da muyaneyi gerçekleştirene üç aydan bir yıla kadar hapis cezası öngörmektedir. Bu olayda babaya dava açılmasını bırakın, kimse çıkıp da bu adamın kızına bunu yapmaya hakkı yok, bile demedi. Bekaret bu ülkede o kadar ciddi bir namus ölçütü ki kimsenin aklına kızını böyle bir muayeneye götürdüğü için babayı suçlamak ya da kızın nasıl bir psikoloji sarsıntı geçirdiğini düşünmek gelmiyor sanki. Oysa bu sarsıntının korkunçluğunu anlamak için Duygu Uzel’in (Çitlembik, 2006) gerçek yaşam hikayesini anlattığı Mor Menekşeler isimli kitabını okumak yeterli. Kitabın arka kapağında dendiği gibi, “Sen sevmek sevilmek için çırpınırken toplum baskısının pençeleri sıkıyor boğazını. Baban, amcan, dayın ya da ağabeyin; toplumun ‘namus bekçisi’ kıldığı birileri çıkıyor ve kadınlık onurunu ayaklar altına alan bekaret kontrolüne sürükleniyorsun. Sürüklenen bedenin değil yalnızca; umutların, hayallerin ve körpecik yüreğinle tüm ruhun da sürükleniyor, ayaklar altına alınıyor.”

Kitaba geri dönersek, daha da ilginç olan ne biliyor musun, Hanne’nın kitabı Avrupa ve Amerika tarihine yoğunlaşıyor ama aslında Hanne’nın bekaretin tarihi konusunda araştırıp öğrendiği çok daha fazla şey var. Biraz yer darlığından, biraz da yayınevinin “uzun kitap satmaz” anlayışından dolayı Hanne’nın kitabı yayına hazırlanma aşamasında ciddi oranda kesintiye uğradı. Oysa Hanne kitapta Türkiye’yle ilgili çok ilginç birkaç konudan bahsediyordu. Örneğin ben, Konya Üniversitesi Tıp Fakültesinde geliştirilen “bekaret bozmayan” kapalı himen tedavisini Hanne’dan öğrendim. Sonra da yöntemi bulan doktorla röportaj yaptım. Kitaba yazdığım girişte bundan az da olsa söz ediyorum.

Bu meseleyi düşünmeye ve biraz biraz ilerlemeye çalışınca, ne kadar dallı budaklı olduğunu daha iyi anlıyorsun – işin hak ihlali boyutu var dediğin gibi, “namus”un toplumsal düzenin kurucu kodu olmasıyla ilgili boyutlari var… İyi ki o girişi yazmışsın, bu memlekette feminist hareketin gündem maddelerinden birinin bekaret ve bekaret muayeneleri olduğunu kayıt düşmüssün böylece. 1980’lerin sonunda ve daha çok da 90’ların başında yürüttüğümüz kampanyayı hatırladım – o zamana kadar görmediğimiz ölçüde hakaretlere ve tehditlere maruz kalmıştık, o zaman bir kez daha fark etmiştik ki işin bam teli işte burası. Yani kadınların bedenleri üzerinde kurulan denetim ve iktidar. Tabii bu meselenin “töre cinayeti” başlığı altında rafa kaldırılması saçmalığını da hatırlatıyorsun… Bekaret tabusunun nasıl farklı biçimler alabildiğini hem kitap boyunca okuyoruz, hem de girişte…

Girişte dikkatimi çeken bir ifade de, “feminist çeviri” oldu. Bir çevirinin “feminist” olması ne anlama geliyor?

Bazı arkadaşlarımın verdiği tepkinin dile getirdiği gibi, çevirinin de mi feministi oluyormuş? Feminist çevirinin ne anlama geldiğini açıklamadan önce, belki de bu konuya neden ilgi duyduğumu açıklamam iyi olur. Ben lisans eğitimimi Boğaziçi Üniversitesi Mütercim-Tercümanlık bölümünde yaptım. Sonra yüksek lisans için Amerika’ya gittim ve Kadın Araştırmalarında master yaptım. Master biterken fark ettim ki doktorada hem çeviri hem kadın meselesini bir araya getirebileceğim ortak bir konu üzerinde çalışmak istiyorum. Kafamda bu fikirle kitaplar karıştırmaya başladım ve Kanada’nın Fransızca konuşulan bir bölgesi olan Quebec’de 1970’lerin sonlarında feminist çeviri diye bir uygulama ve kuram çıktığını öğrendim. Radikal yaklaşımları olan ve “sadakat” gibi konularda büyük tartışmalara yol açan bir çeviri uygulaması ve kuramı bu. Feminist çeviri bugün Kanada, Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde biliniyor ve uygulanıyor ama Türkiye’de bildiğim kadarıyla bu konuya yoğunlaşan bir çevirmen ya da akademisten yok. Bekaretin El Değmemiş Tarihi’ne yazdığım girişte açık açık çevirimi feminist olarak tanımlamam da bir ilk sanırım. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir, Türkiye feminist çeviri uygulaması için çok da uygun bir ortam sunmuyor. Yayınevleri çevirmenin üzerinde ciddi denetim uyguluyor, çevirilerin başarısı çevirmenlerin görünmezliği üzerinden ölçülüyor vesaire. Ben bu açıdan kendimi şanslı hissediyorum çünkü çevirdiğim kitap bir feminist tarafından yazılmıştı, senin gibi desteğini esirgemeyen, feminist bir editörle çalışıyordum ve yayınevinin de desteğini alıyordum (örneğin, kitaba giriş yazısı yazmam fikri ilk yayınevinden geldi, benden değil). Ama diyelim son derece cinsiyetçi bir kitap çeviriyor olsaydım ve feminist inançlarım doğrultusunda çeviriye ciddi müdahalelerde bulunmak isteseydim, sanırım o zaman ciddi sorunlar yaşanırdı. Oysa Kanada’da yaşanmayabilir. Kanadalı feminist çevirmenler, orada gelişen deneysel feminist yazına bağlı olarak çok radikal ve tartışmalı uygulamalara imza atıyorlar. Bir defa bölgenin politik ortamı (Fransızların İngilizce konuşan halkın egemenliğine karşı özgürlük mücadelesi verdiği ve dilin inanılmaz derecede önemli politik bir araca dönüştüğü bir ortam – bir anlamda Türkiye bağlamında Kürtçe’ye benzetilebilir) feminist çevirinin gelişmesine çok müsait. En basiti, radikal kadın hareketinin içinden doğan feminist yayınevlerinin varlığı bile ortamı uygun yapmaya yeter de artar bile.

Peki nedir feminist çeviri?

Feminist çeviri, çevirmenin görünmezliğini reddeden ve çeviriyi kültürel ve politik bir uygulama olarak gören bir çeviri anlayışı olarak tanımlanabilir. Çevirmenin toplumsal ve kültürel konumunun, politik bağlarının ve inançlarının ürettiği çevirilere yansıdığını hasır altı etmek yerine, açıkça kabul eden bir anlayış. Çevirmenin, çeviri süreci boyunca verdiği kararların, yaptığı seçimlerin birçoğunun inandığı feminist anlayışın izlerini taşıdığı bir çeviri uygulaması bu. Dili sadece hayatı yansıtan bir araç olarak değil, aynı zamanda hayatı kurgulayan ve etkileyen güçlendirici bir araç olarak gören bir uygulama. Bir başka deyişle, dil hem cinsiyetçi öğeler ve kullanımlar içeren hem de bunlara direnç gösterebilecek bir düzlem oluşturuyor. Peki çevirmenin feminist kimliği ve feminist harekete duyduğu bağlılık çevirisine nasıl yansır? Bunun Bekaretin El Değmemiş Tarihi’ndeki en açık örneği sanırım, “hymen” sözcüğünü “kızlık zarı” olarak değil de, “himen” olarak çevirmiş olmam. “Kızlık zarı” ifadesini kullanmayı reddetmemin nedeni, ataerkil zihniyetin bariz bir yansıması olan kadın/kız kategorileştirmesini çevirimde sürdürerek bu erkekegemen söylemi güçlendirmek istememem. Kadınlığa, yani yetişkinliğe ve olgunluğa giden yolun ille de bekaret kaybından, yani penisten geçtiğini ima eden falus-merkezli bu kadın/kız ayrımından kaçınmak için de genelde tıp metinlerinde ya da doktorlar tarafından kullanılan “himen” sözcüğünü tercih ettim. Dipnot vererek de bu kararımı ve arkasındaki nedenleri açıkladım. Böylece de hem çevirmen olarak “ben buradayım” dedim, hem de politik kimliğimi ve bunun çevirimi nasıl etkilediğini okurla paylaştım (dipnot, önsöz gibi yöntemler feminist çeviride bu nedenlerden dolayı sıkça kullanılıyor). Bunu yaparak belki de okurların metni yadırgaması gibi bir riski göze aldım ama şu ana kadar okurlardan aldığım son derece olumlu tepkilere bakarsak sanırım bu o kadar da ciddi bir risk değilmiş.

Bu bağlamda benim için çeviri dilden dile bir kitap, bir yazı, bir söz aktarmaktan çok öte. Çeviri, fikir, metin ve söylem bazında bir nevi politik bir eylem. Çevirinin en önemli aşamalarından biri de bana göre metin seçimi. Ben ömrüm boyunca çeviri yapmayı planlıyorum ama çeviri kariyerimin hiçbir aşamasında enerjimi ve zamanımı cinsiyetçi, ırkçı, homofobik eserlere harcamak istemem. Ortada kadınlara hizmet edecek onca değerli metin varken, neden böyle eserlerin ömrüne ömür katayım ki? Özellikle kadın hareketine katkıda bulunacağına ya da kadının görünürlüğünü artıracağına, toplumsal arenada olumlu diyalog ve değişimleri tetikleyeceğine ve kültürlerarası bağlamda feminist fikirlerin, söylemlerin ve kuramların seyahat etmesini sağlayacağına inandığım eserleri çevirmek benim için çok önemli. Bekaretin El Değmemiş Tarihi tam da bu nedenlerle seçildi. Ya da Bedenim ve Ben adlı feminist kadın sağlığı kitabının (bu kitabın Türkçe çeviri ve adaptasyon projesi Mavi Kalem tarafından yürütülüyor) çevirmenlerinden biri olmamın nedeni de bunlar.

 

Share Button