Gezinin Kalan’ı

Hazel Halavut

Kimsenin acısı kimseye değmiyordu. Ve sizin ulus-devletiniz, milliyetçiliğiniz, devlet geleneğiniz böylesi bir değmeme halini, böylesi bir umursamamayı açıklamaya yetmiyordu. Anlatabiliyor muyum? Hayır. Anlatamıyorum. Zaten kim anlatabilmiş ki anlatılamayanı?

Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya

Gülten Akın/ “İlkyaz”

Kelimelere inanır mısınız? Ah! İnanmaz olur musunuz hiç? “Söylem” deyince akan sular durur; kelimeden güçlüsü, kelimeden kurucusu, sürü’cüsü, sürdürücüsü, seyyahı, seyyaresi yoktur. E malum, söylem söylemeden olmaz. Söylemin peşi sıra “politik doğruculuk” buharlaştırır donmuş suları. “İlişkilenmeden ilişkilenmelerin hastayız!” çağında doğruculuk denen doğrulayıcılık (ama yalnızca kendini) da kelime’yi ciddiye alır. E yine malum, kelime yalnızca kelime değildir söylemde de söylemin doğruculuğunda da.Velhasıl siz kelimelere inanırsınız “politik arenada”. Ama “şiir” deyince nedense bir rehavet, hoşluk, bir naiflik sarar mimiklerinizi. Sarmasın mı? Sarsın tabi. Ama o naiflikte, başladığı gibi biter şiirin alanı. Şiir politik arenaya dâhil değildir. Dahası, şiir arenanın dışıdır zaten. (Politika ile boğa güreşlerine aynı mekânı yakıştırmak varsın arenacıların derdi olsun!) Yani siz, arenada kelimeye ibadet edenler elbette şiir de seversiniz. -Sevmez olur musunuz hiç?- Ama nedense inanmazsınız şiire, söyleme, eğri büğrü bir politikanın doğruculuğuna inandığınız gibi. Siz kim misiniz? Ne bileyim ben. Kategoriler, analizler, söylemler, cümbüşlerle konuşmadan konuşan, yazmadan yazan, yaklaşmadan anlayanlarsınız işte. Siz kendinizi bilirsiniz. Hatta siz, iyi bilirsiniz.

Aramızda mısınız? Amargi okur musunuz? Buralarda bir yerde, hemen köşe başında ya da ta yukarılarda mısınız? Sözüm ulaşır mı size? Bilmiyorum. Ama birinizden birine ulaşacaksa yazdıklarım, şu söyleyeceğimi not edin Allah aşkına: Her şeyin bir sonu var mı yok mu bilmem ama sonlu şeyler var hayatta. İlişkilenmeden ilişmelerin, aramadan bulmaların, ezberden politika, politikadan kariyer, kariyerden ezber üretmelerin, sizin bildiğiniz gibi bilmelerin, dertlenmeden/dokunmadan/dokunulmadan biliciliğin bir sonu var. Hiç değilse bunlardan bugüne kadar yediğiniz türlü çeşit ekmeği (zeytinli, üzümlü-bademli, varsa kesin havyarlı, hayranlı, akademik titrli, köşeli, kameralı, “aman şöyle baş köşeye buyrun”lu ekmekler) böylesine kolay hazmedebiliyor oluşunuzun bir sonu var. Benimkisi umut tabii. Nur topu gibi, üç aylık, miniminnacık, tazecik bir umut. Evet bildiniz, Gezi’ye getireceğim sözü.

Gezi’de yüzlerce, binlerce kişi bakışının ucundaki resme şiir yakıştırdı, aklında uçuşan dizelerle koştu parkın eteklerinde, sokaklarda, meydanlarda; hiç olmadığı kadar şiirle yoğurdu gününü, gecesini. Mizah, evet, apaçık ve güzelim bir damarıydı Gezi’nin ama hiçbir direnişe bu kadar çok şiir de sızmamıştı bugüne dek. (Duvarlarda, dövizlerde, basın açıklamalarında ve Gezi üzerine sayısız karalamadaki şiirlerin neredeyse tamamının İkinci Yeni olması da bir başka yazının konusu.) Siz televizyonlarda ve gazete köşelerinde “orada” ne yaşanıyor olduğunu ciddi kelimelerle açıklarken, bu tarafta insanlar yaşadıklarını ve daha sıklıkla da yaklaştıklarını şiirle, şiir kelimeleriyle çağırıyorlardı. Neden biliyor musunuz? Gerçekten soruyorum, bunu da biliyor musunuz? 90’lı kuşak daha fazla mı şiir okuyor? Şiirsel ifade hareketin romantik olmaktan öteye gidemeyen karakterini mi yansıtıyor? Kitle bugüne kadar yaşanan direnişlerle arasındaki farkı şiirle mi işaretlemeye çalışıyor? Hiç sanmıyorum. Ben mi? Hayır ben de bilmiyorum cevabı ama seziyorum. Sayılır mı?

Sezdiğim şudur: Sizin Gezi’yi bilinebilir, hesaplanabilir, ölçülebilir kılma turlarına başladığınız o ilk dakikalarda, Gezi de kendine dair bir sırrına varılmazlığı tanıyor, içeriyordu şiirle. Gezibilim’in asla kapsayamayacakları, analiz edip satamayacakları bir bir işaretleniyordu mısralarla. Sizin tüm bilinebilir kılma çabalarınıza karşı (Moderniteye bağlasam iyiydi değil mi? Artık o kadarını da siz yaparsınız. Hatta siz, daha iyi yaparsınız!) Gezi’de kendini bildirmeyen, okutmayan, açıklamayan bir güzel bilgi ortaya çıktı. Herkese başka yerinden dokundu, her dokunduğunu başka yerinden güzelleştirdi. Şiir başlarda bu güzel bilgiyi dile dökemiyor olmanın sonucuydu belki. Ama gün geçtikçe ve siz “orada” ne olup bittiğini açıklamaya devam ettikçe, başka türlü bilmenin, başka türlü ilişkilenmenin ifadesi oldu. Oğuzcuğum Atay der ya hani -bilirsiniz mutlaka- “anlatamıyorlar anlatılamayanı”, işte Gezi’de şiir anlatılamayanı anlatmak yerine ona yaklaşmanın eylemiydi. Sormazsınız ya, yine de bir gün ola ki soracak oldunuz bana Gezi’de devrimci olan neydi diye; biliciliğe ve ilişkilenmeden ilişmelere karşı bu başka türlü bilme ve ilişkilenme biçimine kapıyı aralamasıydı bana kalırsa. Gezi’nin güzel bilgisi sezgiye, duyuşa, hissedişe dairdi. Bundan ala umut mu olur?

Emin olun sizin sorduğunuz soruyu ben de soruyorum kendime sık sık: Abartıyor muyum? Sonra hatırlıyorum bir bir o tuhaf ve benzersiz karşılaşmaları. Zihnimde Geyikli Gece’nin uçuşan mısralarıyla, serin bir solukla ve aynı anda soluksuzlukla, kalp çarpıntısıyla, hem o kadar çok hem hala ben olmakla, bütün bunların kırılganlığıyla sarhoş gibi dolaşırken ortalıkta nasıl karşılaşmıştım bir duvarda “O.Ç Tayyip”lerin, “Bu Gaz Bir Harika Dostum”ların arasında “Direnişimiz Karadır Abiler”le… Daha ilk günüydü Gezi’nin ve Taksim’in bizim oluşunun. Hemen sonrasında parkın içinde “Gülmek Bir Halk Gülüyorsa Gülmektir” çıkmıştı karşıma; ve kalakalmıştım İstiklal Caddesinin girişindeki duvarda “Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan/ eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar”la karşılaştığımda. Çadırının önüne yorgun argın serilmiş genç bir kadın telefonda konuştuğu arkadaşına gelirken beyaz V yaka T-shirtini, şarj aletini, üçüncü rafta duran şiir kitaplarından birkaçını ve banyodaki günlük pedleri getirmesini söylediğinde de aynı sarhoşlukla bakakalmıştım ona. Bakışıma gülümseyip,“şiirden başka bir şey okuyasım yok. Günlük ped asrın icadı değil mi?” demişti de, ah! nasıl anlamıştım onu, bir bilseniz. Sahi, unutmuşum. Siz zaten bilirsiniz.

Bizden önceki kuşaklarla bizlerin, 70’ler soluyla Gezi direnişçilerinin arasındaki farklar sizin uzmanlık alanınıza girer. Burnumu sokacak değilim. Ama 80’lerde doğmuş olmak hayatımın zehirli bilgisi olduğu ve etrafım benim gibi 80’in kara mührüyle damgalanmışlarla dolu olduğu için bir küçük kelam edeyim izninizle. 70’lerin solcularıyla biz 80 sonrası doğmuşların ve doğmuş olduğu milada rağmen politikayla bir biçimde uğraşanların arasında bir farkı işaretleyeceksek illa şunu seçer, altını kalın kalın çizerim ben: Biz bu ülkeyi hiç sevemedik. Türkiye ve Türklük’e dair her şey öyle bir devlete bulanmıştı ki sevilesi bir tek zerreciğini bulamadık. Bir zamanlar belki güzel tınlayan halk, başından beri toplumdu bizim için. Ve içinde yaşadığımız toplum bir koca umutsuzluktu sadece. Biz savaşa doğduk. Savaşın tüm yüzleri çirkinleştirdiği, herkesin devletle bir olup bir ağızdan konuştuğu zamanlara doğduk. Sol geleneğin dilindeki o güzel halk geçmişe dair, biraz da gırgır geçilesi bir ütopyaydı yalnızca. Sonra hırsa, kalkınmaya, saldırgan yükselişlere, durup dinlenmeden konforlu bir geleceğe dair planlar yapmaya doğduk. Adı konulamayan bir yalnızlığa doğduk. Kendinden başkasını umursamamanın hayat bilgisi olduğu bir zamana doğduk. Biz bu ülkeyi hiç sevemedik.

Hani televizyonlarda belli dönemlerde sanki düğmenize basılmış gibi hep bir ağızdan tutturduğunuz “yüzleşme” diye bir meret var ya, biz onun imkânsızlığına doğduk. Çok bildiğiniz için asla bilemediğiniz, fark edemediğiniz şey şuydu: Yüzleşecek bir şey yoktu ortada. Kimsenin bir takım gerçekleri öğrenip sarsılacağı, “Vay be, Kürtlere ne eziyetler yapılmış”, “12 Eylül’de neler çekmiş insanlar” diyeceği yoktu. Basitçe ve korkunçça umurunda değildi insanların. Bu topraklarda toplum dediğiniz her kimse, kimlerden oluşuyorsa –ki çoğu kez egemen olandan oluşuyor yalnızca- kendinden başkasına olanı umursamamakta yatıyordu tohumu. Biz böyle gördük, böyle yaşadık. 12 Eylül’de neler yaşandığı kimsenin umurunda değildi, başka bir Eylül’ün 6’sında yaşananların umurlarında olmadığı gibi. Savaş umurlarında değildi kazanan tarafta olmak arzusundan başka. Leyla Erbil’in Kalan’ını yapan yok etmeler, sürmeler, kovmalar, katliamlar, koca bir coğrafyayı hayaletler ülkesine çeviren zulüm umurunda değildi kimsenin. Hiç birine musallat olmuyordu o hayaletler. Tarihin 1915’i yaşanmamıştı hiç. Kimse kederlenmemişti yoklukla. Dersim ilk kadın pilotun Cumhuriyet’e attığı bir imzaydı sadece. Hem zaten bütün bu meseleler siyasiydi, siyasetin işiydi. Soykırımla katliam arasındaki fark sizin uzmanlıklarınız belirleyeceği bir takım hesaplardı. Bütün bu dehşet dış güçlerin, iç mihrakların, düğmelere basanların, kalkınmayı engellemeye çalışanların oyunlarıydı. Kimsenin acısı kimseye değmiyordu. Ve sizin ulus-devletiniz, milliyetçiliğiniz, devlet geleneğiniz böylesi bir değmeme halini, böylesi bir umursamamayı açıklamaya yetmiyordu. Anlatabiliyor muyum? Hayır. Anlatamıyorum. Zaten kim anlatabilmiş ki anlatılamayanı?

Gezi’de umut böylesi bir umutsuzluktan doğdu işte. Hepimiz olmasa da binlercemiz hayatında ilk kez bu ülkeyle, içinde yaşadığı toplumla barışık bir mutluluğu yaşadı. Daralmış bedenler genişledi. Herkeslerin boyu birkaç santim uzadı, yüzleri serinledi. Bakışmak diye bir şey oldu. Devlet aradan çekilince hayatın bilgisi değişti. Hayır, o kadar da naif değilim. Kimse kimseye tam anlamıyla dokunmadı henüz. Hayaletleri kendine musallat edecek kadar başkasının derdiyle kederlenmedi. Umursamama zehri akmadı bedenlerden. Kimse, hiç birimiz arınmadık Gezi’de. Ama bir şey oldu. Anlamak ve anlatmanın dışında bir şey; hiç olmayan, olmaz sandığımız bir şey. Yaklaşmak oldu Gezi’de.

Yaklaşmak nedir, nasıl anlatayım ben şimdi size? Ama şu kadarını söyleyebilirim: Gezi’deki şiir yaklaşmakla ilgiliydi (hatta bana kalırsa mizah da öyle). Birbirine yaklaşmaktan, yakınlaşmaktan bahsetmiyorum. Sizin büyük büyük siyasi kategorilerinizi, tane tane açıklamalarınızı, her bir şeyi biliciliğinizi yerinden edecek bir bilme/ilişkilenme biçimi olan yaklaşmak’tan bahsediyorum. Kendi bilinmeyeniyle barışık, parçaları sökülüp teker teker analiz edilip yeniden birleştirilemeyecek, bütünlüğüyle kendini size okutmayan bir yaklaşmak. Marc Nichanian, Edebiyat ve Felaket’te 1915 için Felaket (Ağed) kelimesini kullanan ilk Ermeni yazar Hagop Oşagan’ın bu kelimeyi nasıl kullandığını anlatır. 1915’ten sonra tüm Ermeni edebiyatçılar gibi Oşagan da anlatılamayanı anlatmaya çalışmanın esaretindedir ve yazdığı romanın (Mnatsortats) amacını şöyle ifade eder: “Felaket’e yaklaşmak”. Felaket asla bilinemez, ölçülüp, hesaplanılamaz, açıklanamaz çünkü. Mümkün olan tek şey ona yaklaşmak’tır.

Kelimelere inanır mısınız? Yaklaşmak nasıl başka yaklaşmalara kapı aralayabilir, farkında mısınız? Sizin sert ve kupkuru biliciliğinize karşı yaklaşmayı yeni ve taptaze bir bilme, ilişki kurma biçimi olarak deneyimleyen Gezi’de şiirden daha inanılası bir şey neden yoktu, düşünüp az biraz hayıflanır mısınız? Ya da iyisi mi siz sizliğiniz tadına doya doya varın. Bizim dilimizde Haziran’da kalma benzersiz tatlar var şimdi ve adını bulacak daha nice aylar…

… Nedir mi mutluluk diyorsun

Bir eylülü gitmek belki de böyle

(Eylül ki en kanayan aydır tarihte)

İlhan Berk-“Aşklar içinde Bir Kentin Herhangi Bir Kentin”

Share Button