Bugün artık kadın özgürlük mücadelesi, nefsi müdafaa mücadelesi aşamasına gelmiştir!

fyuksekdag02

Figen Yüksekdağ’la Röportaj (II. Bölüm)

Özge Kelekçi, Meral Akbaş

Röportajımızın ilk bölümünün yayımlanmasının ardından geçen sürede yine Figen Yüksekdağ’dan alıntılayacak olursak “en” eşiğinde geçirdik günleri… Acıların ve direnişin eşiğinde… Kadın seslerinin eşiğinde… Tüm siyaset alanlarını ve dillerini kesen ve ama aşan, yeniden yaratan kadın seslerinin içinde… Çok “basit”, yalın, çıplak ve yine Yüksekdağ’ın deyimiyle “basitliğiyle derin, çarpıcı, siyasal ve fiziksel alanlardan taşan ses”lerle…: “Evinin yıkılmış duvarlarını, tank atışlarıyla, top atışlarıyla yıkılan evlerinin, duvarlarının enkazlarını, tuğlalarını taş taş, parça parça toplayıp barikatlara dönüştürüyor şu an Kürt kadınları. Bu Kürt kadınlarının hareketinin dili yani. O kadar yalın, o kadar sade, o kadar kendisi, o kadar haklı ki… Politik savaşın içerisindeki kadınların tavırları, söylemleri ön plana çıkıyor ama bizim çok fazla konuşmadığımız başka bir mesele var. Evinin içinde, yaşamın içinde, mahallede, okulda, iş yerinde, sokakta direnen kadınlar var yani. Bu, çok derin ve çarpıcı bir direniş.”

Sonra… HES’lere karşı mücadele eden o nice güngörmüş kadınların, Berkin’in annesinin, Rakel Dink’in ses(ler)inden konuşuyoruz. Suruç’un ve Ankara’nın kadınlarının adları, sesleri doluyor odaya, içimize.

Eşiklerde geçirilen, dolayısıyla her anı başka anları yaratmaya meyilli zamanların duygularından, gülmelerden, ağlamalardan, direnişin ve katliamların ortasında gündelik hayattan ve siyasetten söz ederken, Ankara katliamının ardından gelen telefonları anlatıyor Figen Yüksekdağ: “İnsanlarımız, o dönem çok belirgindi meselâ, bizim yüz ifadelerimize bakarak da ruh hallerini belirliyorlardı. Arayıp diyorlardı ki, “Geçen gün televizyonda, gazetede neden o kadar yıkılmış duruyordunuz ki?! Sizi öyle görünce bizim moralimiz bozuluyor, kötü oluyoruz.” Bu çok önemli… Duygularımız böyle dolaşıyor; sesimiz, sözümüz, yüz ifademiz böyle dolaşıyor”.

HDP Eş Başkanı Figen Yüksekdağ’la yaptığımız röportajın diğer kısmını da ilginize sunuyoruz. Kaldığımız yerden… Feminist mücadelenin seyri, farklılıklar, farklılaşmalar, kesişmeler ve ayrışmalardan… Farklı toplumsal hareketlerin aynılaşmadan, farklılıklarını, eleştirilerini, özerk deneyimlerini, özellik ve öznelliklerini koruyarak nasıl bir hayâlin içerisinde konumlanabileceklerini konuşmaya devam ederek…

Farklı toplumsal hareketlerin iç içe geçmesini hayâl etmek yerine farklı mücadelelerin nerelerde birleşip nerelerde birbirlerinden uzaklaştığına bakmak, bu yakınlaşma ve uzaklaşmaları anlamaya, açıklamaya çalışmak da bir yol olabilir mi?

Biz bunu şöyle algıladık: Devrimci hareketler içerisindeki ataerkil düşüncenin varlığı, kadın özgürlükçü mücadeleyle feminist hareketin sol sosyalist mücadeleyle uzaklaşma ve yakınlaşmasını belirlemiştir. Olumsuz anlamda etkilemiştir. Yani Türkiye sol sosyalist hareketi içerisinde kesinlikle bir ataerkil damar vardır. Bana göre, sonraki yıllarda gördüğüm, anladığım kadarıyla Türkiye’deki sol sosyalist hareket aslında kendi sosyalizm fikrinin içerisindeki sosyalizme, kadın özgürlüğü fikrine yabancılaşmıştır. Feminist hareketin Türkiye’deki çıkışı bu fikre dönülmesini kışkırtmıştır, dürtüklemiştir, teşvik etmiştir. Yoksa, bu uzaklaşma, yakınlaşma, mesafelerin niye açıldığı… Bence esas olarak sol sosyalist hareketin mesafesidir bu; buradan doğru açılmıştır bu mesafe. Ve biz ondan sonraki süreçlerde bu mesafeyi sosyalist örgütlenmelerin açtığını keşfettik, fark ettik ve bunun üzerine yürümeye başladık. Meselâ, benim yaşamım boyunca kendi bulunduğum sosyalist kulvarda hep bir kadın örgütlenmesi içerisinde yer aldım. Başka işler yaptığım oldu ama mutlaka bir kadın örgütlenmesi içerisinde, bir kadın örgütü içerisinde yer aldım, yer aldık. Bu mesafeyi kapatma çabalarıydı bunlar. Yani, toplumsal özgürlük fikrinin kadın özgürlük fikrinin eş anlamlısı olduğunu anlatmaya çalışarak ve bunu örgütlemeye çalışarak yol aldık. Toplumsal özgürlük fikrini asla ve asla kadın özgürlük fikrinden ayrı düşünemezsin. Ve aslında, kadın özgürlük düşüncesi ve fikri toplumsal özgürlük fikri ve düşüncesinin öncülüdür. Başka bir yolu yoktur bunun yani! Kadın özgürlük fikrini, mücadelesini öncelemiyorsa toplumsal özgürlük düşüncem, gerçek anlamda bir toplumsal özgürlük fikrine dayalı bir başarı veya tutarlılık inşa edemezsin, oluşturamazsın. “Devrimi yaparsan toplumsal özgürlüğü sağlarsın, kadın da özgürleşir” fikrine karşı mesafeli olmaya dönüştü bir süre sonra sosyalist kadınların ve erkeklerin fikri. Erkeklerin de ikna olması kolay olmadı ama sonunda oldular.

Olmuşlar mıdır gerçekten?

Evet! [Gülüyor.] Bir kısmı ikna olsa bile, bir kısmı da -mış gibi yapmak zorunda kaldı. Ama bir taraftan, o farklılığı görmek zorundadır bütün toplumsal özgürlükçü düşünceler, örgütlenmeler, sosyalist kesimler. Kadın özgürlük mücadelesi, karma bir hareketin içerisinde de müstakil bağımsız bir çizgidir. Bunu kabul etmek zorundasın. Bu, toplumsal bir realitedir, güncel bir realitedir ve bunun kabulü üzerinden bir toplumsal özgürlük fikri oluşturabilirsin, inşa edebilirsin. En azından bu düzeye gelebilmek de kolay olmadı tabii ki. Sol sosyalist hareketin kendi içerisindeki o erk düşüncesiyle, kendi içerisindeki ataerkiyle sürekli düşünsel, pratik ve örgütsel olarak mücadele yürütmek durumunda kaldık. Kadınlar olarak bu mücadeleyi bazen uzlaşmacı biçimlerde, bazen cepheden kamplaşan biçimlerde, bazen örtük ve bazen de açık biçimlerde yürütmek durumunda kaldık. Ama ben şu an baktığımda şunu görüyorum; bence her şey olması gerektiği gibi şu an geldiğimiz noktada. Şu an meselâ “niye ayrı bir feminist hareket var?” diye sorulamaz, tam tersine iyi ki ayrı bir feminist hareket var. Ve kadın özgürlük mücadelesi fikriyle hareket eden sosyalist yapılar, demokratik yapılar ve örgütler içerisindeki kadın yapıları da olmalı. Herkes olması gerektiği yerde. Hiçbirisinin varlığı diğerinin alternatifi değil, hiçbirinin varlığı bir diğerinin anti-tezi değil; tam tersine, birbirinin tamamlayıcısı. Yeri geldiğinde karma örgütler içerisindeki kadın yapıları, bir feminist kadın mecrasına alan açabilmeli, “yürü ya kızkardeşim!” demeli. Yeri geldiğinde de, bağımsız feminist mecradan yürüyen arkadaşlarımız veya örgütlenmeler bir adım yana kayıp “yürüyün kızkardeşlerim!” demeli ve bunların birliği üzerinden, bunların birbirini tamamlaması üzerinden, birbirini karşılıklı denetleme ve besleme mekanizması üzerinden bir kadın özgürlük fikri ve mevzilenmesi gelişmeli, geliştirilebilmeli.

Bizlerin, geride bıraktığımız süreçte kadın özgürlük mücadelesi yürüten bütün kadınların en önemli boşluğu şudur: Mevzilenme alanları açmak, yaratmak, oluşturmak. Biz siyasetçi kadınların da bence görevi bu! Şu an artık kadın özgürlük mücadelesi, mevzilenme alanlarına odaklanmak durumunda. Çünkü bütün bir tarihe dönüp bakıldığında kadınların en önemli zayıf noktası, kadın özgürlük hareketinin mevzilenme alanlarıdır. Yani fikrin gelişimi, fikrin mücadelesi, alan açılması, teorik ve politik düzeyde yeni mecraların açılması, kesintisiz ataerkiye karşı mücadele… bunlar çok önemli şeyler ve bunun mutlaka sürdürülmesi gerekiyor, sürdürülüyor da… Ama bunu bir mevzilenmeyle tamamlamak zorundayız. Eğer kadın özgürlük mücadelesi her yerde mevzilenme mücadelesini hak ettiği bir başarıya ulaştıramazsa, hepimiz, siz de biliyorsunuz, geriye düşüş her zaman için olasıdır; bulunduğun düzeyin gerisine düşmek her zaman için mümkündür.

Eş başkanlık kurumu, mevzilenmenin bir parçasıdır, politik örgütlerin bütün yarısının kadın örgütlerinden oluşturulması bunun bir parçasıdır, örgütler içerisinde aynı zamanda özerk kadın yapılarının inisiyatifinin oluşturulması pratiği bunun bir praçasıdır, bütün toplumsal örgütlenme alanlarında eş yaşam fikrinin, eş yönetim ve bölüşme fikrinin kazanılması ve somut kazanımlara dönüştürülmesi bunun bir parçasıdır. Bazen işte eş başkanlık değil sadece, eş başbakanlık, eş bakanlık, eş muhtarlık, eş cumhurbaşkanlığı da dediğimizde bize gülüyorlar kendi arkadaşlarımız bile, kıs kıs gülüyorlar böyle dudaklarının kenarıyla “hadi canım” diye…

Büyük ihtimalle eş başkanlığa da daha önceleri böyle gülünmüştü…

Daha önceden tabii ki gülüyorlarmış. Bunların her birisi kadının yaşamda eşit bir biçimde mevzilenmesinin, o mevzileri güvence altına almasının bir ifadesidir, sonucudur. Kadınlar eğer erkek egemen erkek anlamına da gelen bu iktidardan kurtulmak istiyorlarsa, iktidarı erkek egemen zihniyetten almak zorundalar. Bu çok önemli bir şey. İktidarı bölersen ancak, iktidarı, erkeklikle eş anlamlı bu iktidar kavramını yok edebilirsin, ortadan kaldırabilirsin. Siyaset kurumunun kadınlar için anlamı budur bence. Kadınlar siyasete giriyorsa bir taraftan da bunun için giriyor. HDP’nin dayandığı fikirlerden biri olarak, iktidarın yarısını erkekten alırsan eğer, eşitlik ve özyönetim fikrini pratiğe uygularsan, o iktidarı bölüp yarın öbür gün eritme, erkekle eş anlamlı o iktidar gerçeğini ortadan kaldırma gücüne sahip oluruz. Fakat bunu, dediğim gibi sadece siyaset kurumu içerisindeki bir kadın özgürlük mücadelesiyle yapamazsın. Mutlaka bağımsız kadın örgütlenmelerinin olması gerekir, mutlaka işçi alanında, bütün başka toplumsal yaşam alanlarında örgütlenmelerin olması gerekir ve bir bütünlük kurulması gerekir.

Özellikle HDP’li kadın vekillerin durumu hep “kafa karıştırıcı” oluyor. Ana akım siyaset ve medya ola ki kadın vekillerle ilişki kurmaya çalıştığında bile ne yapacağını, nasıl bir dil tutturacağını bilemiyor, eli ayağına dolaşıyor sanki. Çünkü eş başkanlık da dahil olmak üzere kadınlık deneyiminin politika alanına getirdiği, eklediği, çoğalttığı ve farklılaştırdığı başka bir deneyimle karşı karşıyayız aslında. Yani Selahattin Demirtaş’ın eş başkanlık deneyimi ile sizinki birbirinden çok farklı. Bunu Türkiye devrimci hareketindeki ya da Kürt mücadelesindeki kadın deneyimleri için de söyleyebiliriz bir yandan da. Kadınların var olma mücadelelerine dair bilmediğimiz, henüz anlatılmamış veya dinlenilmemiş kim bilir ne kadar çok hikâye var?! Bu özgün kadın deneyimlerine, direnişlerine dair neleri vurgulamak istersiniz?

19974056165_fb64ff8cb9_oKendi yaşantımdan yola çıkarak diyebilirim ki o “karma” örgütler içerisinde çok gerçek bir mücadele vererek ilerliyorsun. Beni dayanıklı kılan şeylerden biri de, böyle bir deneyimin içinden geçmiş, yol almış olmam. İki kat, üç kat daha fazla mücadele etmek zorunda kalıyorsun ve erkek egemenliğinin gerek aile, toplum, sokak, mahalle ve biraz daha ileri kesimler, örgüt, parti içerisindeki her biçimine karşı, her biçimde mücadele vermek zorunda kalıyorsun. Daha önce de dediğim gibi, en sert biçiminden en yumuşak, en uzlaşmacı biçime kadar. Aslında bu, insanın mücadele yelpazesini ve manevra kabiliyetini genişletiyor. Bu, aynı zamanda, birikim de demektir ve bu birikimden yararlanabiliyorsun. Böyle ortamlarda yetişen kadınlar erkek egemen düşünce, zihniyet ve müdahalelere karşı daha fazla veya farklı manevralar yapabiliyorlar, daha fazla dayanıklılık gösterebiliyorlar. Yalnız bunu “kadın örgütlerinde yer alan kadınlar daha az dayanıklıdır” anlamında söylemiyorum; arada böyle bir fark olduğunu düşünmüyorum. Ama örneğin, yani çok basit bir örnek olarak, bir feminist kadın örgütü içerisinde yetişmiş olsaydım “erkeklerle, erkeklikle nasıl baş edilir?” sanatını bu kadar geliştirme şansım olur muydu, bilmiyorum. Çünkü her gün yanı başımda mücadele etmem gereken, aklından geçeni okuyarak, okumaya çalışarak, davranışına müdahale ederek bilmem kaç biçimde mücadele etmek zorunda kaldığım bir erkek olmazdı. Kadın kadına gül gibi geçinir giderdik, gül gibi olmasa da geçinir giderdik. Böyle bir yakınlık, bazı konularda dayanıklılık kapasiteni güçlendiriyor. Demek istediğim böyle bir şey…

Diğer taraftan, sizin verdiğiniz örnek bakımından, eş başkanlık kurumunun işletilmesi, eş başkanlık konusundaki algı çok ciddi bir mücadele alanı. Bir kere, kadınlık gururunun çok sık incitildiği ve saldırı altında olduğu bir pozisyon. Beni dayanıklı kılan şeyse sadece şudur; kolektif bir fikrin, bir kadın kolektifi fikrinin ve iradesinin sözcülerinden ve temsilcilerinden biri olmaktır. Başka bir şey değil yani! Dayanıklılığını, gücünü ve dirayetini başka bir yerden alamazsan… O kadar çok oluyor ki… İçimden başka bir söz, tepki, eleştiri filan gelmiyor. “Haksızlık bu! Ne kadar korkunç bir haksızlık!” demek istiyorum. Aklımdan geçen tek cümle, tek düşünce bu oluyor. “Haksızlık bu ya!” öfkesi… Ama nasıl baş ediyorsun bununla?!! Beni tutan tek şey, dediğim gibi… yani gerçekten fevriyimdir de böyle şeylerde ama diyorsun ki içinden “Sakin ol kızım, sen bir davanın sözcüsüsün, burada sen bir fikri temsil ediyorsun. Senin olman, dayanman lazım! [Gülüyor.] Siyaset üretmen lazım!”

Çok tekrarlanan bir durum meselâ, bana çıkıp “sözde eş başkan” diyorlar. Cumhurbaşkanı da dahil! Yani kadınlara demek istiyorlar ki, “Siz kendi kendinize ne havaya giriyorsunuz, ancak sözde eş başkan olursunuz”. Bir kadın bu cesareti, cüreti nasıl bulur kendinde?! [Gülüyor.] Sürekli naif olman, sürekli ortalama olman bekleniyor senden. Bu zorlandığım bir noktadır meselâ; bir taraftan sert ve cepheden siyaset yapmak, evet, erkek egemen siyaset yönteminin bir parçası, yansıması. Ben bunu nasıl tolere etmeye çalışıyorum; şöyle: Kendi yaşamım içerisinde kendimi terbiye ederek, iç ilişkilerimiz içerisinde düz ve cepheden olmamaya özen göstererek, içime kaçan iktidar ciniyle her gün mücadele ederek, daha dengeli, daha eşit, daha sakin bir ilişkiler toplamı kurmaya çalışarak. Bir taraftan böyle, öbür yandan ise sürekli saldırı altında olduğumuz, agresif bir erkek cangılının içinde mücadele ediyorum, ediyoruz. Bu durum da saldırılara cevap verme zorunluluğunu ve ihtiyacını getiriyor. Senin de buna cevap vermen lazım ki saldırıları yanıtsız bırakmak benim tabiatıma uygun değil! [Gülüşmeler…] Ancak, bu yanıtları her şeyden önce kadınlık tabiatına aykırı görüyorlar. Ama bana göre benim tabiatıma çok uygun bir şey, kadınlık tabiatıma da uygun, insanlık tabiatıma da çok uygun; bana saldırıyorsan ben de sana cevap veririm! Bu kadar nettir, bu kadar sadedir benim açımdan yani! Bana tokat atıyorsan diğer yüzümü çevirmem! Ancak bana göre kadınlığa, insanlığa çok uygun olan bu tavır naif, kırılgan ve hegemonik kadınlık algısına çok yabancı geliyor. Deniliyor ki, “Sen bu cesareti nereden buluyorsun?” Saçma sapan bir şey! Kadınlarda bu cesaretin bulunması olasılığına dahi tahammül edemiyorlar yani. Örneğin, benim söylemlerim Selahattin Bey’den daha fazla dikkat çekiyor bazen; neden? Kendisinden daha sert konuştuğum için değil, ben kadınım ve bana yakışmaz aslında?! Beni ve aslında tüm kadınları ataerkil iktidar zihniyetinin biçtiği yerde durmaya, diktiği gömleğe sığmaya zorluyorlar.

Bunun dışında, aslında eş başkanlık görece daha oturmuş bir sistem. Ancak illere, ilçelere doğru gittiğimizde çok daha ciddi ve çok daha çetrefilli mücadeleler yaşanıyor eş başkanlıkların işletilmesi konusunda. Kadın eş başkanların yetkisi, konumu kabul edilmiyor, muhataplık ilişkisi kurulmuyor ve bizim illerdeki, ilçelerdeki kadın arkadaşlarımız her gün, her saat bu çelişkiyi ve çatışmayı inanılmaz bir biçimde yaşıyorlar. Bu nedenle, eş başkanlık öylesine oluşturulmuş bir kurum ve mevzilenme değil ve öylesine doldurulan bir alan da değil. Her gün mücadele yürütüyoruz, kadınlar bu eş başkanlık kurumunun eş yaşam anlayışına dayanarak işletilebilmesi için her gün, her saat mücadele veriyorlar. Yani teslim olursan yenileceğin, mücadele edersen varlığını ve geleceğini güvence altına alacağın kadar keskin ve çetin bir mücadele alanı; hareketin kendi içinde de, kendi dışına karşı da yürüttüğü çok keskin bir mücadele alanı.

Belki bu noktada barışın dili ve duygusu üzerine de konuşabiliriz. Barışın ve barışı kurmaya dönük dilin kabûle dayalı, çatışmasız ve tartışmasız olması gerektiğini dayatan hakim bir görüş var. Öyle ki sanki gökten zembille inecek barış! Oysa barış da ancak mücadele ederek kazanılabiliyor. Bir de diğer taraftan, daha uysal, daha uzlaşmacı bir dil olarak tasavvur edilen barışın dilini konuşmak da hep kadınlardan bekleniyor. Siz ne dersiniz; barıştan konuşurken nasıl bir siyaset, nasıl bir dil?

“Daha uysal ve uzlaşmacı olmalı” denildiğinde aslında haddini bilmekten, bildirmekten bahsediyor iktidar; hem kadınlar için ve hem de barış için. Haddini ve hududunu bilmeli! Bu noktada benim aklıma hep şu hikâye gelir: Fransız Devrimi günlerinde, feminist mücadelenin atak yaptığı ve bir kadın devrimi düzeyinde tarih sahnesine çıktığı dönemde yani… Aslında mücadele İngiltere’de başlar ama tedricî kalır, Fransa’da ise kadın devrimi şeklinde de patlak verir. Düşünün ki monarşiyi devirmişler, daha ilerici bir rejim kurmaya çalışıyorlar. Bu devrim günlerinde bir Fransız jakobeni kadın özgürlük hareketine dair şöyle bir laf eder: “Biz erkekler çok büyük savaşlar içerisine girebiliriz, çok büyük altüst oluşlar yaşanabilir, çok kan dökülebilir, çok büyük yıkımlar yaşanabilir ama siz şimdi bizim eve geldiğimizde omzumuzu yaslayacağımız, sarılacağımız bir kadın olması şansını bizden alıyorsunuz”. Erkekler savaşı çıkarırlar, ölürler, öldürürler. Sıkıntı değildir ama o ev bozulmamalıdır, o ev de, o kadın da yerinde kalmalıdır. Ve bunun için o kadınları giyotine gönderirler. Kadınların mücadelesinin ve savaşının önemini, toplumsal arka planını o jakoben nasıl da itiraf etmiş aslında!

Bugün de farklı düşünmüyorlar ki! Meselâ bugün erkek egemen AKP’nin zihniyeti, Erdoğan’ın zihniyeti nedir?: Ben dünyaya savaş açarım, taş üstünde taş bırakmam ama kadın dediğin evde olacak, siyasete girerse de eğer – evet sembolik olarak girebilir belli bir düzeyde – yerini bilecek, haddini, hududunu bilecek! HDP’li kadınlara neden bu kadar saldırıyorlar?! Evet, erkek vekillerimize de saldırıyorlar ama kadınlar olunca gözlerinden ateş çıkıyor, dillerinden zehir akıyor. Çünkü orada başka bir şey görüyorlar, başka bir tehlike görüyorlar; o sınırı, haddini aşan kadınları görüyorlar.

Bu açıdan, barışın kazanılması dediğimiz şey de haddini ve hududunu aşmaktan geçiyor, mücadele etmekten geçiyor. İkincisi de, artık şu bilince geldi kadınlar: Gerek evde gerekse de siyasette, bütün mücadele alanlarında yaşam hakkı için meşru müdafaa haktır. Meşru müdafaa, nefsi müdafaa, sözlü saldırıya, siyasi saldırıya, fiziksel saldırıya yanıt vermek bir haktır. Biz artık siyaseten bu hakkın mücadelesini veriyoruz. Bizim bu nedenle kadınlar olarak siyasette kullandığımız dilimiz de, savunma dilidir, haklı savunma dilidir; bütün yaşam alanlarında kullandığımız yöntemler de haklı müdafaa yöntemleridir. Bugün siyaset kurumu içerisinde yer alsın ya da yer almasın bütün kadınlar doğrudan nefsi müdafaa hakkını kullandığı, kullanabildiği müddetçe yaşam hakkını koruyabilir, yaşam alanını yaratabilir. Bugün artık kadın özgürlük mücadelesi, nefsi müdafaa mücadelesi aşamasına gelmiştir! Başka bir şey yoktur yani!

7 Haziran’daki seçimin hemen sonrasında okuduğumuz ve ikimizi de çok heyecanlandıran Meclis’te bir “Kadın Grubu” oluşturulmasıyla ilgili gelişmeleri de sormak istiyoruz. Aslında 7 Haziran öncesinde de HDP’yle ilişkilenen pek çok kadının meclis ve siyaset denilince hayâlinin ucundan geçen kadın grubu… Her ne kadar AKP, meclisi ve tüm siyaset kanallarını işlevsizleştirmek ve susturmak için elinden geleni yapıyor olsa da, kadın grubu fikri ve hayâli ve uygulamaları HDP için ne ifade ediyor?

Aslında 7 Haziran öncesinde de kadın grubu fikri oluşmaya başlamıştı. 7 Haziran’dan sonra kadın milletvekillerimizin sayısı da zaten böyle bir olanağın önünü açıyordu. Hepimizin zihninde bir umut olarak belirmeye başlayan bir fikirdi bu! Dolayısıyla farklı farklı zihinlerde bir umut ışığı olarak parlayan bir fikri, bir hayâli de gerçekleştirmiş olduk. 8 Mart ve 25 Kasım gibi günlerde zaten kadın ağırlıklı grup toplantıları yapmak partimizin neredeyse geleneği haline gelmişti. Ama bunun dışında ayda bir, iki ayda bir düzenli toplanan ve kendi gündemini belirleyen alternatif bir meclis grubu olarak kadın meclisinin açabileceği ve açtığı olanaklar elbette ki çok farklı olacaktı.

Kadın grubunun kuruluş aşamasında çok zorlanmadık. Ama 7 Haziran sonrasında başlayan savaş ortamı bu çalışmaların hızlanması ve örgütlenmesi bakımından çeşitli sıkıntılar ortaya koydu; grubun aktif biçimde örgütlenmesinde sıkıntılar yaşandı, yaşanıyor ve potansiyelini gerçekleştirememiş durumda. Bu potansiyelin, çok inandığımız bu potansiyelin gerçekleşebilmesi için de tüm kadın örgütlerini, feminist örgütlenmeleri, kesimsel örgütlenmelerin kadın gruplarını, sendikaların, derneklerin kadın örgütlerini, daha da önemlisi kadın özgürlüğünü ilkesel olarak kabul eden her kadını meclis kürsüsünün ve yasama erkinin kadınlar tarafından kullanımını tartışmak üzere kadın grubuna çağırıyoruz. Aslında, kadın grubu tüm kadınların yasama faaliyetine doğrudan katılabilmesi için açmaya, genişletmeye çalıştığımız bir olanak. Dolayısıyla yalnızca milletvekili kadın arkadaşlarımızla sınırlı kalmasını istemiyoruz. Kadınların yaşamı örgütleme mücadelesinin bir aracı olarak var olan tüm kadın örgütlerinin de kadın grubumuzun çalışmalarına katılması bizim için hayati önem taşıyor. Tüm feminist kadın örgütlerinin, örneğin sendikaların kadın örgütlerinin, derneklerin kadın örgütlerinin bir araya geldikleri, farklılıklarını taşıyarak ve bunlardan beslenerek yasama faaliyetine doğrudan müdahale edebildikleri bir araç olarak değerlendirmek istiyoruz kadın grubumuzu.

Nasıl bitirelim? “Son olarak söylemek istedikleriniz” derler ya hani… İlk sözleriniz diyelim biz, “nereden başlıyoruz?” diyelim… Daha çok konuşacağız çünkü…

Son sözümüz belki bu olabilir: Daha söyleyecek çok sözümüz var, daha yapacak çok işimiz var, daha görecek çok güzel günümüz var! Buna inanmaktan vazgeçmeyeceğiz, bunun için çaba göstermekten vazgeçmeyeceğiz! Ancak bu kadar çok duygunun, zorluğun ortasında çok daha büyük ve değişik bir güç ortaya çıkarabiliriz. Bazen sakinleşip kendi kendime kaldığımda bunu söylüyorum: Çok uzağa gitmeden, sadece bu bir yıl içerisinde çok büyük zaferler gördük, çok büyük sevinçler yaşadık, çok inanılmaz coşkular yaşadık ve aynı zamanda çok büyük acılar yaşadık, yıkıldık, düştük ve yeniden kalktık. Yani her şeyin en iyisini ve en kötüsünü gördük. Böyle bir “en” eşiğine geldiysek bu noktadan sonra asla küçük bir sonuç çıkmaz. Bu noktadan sonra, bu “en”leri yaşadıktan sonra, en iyi sonuçları çıkarabileceğimize, en güzel günleri yaratabileceğimize hâlâ inanıyorum.

Share Button