Fakat Bu Derin Bir Aşinâlık Muazzez…ve Çok Başka!

kosova1

İkonaların Gündelik, Estetik ve Mahrem Kayıtları Üzerine Bir Deneme

Halide Velioğlu

İlk nerde gördüğüm konusu çok bulanık… sanki hep benimleydi, tanıyordum kendisini de neyi tanıdığım konusunda ne bir fikrim ne de öyle bir derdim vardı. Aslında takvimlerden bir miladımız da var; 1989 yazında görmüştüm onu ilk, bir kapak kızı olarak. Evimize eski Yugoslavya’dan gelen şık bir bombonjera (hediyelik çikolata ve şekerleme kutularının genel adı) kutusunun üzerindeki röprodüksiyon kapağın baş karakteriydi Kosovka Djevojka (Kosova Bâkiresi). Kutunun içindeki lezzetli vişne likörlü çikolatalar çabuk tükenmiş olmalı ama o kaldı. İlk gördüğümde aşinâ olmanın dalgın sularında bir başka farkındalık haliyle çoktan bağlıymışım ben ona; bilmekle bilmemek, görmekle görmemek, tanımakla tanımamak arası bir yerden. Anlatayım.

1989 yazı özeldi. Annem Yasemin’in Bosna, Makedonya ve Kanada’dan akrabaları bizim Istanbul’daki evimizde bir araya gelmişti, seneler sonra ilk ve son buluşmaları oldu bu kadar kalabalık. Aynı sene Yugoslavya’nın dört bir yanından Sırplar da Kosova Savaşı’nın 600. yılı anma ve kutlama törenlerine katılmak üzere, bir nevi hacca gider gibi Kosova’da toplanmışlardı. Mitik tarihlerine Osmanlılara karşı bir yenilgi ama kendilerine milli şuurlarını bahşeden özel bir bedel olarak kaydettikleri bir savaşı anmak üzere kutsal belledikleri Kosova’da. Sırp lider Milošević önderliğinde Yugoslav federasyon temsilcilerinin son kez bir arada resim verdiği bir toplaşmaydı bu. Çok geçmeden savaş çıktı ve Kosova Savaşı da destanı da boşanan eşlerin mal paylaşımını andırır bir biçimde ilk sahibi olan Sırpların elinde kaldı. Kosova Bâkiresi de bizim evde, bizim yarı Boşnak-yarı Türk-elhamdülillah Müslüman evimizin gayrisafi milli hafızamızın bir cüzü olarak.

Uroš Predić’in 1919 senesinde tuale aktardığı bu temsil, meşhur Sırp destanlarının Kosova ile ilgili bölümlerinden biri, yine Bâkire’nin adına yazılmış bir şiirden esinlenmiştir ve hâlâ Belgrad Şehir Müzesi’nde teşhir edilmektedir. Şiire göre, Kosovalı Bâkire her iki tarafın çok kayıp verdiği bu savaş meydanında yavuklusunu ve erkek kardeşlerini arar. Ölü erkek bedenleri içerisinde karşılaştığı can vermek üzere olan genç Sırp savaşçısına sevgilisinin ve kardeşlerinin akıbetini sorar (ölmüşlerdir) ve ona su (bazı kaynaklara göre de şarap) verir. Ölmekte olan Sırp savaşçısının altında yatan ölü bedense bir Türk’e aittir. Şiddetin kurduğu mahrem zeminde savaşan taraflar kadar ölülerle diriler de birbirine karışmıştır. Bâkire, Sırp genç ve üzerinde yattığı (ya da yaslandığı mı demeliyim?) Türk savaşçının bedenleri aynı kompozisyonun bileşenleridir artık. Ne zafer ne de yenilgiye dair bir işaret barındırmayan bu betim, sanki ölümle yaşam, galibiyetle mağlubiyet arasında bir yerde yurt tutmuş olmayı anlatır ve tüm bunların ortasına da adeta ölümle yaşam arasındaki yerin mutlak hâkimesi kuşkusuz Bâkire’nin ta kendisidir.

Bâkire salonumuzdaki vitrinde gözlerden ırak, paspartusuz, çerçevesiz ama ısrarlı varlığını en az iki sene daha sürdürdü. Tüm Yugoslavya çapında özel bir önemle kutlanan Kosova’nın 600. yıldönümü çerçevesinde üretilen efemeralardan (kısa ömürlü şeyler) sadece biriydi ve annemin Üsküp’te yaşayan kuzeni getirmişti. Yasemin’in zevkine göre bezediği salon/oturma odamızın duvarları şöyle dursun, cam kapaklı vitrinde nadir kullanılan kristal şarap bardaklarının arkasında duruyordu. Kendisine, beylik deyişle, İslamı ‘kültürel bir kod’ olarak deneyimleyen meşrebimizin izinli transgresyonlardan biri olan içkiyle ilgili bir yerin uygun görülmesinin, Bâkire’nin testisinden savaşçıya içirdiği (bir ihtimal) şarapla, altında yatan çikolataların içinde vişne likörü olmasıyla, hatta tablonun başat temalardan biri olan bir başka bir izinli transgresyon, vatanı uğruna canından ve sevdiğinden olma fedakârlığıyla bir ilgisi var mıydı, kimbilir?

Yasemin onu vitrin camı ile kristal kesme bardakların arkasında, nazarın yüzeylerde gezen olağan seyrinden iki cam kademesiyle ayırmıştı ama bu aynı zamanda Bâkire’nin üzerine fazladan iki ışık düşürmek olmuştu sanki. Biri kadehlerden, diğeri vitrinden süzülen iki kat ışığın halesiyle kuşanmış bir tasvirdi artık. Muhtemelen başka olana başkalığını vermek için yapılmış olan bu ayırma, ayrı yere koyma bilir bilmez hamlesi, aynı zamanda ayırmanın imkânsızlığını da ilan ediyordu. Oysa sadece gözümün seyranı değildi bu Bâkire; haftada bir bazen de iki kez tozunu almak suretiyle dokunuyordum da ben ona ama belli ki bu bile aramızdaki aşinâlığı nazara dönüştürmeye yetmemişti. Hoş, temizlemek, tozunu almak üzerinden eşyalarla kurduğumuz ilişki ilginçtir; hem nesnelerle kurduğumuz olağan ilişkiden faklı bir algının kapısını aralar, hem de ortak bir temiz olma hali karşısında eşitler onları. Eli bez tutanın gözüne her gölge kazınıp çıkarılacak bir kir, bir toz zerresi yığını gibi görünmeye görsün bir kere, tutabilene aşkolsun… Lafın kısası, Hıristiyan Bâkire Meryem ikonasının bu Sırp milliyetçi versiyonu da bizim evimizde nazarın (ve elin) mutad şefkatinden hem uzak hem de yakın haliyle hem bizdendi hem de değil. Yasemin’in her yanımızı saran başka şeylerinin içinde bir başkalık. Öylesine.

***

Sırp destanları üzerine ciltlerle kitap, bu destanların Sırp milliyetçi muhayyilesi üzerindeki kurucu rolü üzerine de raflar dolusu yayın mevcut. Özellikle son savaşta yükselen aşırı Sırp milliyetçiliğinden ve şiddetinden bu destanları sorumlu tutan analizleri de göz önünde bulundurursak, üzerinde Kosova Bâkiresi resimli bir çikolata kutusunun bize hediye olarak gelmesinden ve bu Bâkire’nin bizim evimizde kendine yer bulması, belirli ölçülerde bir skandal değilse de en hafifinden bir nevi şuursuzluk halinin ifadesi olarak değerlendirilebilir pekala. Ama belki de bu bir başka şuurun ifadesi? Öyleyse eğer bu başka şuurun cisim bulduğu ve onu kuran şeyler neler ola ki? Bir başka deyişle, Kosova Bâkiresi Yasemin’in el ve göz yordamından ve salon vitrininden başka nerelerimizde yurt kurmuştu da biz onu görür görmez halimizle kendimizden bilmiştik? Bâkire’nin bizim evdeki serencamını Yasemin’in memleket şey ve hallerinden ve şuurumuzu da şuursuzluğumuzu da borçlu olduğumuz bu şeyler ve hallerle aramızdaki aşinâlık ilişkisinden bağımsız düşünmek imkânsız.

İşin aslı, Kosova Bâkiresi Yasemin’in memleket, göçmenlik şey ve hallerinden, onu Yasemin yapan şeylerden sadece bir tanesi ama ben Bâkire gibi destanlara konu olmuş bir kadın kahramanı bizim mutad varoluşumuzu ve onu kuran eşyalar ve hissiyatlar aleminin dramatik olmayan ama neredeyse soluduğumuz hava gibi bizi kuşatan aşinâlık halinin, kah yoğun kah seyrek dokusunu betimlemek için seçtim. Bir başka deyişle, Bâkire sadece Sırp/Yugoslav değil bizim Yasemin’le ve ona biricikliğini veren şeylerle aramızdaki aşinâlık halinin de ikonudur bu yazıdaki haliyle (yoğunlaşmış ya da kavramsallaşmış hali de denebilir pekala). Bu nedenle onu vitrindeki yerinden başka, evimizde (ya da hafızamdaki evde mi demeliyim?) etrafını kuran, kuşatan Yasemin’in başka ve başkalık şey ve hallerinden doğru anlayabiliriz anca. Mesela, Yasemin’in yerçekimli sert ünsüzlerinden ve serbest dönüşümlü ince ünlülerinden (özellikle i ve ü’lerin dönüşümü; ‘soyut’ müşküldür mesela, ‘söğüt’ gibi telaffuz edebilir ); her hafta sonu adı dahi zor telaffuz edilen şnenokleden (çırpılmış yumurta akı ile karışık muhallebi denebilir) yayılan vanilya ile pastasına koyduğu romun kokusundan ve evin tüm geniş satıhlarınsa serdiği yufkaların sarı beyazlığından; her postacı gelişinde yüreğimin kabarmasından (içinde ne yazarsa yazsın o mektupların biraz neşe iadeli ama çokça gözyaşı taahhütlü olmaları); pikaba anadilinde değil de, memleketinden gelen ama nedense İspanyolca plaklar koyup o isli puslu seslerin arasına yarı gizli gözyaşlarını bırakmasından; konu komşuyla mayonezin Amerikan değil de Rus mutfağından geldiği gibi konularda hararetli tartışmaları aslında Tito kültünde cisimleştirdiği sosyalizm methiyeleri düzmek için bir girizgâh olarak kullanmasından; yumurta dilimleme aletinden çıkan sesleri onun aksanlı Türkçesi’yle Boşnakçası arasında, tınısını sadece benim duyabildiğimi düşündüğüm bir seda gibi algılamamdan; kendini dilde ifade etmeye içkin nafilelik hissini öncelikle onun, anca sonra ailemin diğer fertlerinin Türkçe’ye geç intisabından, çevirinin imkânsızlığıyla nasıl boğuştuklarını ve bununla yaşayıp gittiklerini seyretme ve dahil olma halimden (Bâkire ikonu ‘zaten çevrilemez, anlatılamaz’ şeylerden sadece biriydi); ‘kırmızı rujum olmadan asla’ haliyle uzun boyuna topuklu ayakkabı tutkusundan, zaten hacimli olan varlığını bir de böyle ifade etmekten asla geri durmamasından; sayı sayarken ve sinirlenince Türkçe’sinin irtifa kaybetmesinden ama sayıları da öfkesini de kaybetmemesinden; kaybettiği bebekleri için tutmayı senelerce ertelediği ya da var gücüyle gizlediği yasından (‘ben ne badireler atlattım!’); geride bırakmadığından tamamiyle emin olduğum ama orası ve onlar için bizi bırakıp bırakmayacağından hiçbir zaman emin olamamamdan (‘ya o yaralı savaşçı ya da bebekler ölmemişse ve öylece Yasemin’i bekliyorsa veya Yasemin ‘’badire’’lerle savaşmaya o meydanda devam ederse?’); yeni birileriyle tanışmaya, yeni bir yer görmeye ve yeni şeyler öğrenmeye olan tutkulu merakından saçılan yaşama isteğinden; çiçeklerine su verirken onlarla konuşmasından…

***

‘Marx’ın Paltosu’ adlı makalesinde Peter Stallybrass , Marx’ın ‘Louis Bonapart’ın Onsekizinci Brumaire’i’ adlı eserini yazarken çektiği maddi sıkıntıları anlatır, nasıl sık sık palto üstlüğünü ve evde hatırası olanlar dahil kimi eşyayı rehin dükkanına bırakmak zorunda kaldığını. İngiliz burjuvazisinin bu sınıf kodlu fetiş kıyafeti, Marx’ın çalışmak için ihtiyacı olan arşiv ve sükûneti kendisine sağlayacak İngiliz Müzesi Kütüphanesi’ne kabul edilmesi için elzemdir. Stallybrass Marx’ın değer analizlerinin ve fetişizmle ilgili yazdıklarının (Marx üzerine ikincil literatürün hayli ihmal ettiği, belki de baş edemediği bir konu, diye ekleyeyim) bizzat kendi kıyafetleri ve evinde kullandığı, değeri pratik faydasından başka taşıdıkları hatıraya da bedelli olan eşyalarıyla ilişkisinden, ezcümle, onu belirleyen, oluşturan maddi koşulların en vülgerinden bağımsız değerlendirilemeyeceğini savlar. “Metaları fetişize etmek, şeyleri fetişize etmek” başlıklı makalenin ilk bölümünün son cümlesi, kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki tahakküm ilişkisini özetleyen bildiğim en veciz ifadelerdendir: “Kapital, Marx’ın paltoyu sahibine iade etme gayretidir.”

Benim bu yazıdaki gayretim, ilk bakışta şiddetli bir parçalanma sonucu teritoryal ve siyasal olarak ayrışmış toplulukların bir zamanlar birlikte referans aldıkları milli ve estetik değerleri paylaşma sıkıntısını anlatmak olarak algılanabilir ki, büyük ölçüde doğrudur. Bu minvalde yazı, Kosova Bâkiresi’nin aynı zamanda Boşnaklar’ın da azizesi olduğunu düşündürüyorsa mesela, ne âlâ! Ama asıl derdim, Kosova Bâkiresi özelinde, belli siyasi tahayyül, estetik ve hissiyat ekonomisindeki yerleriyle değerlendirilen temsillerin üzerinde görünmeyen farklı emek, ilgi ve bağlanma türlerinin de var olduğunu, olabileceğini göstermek. Bu anlamda kültürel ve estetik formlara olan bağlılığımız, nazarımız, şuurlu-şuursuz ilgimiz, onları ve onlarla birlikte kendimizi yeniden ve biteviye üretme halimiz, bu temsillerin siyasi gramerde taşıdıkları anlamlarla kuşkusuz ilintili ancak yine de farklı bir izleğin varlığını hatırlatır bize. Bu nedenle, eviçlerimize, bedenlerimize, dilimize, mekânlarımıza sızan, bizi kuşatan ve arzumuzu, nazarımızı, dikkatimizi, ezberimizi çağıran şeylerin varlığını mümkün kılan siyasi ve iktisadi koşullarla, bizim bu şeylerle kurduğumuz ilişki faklıdır, dolayısıyla bunu anlama ve anlatmanın dili ve yordamları da farklı olmalıdır. (Psikanaliz, örneğin, arzu ve dürtüyü birbiriyle ilintili ancak farklı psişik mekanizmalar olarak kurmakla bu jesti kendi dağarı içerisinde gerçekleştirmiştir bir ölçüde.)

Bu formlarla ve şeylerle kurduğumuz ilişkiyi öne alırken, bir diğer derdim de başka olanı ve farklılığı kimliğe indirgemeden düşünebilmenin olanaklarını araştırmak, tarihsel ve toplumsal koşulların farklılık üzerindeki ilksel ve nihai belirleyiciliğinin tahakkümünü kaldırmak suretiyle başkanın içindeki başkayı anlayabilmenin önünü açmak. Bu yazıda bir göçmen kadının yerdeğiştirme deneyimine referansla yapmaya çalıştığım şey, daha ayrıntılı bir etnografik özen (ve yer) gerektiren başkalık hal, avadanlık ve ifadelerinin, kendine nasıl anca serpilecek, dağılacak; şeylere, bedenlere, hissiyat, an ve durumlara bölünerek çoğalmak ve başka başkalıklar üretmek suretiyle hayat bulabileceğini anlatmanın zeminini hazırlamak, bir nevi içine nefes çekmek yani. Ancak, kendisini oluşturan mekân, durum, beden ve şeylere yakın durarak yapılacak betimlerle kavranacak bu zemin, farklı siyasi pratik ve anlamlandırma çerçevelerinin paylaştığı bir ardalan ya da komşuluktur aynı zamanda. Dolayısıyla, gündeliği kuran şeylere ve pratiklere bakmanın kendisinden, bize siyaseten tutulacak ‘doğru’ yolu göstermesini beklemek biraz safdillik olur ama siyaseti çevreleyen haleyi ya da önceleyen mağma tabakasını kavramamızın önünü de açabilir pekala. Değil mi ki siyasetin dokunmadığı hiçbir şeyimiz yoktur, öyleyse siyasi olup da siyasetin verili gramer ve pratiklerinde kendine yer bulamamış şeyleri düşünmek, anlamak ve anlatmak da siyaseten oldukça anlamlı ve önemli bir çabadır. Marx’ın paltosunun da, Kosova Bâkiresi’nin de iade edileceği ‘sahip’ artık bu yerdir.

Share Button