Doğum

Zeynep Direk

Sıcak su belime akıyor; duşun altında öne doğru eğilerek, dikkatle küvetin kenarlarına tutunduğumda, dört ayaklı bir hayvan gibi, ağırlık merkezini omurgamdan kaydırmış olmanın hafifliğiyle nefes alıp vermeye başlıyorum; su yüzümde çapraz birleşip burnumun oluğundan yere dökülüyor. Şimdi bildiğim şeyin statüsünden hiç emin değilim; söylemeye çalıştığım şey kabul edilir standartlarda bir bilgi değil. Yaşadığım deneyim, benim tarafımdan ilk kez yaşanıyor ama kaynağı, bedenimin zamanda ve mekânda başlangıcı olan başka bir dişi vücutta bulunan bir tekrardan ibaret. Bana hiç anlatmadığı halde— benden önceki başlangıcımı bana nasıl anlatabilirdi ki?— iletmiş olduğu milyonlarca yıllık bir hafızaya dayanarak biliyorum ve korkmuyorum, tüm sıkıntıya rağmen… Senin vücudun da benimkine olan borcunun izini taşımayacak hiçbir zaman, benimkinin onunkine olan borcunun izini taşımadığı gibi. Ama o, benim, ben de senin izinle geri döndürülemez bir biçimde değiştik. Dünyaya hükmedenleri tamamen dışsal hale getiren, hiçbir politik bilgiçliğin denetleyemediği bu doğal süreç bizim olarak kalacak, tüm pazarlığa rağmen, doğurma yeteneği elimizden alınana kadar.

Vücudunda hareket halinde bir canlı taşıyan, insan türünden de eski olan arkaik dişi… Kendisine tuhaf bedensel bilgiler aktaran gizli tarihin bile ne öznesi ne de nesnesi: O, tüm tarihlerin dışkıladığı abjekt. Julia Kristeva dişinin kültürle ve tarihle olan ilişkisini bu kavramla belirliyor. Abjekt’in ‘ne’ olduğunu anlatmaya çalışmak baştan kendini çelişkinin içinde bulmak demek olsa bile, elimden geleni yapmaya çalışacağım. Geçenlerde cinsiyeti erkek olan bir arkadaşım küçük kızına şişkin karnımı göstererek ‘şaka yollu’ şöyle demişti: “Ay, insan içinde insan… Ne iğrenç!” Kızmadım. Zaten, konuyu bireylerden soyutlayıp anlamaya çalışınca kızacak ya da üstüne alınacak pek az şey kalıyor geriye. ‘İğrenç’, abjekt’in günlük dildeki anlamıdır. Kan, irin, ter, çöp, kadavra… Bunlar abjekt’i anlatmaya çalışan analitik bir sunumun örnekleridirler. Psikanalizin ayrıcalıklı örneği ise ‘bok’tur. Vücut sürekli kayıplar yaşayarak özerk hale gelir. Bedenimin ‘benim’ hale gelmesi için, onu, gövdemi ve özellikle bağırsaklarımı boydan boya kat eden kokuşmadan, ekşimeden, karışımlardan, değişimlerden ayrıymış gibi düşünmem gerekir. Dışarı attığım balgam, bağırsaklarımdan çıkan dışkı, gözeneklerimden sızan ter sayesinde, bedenim gözümde saflaşarak ‘kendi’ bedenim haline gelir, ya da ‘benim’ olur. Psikanalize göre, insan bedensel ayrılıkla ilkin anal atıklarla ilişkisinde yüzleşir ve başa çıkar. Çocuk tuvaletten kalktığında kendisinden atılmış olan karşısında büyülenir; dışkısı çocuğun verdiği ilk ‘eser’ olduğu için değil, çocuk ‘karşısına fırlatılmış olanla’ (ob-jekt), yani nesnenin somut anlamı ile karşılaşmıştır ve böylece ilk özneleşme süreci de başlamış sayılabilir. Hâlbuki bok hiçbir zaman bir nesne olamaz aslında, iğrençlikle “nesne”lik arasında gidip gelir. O, nesneler dünyasının kıyısında, sınırlarındadır. (Kan, irin, ter, çöp, kadavra gibi…) Kristeva’ya göre, her gün dışarı attığımız bu ‘iğrenç’ sayesinde daha arkaik bir ayrılmayı – anne ile çocuk arasındaki ayrılmayı- tekrar eder ve böylece bu ilk ayrılığı kabullenmeye çalışırız (1). İçsellik boyutu da bu ayrılığı kabullenme süreci içinde başlar. Benliğe doğru yolculuk, vücudun kendi kendisine gönderme yapan egoizmi, ateizmi ile özerkleştiğinde başlar.
Bok, bir nesne değildir, bir abjeckt’tir ama nesnenin nesne, öznenin özne olarak sahneye çıktığı bu steril dünya, bu ve benzeri abjeckt’ler sayesinde içinde güvenle yaşadığımız sıradan dünya haline gelir. Bazen dehşetle şunu hatırlarız: Nasıl şehrin altı kanalizasyon sistemiyle kaplıysa vücudun alt kısmı da bağırsaklarla doludur. Ve bu dünya, dehşetin denetlenebileceği yanılsaması üstünde durur. Temiz kalmak için dışkılamaya devam eder; tecavüze uğramış, hastalanmış, sakatlanmış, şiddete maruz kalmış olan bedenleri de abjekt hale getirir. Özne-nesne karşıtlığı etrafında dönen düşünce, karşıtlar mantığı ile işleyen ‘rasyonel’ söylem, üçüncü kategori olan abjekt’e ya da dış-kılanan şeylere bir yer veremez. Abjekt’lerle ilişki, söylem dışı, ‘zor’ ilişkilerdir. Dünyayı ayakta tutan sembolik sistem, politik, sosyal, ekonomik ve metafizik söylemlerde ‘aşağısı ile yukarısı’ arasında ilişkiyi yukarısının lehine belirleyerek ve cazip kılarak abjekt’lerle başa çıkılması sürecinin en güçlü aracını ele verir.

Doğum, kültürel olarak “Çok güzel bir olaydır, tabii…” ama her ne kadar itiraf etmesi zor olsa bile ‘iğrenç’tir. Yeni doğmuş bebek de doğum yapan anne de abjekt’tir. Her ayrım, ondan ayrılışla delice bir pazarlığa bağlı olduğu sürece, ‘anne’ en dehşet verici olan, ilk ‘abjekt’tir. Bu ‘abjekt’ ontoloji öncesi ve ötesidir çünkü ‘şey’ bile onun vücudunu ‘abjeckt’ hale getiren bir fırlatmaya, doğuma bağlı olacaktır. Yalnızca anne değil, doğurma potansiyeline sahip olduğu adet kanamalarıyla işaretlenen dişi abjekttir. Dinin gözünde, adet kanamaları gören kadının ibadet bile edemeyecek kadar kirli sayılması, dişi vücudun verimliliği karşısında baba-erkil düzenlerin yaşadığı dehşetin bir ifadesidir yalnızca.

Peki ya şu masada oturma mücadelesi veren ben (bu benin üstünü çiziyorum), hamile, gramer kurallarının başa çıkamadığı çifte bir vücut, bugüne kadar yaşamış olduğum her şeyin evvelini mi görüyorum? “Ve o an Meryem’in bebeği içinde sıçradı” diyor Kutsal Kitap bir yerlerde. Doğum bu sıçramayla kıyaslandığında yaşamın başlangıcı değil, dünyaya gelişin başlangıcı olabilir ancak. Yaşam doğumu aylarca önceliyor. Her ne kadar düşünmesi imkânsız olsa ve insanı aklını kaçırmanın sınırlarına taşısa bile, başka bir vücudun deneyimiyiz ilkin. Ve bu deneyimi hızla paylaşmaya başlıyoruz. Varlığın sahibi belirsizken, vücudu içeriden başka bir vücudun sınırları olan dişi, bir metaforun hayatıdır belki, belki de içindeki hayat metaforunun hayatıdır. O, aylar süren bir çifte yaşamın içinden hayatı ve ölümü verir. Hayat ve ölümün birlikteliği gibi, dişi ve erkek ayrımı da hamile vücudun belirsizliğinde birlikte bulunur. Dişi ve erkek arasındaki ayrım gebe bedenin gücüne tamamen dışsal değildir; erkek cinsiyeti de önce kadın vücudunda üretilir. Cinsiyet farkını önceleyen cinsiyet farkı…
Anne ve bebek arasındaki ilişki tek bir vücutta gerçekleştiği süreç içinde bile özneler-arası bir ilişki değil, abjeckt’ler arası bir ilişkidir. İçerden dışarıya, dışarıdan içeriye. Ve sonunda akıp gidecek olan plasenta… Her türlü özdeşliğe tehdit, bakan, besleyen, kirlenen, temizlenen sıvı… Vücutlar arasındaki sınır probleminin ve iletişimin yeri. Birbirine bağlanmış iki beden arasında bir mors alfabesi… Suyun içinden konuşuyorum… Vücudumun sınırını artık bilmiyorum. Birden hacim kazanıyor, bazen de bir-iki kiloluk bir et parçası oluveriyorum. Dıştaki vücut olmama karşın içerden hapsedilmiş gibiyim. Büyüdükçe bir şeyler yer açıyor, zorlanarak. Ama sen, çoğunlukla deniz altında yüzen bir balık kadar minnet duygusundan uzak ve rahatsın sanki… Kalbim çok hızlı çarpıyor; çişimi tutamıyorum, çok yorgunum, beklemekten sıkıldım, yalnızım, artık kimseye ayak uyduramıyorum. Bunların hiçbirisi senin suçun değil. Beni zarflamış olan dış vücut neye benziyor? Beni fırlatacağı zaman yaklaştıkça müthiş bir dehşet kaplıyor içimi! Ve iç vücut daha önce kimsenin benden talep etmemiş olduğu şeyleri istiyor: “Beni nefessiz bırakma”, “Artık bağları olmayan ayakkabılar giy”, “Sinemaya gidip dolby-stereo film seyretme” vs. vs….

(1) Julia Kristeva, Pouvoirs de l’horreur, Essai sur l’abjection, Editions du Seuil, 1980, s.127.

Share Button