Aşkta Kimse Hükümdar Değil

fotoğraf bogdan dziworski

Lauren Berlant ve Michael Hardt’la Söyleşi
Heather Davis & Paige Sarlin

Çeviren: Simge Sargın

Mayıs 2011’de Banff Sanat Merkezi’nde Research in Culture programının açılışı sebebiyle düzenlenen “On the Commons; or, Believing-Feeling-Acting Together” etkinliğinde öğretim üyesi misafirimiz Laurent Berlant ve Michael Hardt’la bir araya gelerek onlara aşkı politik bir kavram olarak nasıl kullandıklarını sorduk. Her ikisi de aşk tabirini bağımsız toplumsal ve öznel oluşumlar aracılığıyla düşünerek politik söylemi yıkmak için kullanıyor. Her iki düşünür için de aşk, değişen toplumsal imgeleri anlamaya yarayan kolektif bir dönüşüm aracı. Fakat bunun nasıl gerçekleştiği konusunda iki düşünürün görüşleri farklılaşıyor. Michael Hardt, Banff’ta Marx hakkında verdiği bir derste toplumsalı düzenlemek amacıyla paranın ya da mülkün yerine aşkın konulması ile yeni toplumsal ve politik tasarıların oluşturulabileceğini öne sürdü. Daha da genellersek, Hardt, aşkın ontolojik açıdan kurucu ya da üretici bir güç olarak pozisyonundan bahsetti. Lauren Berlant ise aşkın tanımını yaparken onun hayatlarımızı altüst eden ve kendimizi aşmamıza kapı aralayan yönlerine odaklanıyor. Bu yüzden Berlant’a göre, aşk ve iyimserlik kavramları bazı zorluklar ve toplumsal değişiklik yaratmayı içeren yatırımları ön plana alır, henüz bilmediğimiz ama işlerin iyi gideceğini ümit ettiğimiz bir dünyaya olan bağlılığı inşa eder. Tüm röportaj boyunca Berlant ve Hardt birbirlerinin iddiaları arasında, çeşitlilik ve uyumsuzluk modelleri aracılığıyla bir tür ilişkisellik örgütlediler. Böylece queer topluluklardan neo-anarşist düzenlere kadar uzanan toplumsal değişim aktörlerinin aktivist projelerini yansıtmak, ortaya koymak ve teşvik etmek için konuştular. Hemen arkalarındaki pencereyi çerçeveleyen dağ manzarası ile birlikte, bu iki muhteşem düşünürün birbirleriyle sohbetini izlemek nefes kesiciydi. Birbirlerinin fikirleri arasında gidip gelmeleri, fikirlerini açıklamaları ve birbirlerine karşıt düşünceler oluşturmaları, entelektüel zenginliklerinin, diyaloglarının ve ortak çabalarının bir kanıtıydı.

İşte o konuşmaların bir kısmı:

Heather Davis : Aşkı merak uyandıran ya da politik açıdan ilgi çekici kılan şey nedir?

Michael Hardt : Aşkı önemli kılan şey, ki bu büyük ihtimalle aşkın özü bile değildir ama, onun mantık, tutku ve arzunun siyaset içindeki rolüyle ilgili farklı kavramsallaştırmaları yıkıp geçmesidir. Bunu gerçekleştirmenin pek çok başka yolu var ama aşkı politikanın merkezine yerleştirmek politikayı yönlendiren çıkar nosyonunu ortadan kaldırır. Aşk, siyaset alanı içinde duyguların rolünü merkezileştirir.

İlgimi çeken bir diğer şey de aşkın siyasetin birleştirici ve dönüştürücü gücünü nasıl düzenlediği – birleştirici, dönüştürücü ve aynı zamanda sürdürülebilir gücünü. Eğer bu sadece bir toplumsal bağ ve tutku ya da bağın kırılması ve dönüşümü meselesi olsaydı yetersiz olurdu. Ama bana kalırsa aşkın politik süreçte özellikle birleştirici ve dönüştürücü bir güç olması gerekiyor.

hardtAşk ya da dünyadaki başka şeyler hakkında kafam karıştığında çok anlaşılır olması nedeniyle sık sık bana yardımcı olan Spinoza’nın açıklamalarını düşünürüm. Spinoza, aşkı mutluluğumuzun artışı olarak betimler, bu demek oluyor ki bir dış etkeni kabullenmeyle birlikte düşünme ve hareket etme gücümüzün de artmasıdır aşk. Spinoza’nın neden öz-sevginin mantıksız bir kavram olduğunu söylediğini anlayabilirsiniz, çünkü kendini sevmek herhangi bir dış etkeni gerektirmez. Bu nedenle aşk kolektif ve yayılmacı bir kavramdır; gücümüzü ve böylelikle mutluluğumuzu artırır. Aşkın dönüştürücü gücü üzerine düşünmenin bir yolu şu olabilir; kendimizi her zaman aşkta kaybederiz fakat bu kaybedişin bir süresi vardır ve kolay kolay bitmeyen bir süreçtir. Küçük bir metaforla anlatmak gerekirse; aşkı bir kas olarak düşündüğünüzde bu kas bir çalışma gerektirir ve çalıştıkça güçlenir. Aşk da gücünü artırmak için çalışmaya ve bu çalışmayı da birçok şeyle işbirliği içinde yapmaya ihtiyacı olan toplumsal bir kastır.

Lauren Berlant : Kullandığın metafor hakkında şöyle bir şey de söyleyebiliriz Michael, kas yapmak için tendonlarını yırtmak zorundasındır.

Ben genelde aşktan, insanların dönüşmek istediklerini gerçekten kabul ettikleri bir kaç andan biri olarak bahsederim. Bu yüzden aşk, travmasız bir dönüşüm gibidir ama bu istikrarlı bir dönüşüm olduğu anlamına gelmez. Bu dönüşümün bir garantisi yoktur, diğer tarafın nasıl olduğunu bilmezsin çünkü, bir tür ilişkiselliğin içine giriyorsundur.

berlantAşka dair en sevdiğim şey, onun toplumsalın mümkün olduğuna dair bir kavram olması, bu demek oluyor ki aşk asla otoriter değil. Aşk her daim, amaçsızlaşmaksızın kendi amaçlarına olan bağlılığını ihlal etmeye dayanıyor. Ben aşkın bu doyumsuz halini seviyorum. Eşsiz şeyleri istiyorsun ve o eşsiz şeyleri şimdi istiyorsun; ‘şimdi’ işin en önemli kısmı.

Bu bağlamda süre konusu da oldukça önemli, çünkü süre çeşitli biçimlerde işliyor. Kimisi bu süreyi kafasında tutuyor, kimisi de ilişkisinde. Muntazam bir ilişkide aşk süreklilik kazanabilir fakat deneysel bir ilişkide aşk kesintilere uğrayacaktır.

Toplumsal bir değişim planladığınızda, vaad edebileceğiniz bir dünya hayal etmek zorundasınız, baştan çıkarıcı olabilecek bir dünya, insanları içine atlamaya ikna edebileceğiniz bir dünya. Fakat bu atlayılar biraz tuhaftır ve aslında o kadar da güzel değildir. Karaya indiğinizde büyük ihtimalle düşersiniz, bileğinizi burkarsınız ya da birine çarparsınız. Toplumsal değişim talep ederken, atlayacağınız yerde minderlerin olacağını bilmek istersiniz. Aşk işte tam da bu yüzden baştan çıkarıcı bir şey, siyaset teorisini tarihsel olarak duygular düzleminde de süreklilik sağlama çabasına yönlendiren bir şey. Tarihsel, toplumsal ya da gündelik düzlemlerde deneyimlenmese de, duygusal açıdan ve politik bir proje olarak bir tür dayanak noktası teşkil eden bir şey.

Michael Hardt : Aşkın otoriter olmama durumuyla başlayalım. Bakın bunu sevdim. Aşkın temel motivasyon kaynağı olarak içerildiği bir politik tasarı düşünecek olursak, orada otoriter eğilimlerin yerinin olmayacağını söylüyorsunuz. Bu oldukça ilgi çekici ve güçlü bir görüş. Sanırım burada eşzamanlı olarak farklı düzlemlerden hareketle, benin ve toplumsalın söz konusu aşk olduğunda birbirleri üzerinde egemenlik kuramayacaklarından bahsediyoruz.

Aşkla meşgul olduğumuzda en azından belirli türden bir iktidardan vazgeçmiş oluyoruz. Egemenlik kavramı, aşktan doğan bir toplumsal dönüşümü açıklamakta hangi açılardan yetersiz kalabilir? Eğer egemeni karar veren kişi olarak düşünecek olursak evet, aşkta karar verme yetkisini elinde bulunduran kimse yok. Bu demek değil ki ortada karar diye bir şey yok, ama bunun yerine, karar veren ‘hiç kimse’ var denilebilir. Bu ilginç ve zorlu bir soru gibi görünüyor: Egemensiz bir toplumsal dönüşüm nasıl mümkün olabilir? Buna nasıl karar verilir ve ne sonuca varılır? Böyle bir hamle, bir şekilde organize olmayı gerektiriyor; kurumları, gelenekleri ya da alışkanlıkları değilse bile belli başlı karar alma süreçlerini örgütlemeyi gerektiriyor. Aşkın politikasında benim için önemli olan şeylerden biri, bağımsız bir politika ya da özgür bir toplumsal dönüşüm ihtimali. Aşkı politik bir mesele olarak düşünmek ya da onu bir şekilde politik bir projenin içine dahil etmek, bizi otoriter olmama durumunu kavramsal, pratik ve örgütsel açıdan düşünmeye zorluyor.

Heather Davis : İkinizin de aşkın hem toplumsal hem de kişisel açıdan otoriter olmayan bir proje oluşundan bahsetmeniz çok ilgimi çekti. Eğer belli bir tutarlılıkla katmanların her kısmını anlamaya çalışırsak, dönüşümle egemenlik arasındaki ilişkiyi nasıl tarif edebiliriz?

Michael Hardt : Bazı temel noktalarla başlayacağım. Siyaset teorisi geleneğinin içinden düşündüğümde otoriter olmayan bir politika biçiminin nasıl olabileceği çok da net değil: Böylesi genellemeler yapmak çok zor. Ama geleneksel siyasal teori temel olarak birinin karar verici rolüyle ilgili; bu kişi bir kral, bir parti ya da liberal bir birey ve hatta hepsi birden olabilir. Bu noktada, karar yalnızca o kişi tarafından verilebilir, bu hem benim hem de Toni Negri’nin çokluk kavramıyla ilgili ilginç şekilde zorlayıcı bulduğumuz bir şey. Çokluk nasıl karar verebilir? Bana göre, siyasetin ve siyaset teorisinin düşünülebilmesi için karar alma sürecinin örgütlenmesi esastır. Bunu bireysel düzeye de uygulayabileceğimizi düşünüyorum. Çokluk olarak birey, otoriter olmayan bir tarzda, tutarsız ve aciz bir kalabalığa dönüşmeksizin nasıl karar verebilir? Bunun olması için gerekli olan şey – yine siyaset teorisi düzeyine dönecek olursak – kolektif yapıların veya çokluk yapılarının toplumsal karar verme süreçlerine nasıl olanak sağladığını anlamaktır. Ayrıca, çokluğun yönetimi anlamına gelen uzunca bir demokrasi geleneğimiz de var ama bu aynı zamanda etkisiz bir gelenek ya da bazen su yüzüne çıkamayabiliyor. Meseleyi anlamanın ya da ona meydan okumanın tek yolu bu gibi görünüyor.

Lauren Berlant : Bence egemenlik hemen hemen her şey için kötü bir kavram. Egemen olma arzu uyandıran bir kavram ve arzu uyandıran kavramlar genelde normatif kavramlar olarak düşünülüyor, daha sonra da kendisini realizm olarak devam ettiriyor. Bana kalırsa egemenlik kavramında olan şey de bu. Bu yüzden ‘Yavaş Ölüm’de (Slow Death) dediğim gibi egemenliği fırlatıp atmalıyız. Fakat insanlar bu kavrama o kadar çok bel bağlamış ki, bunu gerçekleştiremeyebiliriz, zira hayaletlerin var olup olmadığı kararını da siz veremezsiniz. Bir şeyleri içeriden değiştirmenin bir yolunu bulmak zorundasınız.

Bunu gerçekleştirmenin bir başka yolu da, tutarsızlıkla farklı bir ilişki geliştirmekten geçiyor. Bence queer teoriyle ve aşk teorisi birbiriyle ilişkili; queer teori öznenin dayandığı ya da bağlandığı nesnelerle ilgili duygusal tutarsızlığını kabul eder. Bana kalırsa tutarsızlıkla ilgili politik bir pedagojiye nasıl sahip olabileceğimiz hakkında denemek ve düşünmek önemli bir şey. Konum almak bir bireyin tutarlı, amaç sahibi, eyleyen ve amaçları doğrultusunda kendisiyle yüzleşebilen bir varlık olduğunu göstermez. Fakat öznenin tutarsızlığını yadsımadan durumsal kesinliğin ortaya konulabileceği bir yol olmalı. Bir bireyin kendi tutarsızlığının tanınması, bireyin karmaşıklığının ve çelişkinin politika ile hiçbir zaman çözülemeyeceğinin kabulü, egemenin olmadığı bir siyaseti teorik açıdan düşünmemizi mümkün kılar. Ama hâlâ pedagojinin ilgisini gerektiren farklı taleplerin, bağlılıkların, alışkanlık ve arzularımızın yönlendirilme yollarına karar vermenin, çözmenin, bu yollar için ve bu yollar üzerinde çalışmanın bir yolunu bulmak zorundayız.

Her zaman kullandığım bir cümlem var, birçok cümle gibi hayatımda yer etmiş bir cümle; uzunca bir süre bunun tatmin edici bir cümle olduğunu düşünsem de üzerine pek de öyle düşünmemiş olduğumu fark ettim. Mesela, kriz kültüründe sıfır ve bir arasında kumar oynarken; gelişimi denen şeyi hep parantez içine alıyoruz. Hayatta kalmak zafer gibi gözüküyor ve bu berbat bir şey. Ben gelişimi istiyorum. Fakat gelişim derken neyi kastediyorum? Gelişim ile eş anlamlı olduğunu bildiğim kelimeler neler? Çok da fazla değil. Bu ilginç değil mi? Kullandığınız sözcük sizi mutlu ediyor. Fakat sizi mutlu etmesi, mutluluğunuzu arttırdığı anlamına gelmiyor. Daha çok bir tür rahatlama; bir tutarsızlık abidesi olduğunuzu anlamak fakat bu tutarsızlıklar tarafından mağlup edilemeyeceğinizi hissetmek gibi.

Palge Sarlin : Peki neden şimdi hayal etme kısmına geçildi? Neden aşk sözcüğü?

Michael Hardt : Bugünün söylemlerini düşündüğümde, egemenliğe, istisnai duruma antagonistik bir biçimde fazlaca odaklanmışız gibi geliyor. Bu söylemler daha fazlasını isteme ihtimalinin önünü hemen ve kaçınılmaz bir biçimde tıkıyor. Karlı karşıya kaldığımız egemenliğin kudretine dair algımız, hukukun içinde ve dışında işleyen iktidara yakın zamanda karşı koymanın imkânsızlığına yol açıyor ve bizleri çıplak hayatın içine atıyor. Bunların hepsi arzunun kırılganlığını pekiştiriyor; farklı olmasını istediğiniz dünya için, neredeyse ‘tabii ki olamaz’, ‘tabii ki sen güçsüzsün ve bu yüzden ne istediğinin önemi yok’ deme noktasına geliyorsunuz. Bu yüzden bugünün hakim politik analiz biçimleri ve politik söylemlerine karşı aşktan söz etmek önemli bir itiraz noktası gibi görünüyor. Böyle bakmak aynı zamanda bugün ortaya çıkan birtakım şeyleri ve toplumsal hareketleri ya da politik hareketler içinde süregelen teorileştirme biçimlerini birbirine bağlayacaktır. Bu sebeple aşk kavramı, hakim teorileştirme biçimlerinin tersine geliştirilmeye değer olarak görülen dipteki akıntının adını koymaya yarıyor.
Lauren Berlant : Politik aşk söylemi her zaman ya da uzun zamandır toplumsalı düşünürken dini göndermelerle ilişki içinde kullanılıyor. Burada kısmen yapmaya çalıştığımız şey, aşkı farklı pratiklerle açığa çıkan politik hareketlerin ve yeni toplumsal ilişkilenmelerin eylem alanına yeniden sokmak. Michael, neo-anarşistlerin bu enerjiye çoktan sahip oldukları konusunda haklı. Eğer diğer politik hareketlerle ilgili pratik odaklı bir düşünme biçiminiz varsa bu, uzaklarda bir yerde bir ruh, buradaysa yaşamı yeniden düzenleme işini yapan daha maddi bir şey olduğu fikrini reddetmenizi ve her ikisi için ortak bir dil bulmanızı gerektirir. Bu, olumlu anlamda sarsıcı, yalnızca bir tür düşünme değil eyleme biçimi de olan ve hatta insanlara yeni ilişkisellik biçimleri kurarak riske girdiklerinde bunun dönüştürücü sonuçlarını gösterebilecek olan bir yöntemdir.

 

Share Button

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir