Genç feministler ne diyor?

Begüm Acar, Emek Ayşe Yıldız, Feride Eralp, Tuba Keleş

Bazen kendimi şöyle hissediyorum: Gözlerin bağlı, karanlık bir yerdesin ve el yordamıyla bir şeyler bulmaya çalışıyorsun. Ama eminim onlar da geçtiler benzer süreçlerden. Bu paylaşıma belki de bu nedenle bu kadar değer veriyoruz.

“Sorgulamalarımız hep devam edecek de…”

Begüm: ‘Genç feministler’ kavramını düşünürken bu ikili bir şey gibi geliyor. Çünkü aslında deneyimimizin az olması yaşımızla bir yandan alakalı; ama bir yandan da şöyle bir şey var: Bizim yaşlarımızda değil de daha sonraki yaşlarda feminist harekete dâhil olan ve kendine feminist diyen insanlar da var. O zaman tamamen yaşla alakalı bir şey değil bu.

Feride: Ben hayatımda hiç o kadar düşünmedim, ‘Genç feministim ben’ diye, çünkü doğduğumdan beri öyle böyle feminist hareketin içindeyim, içine doğduğum ev sebebiyle. Bu kadar ‘merkezde’ bir yerde yaşamışken, dertlerim de çok başka. Bu noktada aramızda çok ciddi farklar var; dolayısıyla da çok farklı şeyler söyleyebiliyoruz.

Emek: Biz, belli bir kuşağın temsilcileriyiz belki ama kendi içimizde de yaş farklılıkları var. Zaten ‘taşradan’ gelen birisi olarak -gerçi taşradan geldiğim de tartışılır ya, yaşadığımız yerin çok belirleyici olduğunu düşünüyorum. Çünkü görüyorsun ki her bölgede insanların giyimleri kuşamları değişiyor. O arada tabii ergenlik, çocukluktan kadınlığa doğru yol alış, insanların sana olan tavrı, toplumla olan ilişkilenmen zaten belirliyor çok fazla şeyi. Oradan ulaşıyorsun farklı farklı yerlere.

Tuba: Evet, hepsi farkı bağlamlar. Ve bunların hepsi de hayatımda hâlâ aktif olarak var, mesela yarın Konya’ya gideceğim. Herkes hakkında farklı bir algı da geliştirmek zorunda oluyorsun. Yöntem arıyorsun aslında. Ne bileyim, ailenle kuracağın dilin derdinde oluyorsun. Bazen çok fazla tartıştığın oluyor. Sonra düşünüyorsun, aslında böyle yapmamam gerekiyor diye… Başka türlü bir şey denemeye çalışıyorsun… Ve tüm bu denemelerin arasında hakikaten büyük farklar olduğu için bir yandan da travmatik bir süreç yaşıyorsun. Bir şekilde yapmak istediklerin, planların, projelerin var. Ve bu dengeleri de, ne bileyim, düzenlemek zorundasın.

Emek: Artık oralardan ayrıldığımız için, orada bıraktığımız insanlarla ilişkilenmelerimizde de mesafe giriyor herhalde araya. Ve daha da komiği, daha da kötü tarafı belki, insanlar senin nasıl bir kimlik ya da nasıl bir kişilik oluşturduğunu bilmiyor; çünkü bu, dışarıdan görülebilen bir şey değil; ancak uzun bir sohbetin sonunda anlaşılabilecek bir şey. Ve sen bambaşka şeylerin mücadelesini verdiğini düşünürken birden kalkıp seni istemeye gelebiliyorlar, senden habersiz bir biçimde. Hani araya mesafe girdiğini düşünüyorsun bir taraftan, bir taraftan da girmemiş; çünkü toplum hâlâ senden elini çekmiyor.

Tuba: Sonuçta İstanbul’a geldim, hakikaten çok fazla değiştim. Ve şehir bağlamında da çok farklı şeyler görüyorsunuz. Oraya gittiğim vakit bir anda, o bildiğin mekânda ve gene kendi bedenindesin. Bir anda aslında değişmemiş halinle yüzleşiyorsun ya da, ne bileyim, “Ne kadar değiştim acaba?” diye soruyorsun. Bunun sorgulaması zaten devam edecek…

Begüm: Evet, aslında bu sürekli devam eden bir sorgulama. Mesela ben de çok benzer duyguyu nerdeyse her gün yaşıyorum. İstanbul’da ailemle yaşıyorum. Ama Beyoğlu gibi görece özgür olarak nitelendirdiğimiz o ‘kurtarılmış’ bölgeden çıkıp eve gittiğimde, sözünü ettiğin o ikiliği yaşıyorum. Ya da İstanbul’un başka bir yerinde, ‘kurtarılmış’ alanlar dışındaki yerlerde de aynı şeyi yaşıyorsun; çünkü sadece ailen değil, toplum da bunu yaşatıyor sana. Çok yerde kendin gibi davranamıyorsun. Ama orada da dil kurmak meselesi çok önemli işte. Sen o oluşturduğun ve kendi aramızda kullandığımız dille konuşamazsın zaten orda. O şekilde bir iletişim kurmak belki biraz yanlış oluyor.

Emek: Bir de yukarıdan bir tavır oluyor galiba.

Tuba: Evet, bir yandan da bunlarla sürekli yüzleşmek zorundayız. Ne bileyim, her defasında sıkılmadan, başka türlü, başka türlü konuşmak, kendimizi ifade etmek zorundayız.

Feride: Hem o hem de ilginç şekilde yani, şu yaştayız ve kendimize feminist diyoruz, etrafımızda bir sürü insan var, bir sürü arkadaşımız var. Devamlı bunu savunmak, işte “Canavar değildir bunlar” demek… Bizden öncekiler kırk yıl önce hangi laflarla uğraşıyorlarsa biz de onlarla uğraşıyoruz…

Tuba: Yani toplumsal bir inşa sürecinin var olduğunu ve bu süreçten çıktığımızı kabul ediyorsak, karşı karşıya geldiğimiz şeyler bizi şaşırtmamalı aslında.

Emek: Bence kendimizi karşımızdakinin yerine koymaya çalışmak güzel bir çözüm olur. Çünkü bazen insanlar serzenişlerde bulunuyor; “Anlatıyorum, anlatıyorum, anlamıyor,” diye. Galiba burada bir durmak lazım, çünkü evet sen anlatıyorsun ve o bir şey anlamıyor. Bir kere bir hiyerarşi var burada, her şeyden önce.

“…kendi kendine bir düşünme sürecinden sonra gelişiyor aslında her şey.”

Emek: Ben zaten aileden, gelenekten gelme bir sol kültür içerisindeydim. Hani ezilenin mücadelesinin içerisinde bir parça yer aldığım için, yani nasıl diyeyim, bir sol yapı içerisindeki hiyerarşiyi fark etmemle oldu zaten benim feminist hareketle ilişkilenmem. Çünkü bu da baskı, bu da iktidar diye düşündüm.

Begüm: Ya aslında birden bire inen bir şey değil bu. Kendi kendine, mesela bir örgütlülük içinde bulunmasan da; sonuçta sen bir sol örgütlülük içindeydin, ama kendi kendine bir düşünme sürecinden sonra gelişiyor aslında her şey.

Emek: Bence feminizmle ilişkilenmenin temelinde kendi hayatlarımız içerisinde –senin ifaden bu, çok hoşuma gidiyor, bize dokunan küçük küçük şeyler oluyor. Bir şey söyleniyor size. Aslında toplumun bakış açısıyla baktığınızda çok da güzel bir cümle, ama bir taraftan da üzüyor sizi, huzursuz ediyor fakat niye rahatsız ettiğini bilmiyorsunuz. Bir şeyler kafanızı kurcalamaya başlıyor, soru işaretleri oluşuyor.

Feride: Benim için başka bir şey daha vardı. Türkiye’de azınlık olmak nasıl bir şeydir üzerinden de düşünüyordum. Kendi dilini konuşamamak, konuştuğun zaman sessiz konuşmak veya kimliğini saklamak zorunda hissetmek, bazı zamanlar sokakta olmaktan korkmak gibi. Çevremdeki insanlarda da hep bunları gördüm ve benim bütün bunlarla bir derdim oldu. Ondan sonra, buna karşı bir laf söylemek istiyorum, ama nasıl söyleyeyim? İşte o nasıl noktasında belki, “Ben feministim,” demeye başladım. Her zaman, yani güçlü olanla değil derdin illa ki. Gücün kendisiyle, güç odaklarının nasıl dağıldığıyla, güç ilişkileriyle, güçle; erkeklerle değil erkle ve o erkin nasıl işlediğiyle, biçimleriyle.

“Sesimizi söyleyebileceğimiz yeri bulma mücadelesi vermek zorunda değiliz…”

Feride: Feminist hareketin öyle bir noktasındayız ki, bazı kazanımlar elde edilmiş. Ve bazı bölgeler de, sadece feminist hareket tarafından değil; başka bir sürü muhalif hareket tarafından ‘kurtarılmış’. Eylem geleneği de öyle… Bazı yerler ya da mekânlar bu geleneğin bir parçası halini almış. Biz o sınırları kıramıyoruz; o mekânların da dışına çıkamıyoruz. Bir tıkanmışlık var.

Begüm: Neden peki? Bunu mesela sen demiştin sanırım, mor iğne ya da ‘sticker’ gibi yaratıcı eylemler yapamıyoruz… Bu eylemler, zamanında epey radikaldiler.

Emek: Çünkü ihtiyacımız yok, aslında biraz da öyle bir yanı var bunun…

Feride: Bir de biz o ‘kurtarılmış’ alanda yaşıyoruz. Bir var olma mücadelesi veriyoruz, evet. Okulda, iş hayatında, her an, her yerde. Ama o biçim bir var olma, yani sesimizi söyleyebileceğimiz yeri bulma mücadelesinin içine girmek zorunda değiliz. Zaten biz orada söyleyebiliyoruz.

Begüm: Ama bunu bir yandan da eleştiriyoruz; bir şekilde sıkıştırılmış hissettiğimizi söylüyoruz. Peki, o zaman eleştirmeye yeni mi başladık demek oluyor bu?

Tuba: Aslında epeydir varmış gibi geliyor… Evet, bu konuda çok deneyim yok, ama neticede eylem biçiminden sıkıldık ki konuşma hep buraya geliyor.

Feride: Bir de bizim ‘genç’ olmamızla şöyle bir ilgisi var bence: Geçen sene olsa, bir buçuk sene önce olsa ben, “Eylem biçimimizden sıkıldım, eylem yapmaktan sıkıldım,” diyemezdim. İçinde daha yeni bulunuyordum. Daha heyecanlıydım, “Aa, böyle şeyler oluyormuş,” falan diyordum. Hâlbuki o şeyler o kadar zamandır oluyormuş ki… Bunun kendini tekrar eden bir şey olduğunu gene genç olduğumuz ve yeni olduğumuz için bir süre sonra fark ettik biz de.

Emek: Şu anda yaşadığımız hayat, sınırlıyor belki de bizi. Yani mesela mezun olmuş da bir yere atanmış ya da meslek hayatına başlamış değiliz. Öyle olmuş olsaydı, mesela Fatih’te bir yerde çalışıyor olsaydık, bu yeni bir durum yaratabilirdi çünkü bulunduğumuz yeri dönüştürme ihtiyacı duymuş olurduk. Şu anda yaşadığımız yeri bire bir, o anlamda değiştirmeye ihtiyacımız yok oysa. Hani ‘80’lerdeki feministlerin duyduğu kadar ciddi bir duruşa belki o anlamda gerek duymuyoruz.

Tuba: Yaratıcılık diye düşününce de bir yerden sonra tıkanıyor mesele. Çünkü bir sonraki adımında da klişeye düşme korkusunu tutuyorsun içinde. Bunun da geçip gideceğini hissediyorsun. Üzerinde oturup tasarlanabilir bir şey de olabilir ama öte yandan biraz can havliyle, refleks halinde çıkan şeyler de aslında bir yandan yaratıcı oluyor ve onları daha çok sahipleniyorsun. Böylelikle başka insanlara da değebiliyorsun diye düşünüyorum.

Feride: Bir yandan da çok fazla eylem yapıyoruz. Yani devamlı eylem var ve bilmiyorum ne kadar anlamlı bütün bu eylemler… Ne oluyor? Kim dinliyor bizi? Belki de sadece gülüp geçiyor yanımızdan insanlar… Ana akım medyada zaten yok sayılıyoruz. Bana, düşünmeden eylem yapıyoruz gibi geliyor. Gündem çok hızlı, devamlı bir şey değişiyor, devamlı ona tepki vermek gerekiyor. Ama biz artık ezberde, böyle slogan dili dediğimiz şeye kaçan… Aynı biçimi yeniden, yeniden, yeniden kendi eylemlerinde de üretiyorsun yani. Askerî bir hal alıyor, nizami bir hal alıyor. Öyle gördük, öyle yapıyoruz.

Begüm: Ve onun içinde aslında en büyük ezberlerden biri de sokakta olmak, görünür olmak meselesi, vs. Ve o da biraz otomatik bir şeye dönüyor: “Sokakta olalım yeter!”

Emek: Gitmediğin zaman soruyorlar çünkü “Niye gelmedin bu eyleme?” diye. Ve sadece bunun oluşturduğu baskı sebebiyle eyleme giden bir sürü insan var. Kendi içimizde kendimizi sorgulamamıza da neden oluyor bu çünkü bir de sürdürmeye çalıştığımız bir hayat var, bazı temel şeyler var. Okul, iş…

Begüm: Baskı yaratabildiği gibi aslında, bir yandan soğutma gibi bir etki de yaratabiliyor bu durum.

Emek: Bu eylem biçimleriyle çok insana ulaşabiliyor olsaydık bence şikâyet ediyor olmayacaktık. Ulaşamadığımız için, her eylemde farklı pankartlarda aynı insanları gördüğümüz için durup eylemlilik biçimlerimizi sorguluyoruz.

“Gözlerin bağlı, karanlık bir yerdesin ve el yordamıyla bir şeyler bulmaya çalışıyorsun.”

Emek: Peki feminist kadınlar arasındaki ‘daha feminist’ olma tartışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu da bir iktidar mücadelesi değil mi? “Ben daha feministim,” ya da “Ben daha çok biliyorum” demek?

Feride: Feminist hareket içinde de hani evet, daha çok ‘bilen’ insanlar, daha çok deneyimi olan insanlar, daha çok sözü olan insanlar her zaman olacaktır yani.

Begüm: O kadar çok şey öğreniyoruz ki bir yandan onlardan. Hem hareketin tarihine dair…

Feride: Hem teoriye dair…

Begüm: Ama bir yandan da işte, bir baskı oluşturuyor bu durum.

Emek: Peki, eğer bir çeşit baskıdan söz ediyorsak sizce iki kuşak arasında mı daha ciddi bir baskı var yoksa aslında kendi içimizde mi sizce?

Feride: Daha yakın yaşlarda da, bilmiyorum, pek gelmiyor bana.

Emek: Gitmediğin zaman kendini açıklamak zorunda hissetmiyor musun Feride? Bazılarında hissediyorsun değil mi?

Begüm: Bakışlardan falan anlıyorsun, kelimeler olmasa da. Ama mesela bazısının “Neden gelmedin?” diye sormamasının da gene politik bir tavırdan kaynaklandığını düşünüyorum.

Feride: Ama bir de ben, ya hakikaten bazen belki bazı açılardan şans bazı açılardan değil, ama üst kuşaklarla aramda kopukluk falan da hissetmedim hiçbir zaman. Benim üzerimde belki biraz daha başka baskılar vardı, dikkat etmek zorunda olduğum başka şeyler vardı.

Begüm: Bu ‘hiyerarşi’ meselesi beni çok düşündürüyor gerçekten. Bence yok diyemeyiz. Ama ‘hiyerarşi’ deyince de sanki çok sert bir şey söylemiş gibi hissediyorum kendimi.

Emek: Ya, başka bir kelime bulamadığımız için. Galiba bunun da tek yolu iletişim.

Begüm: Evet. Belki de bunu konuşma yollarını aramıyoruz.

Emek: Hani az önce bahsettik ya, o kadar koşturarak yaşıyoruz ki asıl kurmamız gereken ilişkileri o yüzden kurmakta zorluk çekiyoruz diye. Hani alınıyorsun, onu akşam kendinde bile öteliyorsun ki, “Akşam eve gidince düşünürüm üzerine,” diyorsun, “Şimdi başka bir şey yapmam lazım” diyorsun. Sonra o insanı bir daha üç hafta sonra toplantıda görüyorsun. Bu kadar az görüşebildiğimiz insanlarla, aslında hem kendimizi bu kadar yakın hissedip hem de iletişim kuramıyor olmak belki sıkıntı.

Begüm: Yani ezberlerimiz var, feminist ezberlerimiz… Ama işte bazen gerçekte öyle olmadığını görüyorsun. Mesela feminizmi öğrenmeye çalıştığın kadınların aslında bunu uygulamadığını görebiliyorsun –ki bu bende moral bozukluğuna yol açıyor.

Emek: Biraz da işte kişisel olarak daha fazla iletişim kurabildiğimiz, daha fazla dokunabildiğimiz ya da biraz daha belki kucak açan, daha kapsayıcı yaklaşan kadınlarla bence öyle bir sorun yaşamıyoruz kişisel olarak.

Begüm: Bire bir ilişkilerde olmuyor zaten. Ama mesela bir ortamda olabiliyor. Ya da mesela şu bile beni bazen rahatsız ediyor: “Bu genç ve bir sözü var, hevesini kırmayalım ve dinleyelim,” falan.

Emek: Toplantılar üzerinden bahsediyorsak bu bizim aslında farklı kuşaklar arasında deneyim aktarımında ne kadar eksik olduğumuzun göstergesi. Ben çok büyük bir heyecanla bir fikir ortaya sunuyorsam ve bu fikir daha önce belki söylendiyse, denendiyse ve işe yaramadıysa bunun söylenmesi lazım.

Feride: Gerçekten çok bilmiyoruz. Hani mesela ne eylem yaptılar ‘80’lerde biliyor olabiliriz; ama nasıl bir süreçle oraya geldiler, neler tartıştılar, neler denediler, neler olmadı, ne gibi kavgalar ettiler, hâlâ durmadan aynı kavgalar nasıl oluyor da ediliyor, bunun nasıl bir tarihi var… Bunlar konusunda çok fazla şey bilmiyoruz.

Emek: Ortada çok bariz, kast sistemi gibi bir şey yok tabii ki! Bunlar belki biraz bizimle de ilgili aslında. Mesela biz şu anda bir kuşağın insanları olarak toplandık. Onlara sorsak belki başka şeyler söyleyeceklerdir.

Begüm: Evet, belki de “Çok çekingenler, bir şey yapmıyorlar…” diyecekler.

Emek: Evet, “Biz böyle değildik,” diyecekler. Bizim de aslında bu anlamda eleştirilmemiz lazım. Bunun tek çözümü, bir araya gelip konuşmak, paylaşmak.

Tuba: İşin en rahatlatıcı kısmı da aslında bunun konuşulabileceğini, tartışılabileceğini biliyor olmamız.

Begüm: Eleştirilmek konusunda söylediğin şey çok önemli. Çünkü bu deneyimin içinde yeni olduğumuz için bir duruş sergileme çabamız da var sonuçta.

Emek: Bazen ben kendimi şöyle hissediyorum: Gözlerin bağlı, karanlık bir yerdesin ve el yordamıyla bir şeyler bulmaya çalışıyorsun. Bu gerçekten zor bir süreç, ama eminim onlar da geçtiler benzer süreçlerden. Bu paylaşıma belki de bu nedenle bu kadar değer veriyoruz.

Begüm: Bir de dil kurma, kendimizi feminist olarak ifade etme, etrafa anlatabilme meselesi var…

Tuba: Aslında bu bakımdan senden daha tecrübeli birilerinin anlattıkları çok etkili olabiliyor. Hem yalnız değilim diyorsun hem de sıkıntılı anlarda çözümlere ulaşabiliyorsun.

Begüm: Ama bazen gerçekten çok umutsuz oluyoruz ya da o gücümüz tükeniyor. “Tamam, bu insanla da konuşamayacağım, tartışamayacağım,” dediğimiz çok oluyor. Bazen de hiç yılmadan konuşmalıyız gibi geliyor. Özellikle de “Ben feminizmi böyle bilmiyordum,” diyen biriyle karşılaştığımda gerçekten motive oluyorum ve konuşmak için çaba harcamak gerektiğine bir kez daha inanıyorum.

Emek: Ben konuşma stratejilerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yani bu anlatma meselesi var ya… Anlatmak yerine karşındakine soru sormak belki bir çözüm önerisi olabilir. Eğer gerçekten varsa hayatında duyduğu rahatsızlıklar sisteme dair, patriarkaya dair, o sana başka sorularla dönecektir ki zaten o insana dokunmuş olursun.

Begüm: Ve aslında hepimiz de bunu yapıyoruz ya da en azından yapmaya çalışıyoruz. Çünkü bunu yapmak seni var eden şeyin bir parçası aslında,.

Tuba: Ama her ortamda da mümkün olmuyor. Ama neticede, rutin bir şekilde gördüğün insanlarsa onlar, aslında evet, onlarla da bir hikâye başlıyor sonunda. İlkinde konuşamadıysan, ikinci karşılaşmanızda konuşuyorsun ve bir biçimde ilerleyebiliyorsun.

Emek: Ben, bu konuşmanın, bizim ve bir sürü feminist kadının geleceği açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bundan 10 ya da 20 sene sonra bizim şu anda yaptığımız tartışmalara bakmak çok faydalı olacaktır. Bizim de tavrımızı çok belirleyecek bir şey aslında gelecekte, şu anda yaptığımız tartışma.

Begüm: Bir yandan sürekli değişip dönüşen insanlar olduğumuzun farkındayız ve birkaç sene sonra zaten başka bir noktada olacağımızı biliyoruz. Ama bir yandan da bunu tartışmak bizim için hem çok yararlı hem de çok ‘doğal’ bir şey aslında, çünkü böyle bir ihtiyaç içindeyiz. Sonuçta bu hareketin bir yerinden tutma, var olma ve kendi feminist duruşlarımızı oluşturma çabası içindeyiz. Bana feminizmin en iyi gelen yönlerinden biri hep eleştirel olması. Bu da hep kendini dönüştürmesi ve değiştirmesine olanak sağlıyor ve bu çok anlamlı bir şey aslında.

Tuba: Kendimiz de diyoruz, bizim de zaten eleştirilmeye şu anda aslında ihtiyacımız var.

Share Button