Çeviri
Aşkta Kimse Hükümdar Değil

Lauren Berlant ve Michael Hardt’la Söyleşi
Heather Davis & Paige Sarlin
Çeviren: Simge Sargın
Mayıs 2011’de Banff Sanat Merkezi’nde Research in Culture programının açılışı sebebiyle düzenlenen “On the Commons; or, Believing-Feeling-Acting Together” etkinliğinde öğretim üyesi misafirimiz Laurent Berlant ve Michael Hardt’la bir araya gelerek onlara aşkı politik bir kavram olarak nasıl kullandıklarını sorduk. Her ikisi de aşk tabirini bağımsız toplumsal ve öznel oluşumlar aracılığıyla düşünerek politik söylemi yıkmak için kullanıyor. Her iki düşünür için de aşk, değişen toplumsal imgeleri anlamaya yarayan kolektif bir dönüşüm aracı. Fakat bunun nasıl gerçekleştiği konusunda iki düşünürün görüşleri farklılaşıyor. Michael Hardt, Banff’ta Marx hakkında verdiği bir derste toplumsalı düzenlemek amacıyla paranın ya da mülkün yerine aşkın konulması ile yeni toplumsal ve politik tasarıların oluşturulabileceğini öne sürdü. Daha da genellersek, Hardt, aşkın ontolojik açıdan kurucu ya da üretici bir güç olarak pozisyonundan bahsetti. Lauren Berlant ise aşkın tanımını yaparken onun hayatlarımızı altüst eden ve kendimizi aşmamıza kapı aralayan yönlerine odaklanıyor. Bu yüzden Berlant’a göre, aşk ve iyimserlik kavramları bazı zorluklar ve toplumsal değişiklik yaratmayı içeren yatırımları ön plana alır, henüz bilmediğimiz ama işlerin iyi gideceğini ümit ettiğimiz bir dünyaya olan bağlılığı inşa eder. Tüm röportaj boyunca Berlant ve Hardt birbirlerinin iddiaları arasında, çeşitlilik ve uyumsuzluk modelleri aracılığıyla bir tür ilişkisellik örgütlediler. Böylece queer topluluklardan neo-anarşist düzenlere kadar uzanan toplumsal değişim aktörlerinin aktivist projelerini yansıtmak, ortaya koymak ve teşvik etmek için konuştular. Hemen arkalarındaki pencereyi çerçeveleyen dağ manzarası ile birlikte, bu iki muhteşem düşünürün birbirleriyle sohbetini izlemek nefes kesiciydi. Birbirlerinin fikirleri arasında gidip gelmeleri, fikirlerini açıklamaları ve birbirlerine karşıt düşünceler oluşturmaları, entelektüel zenginliklerinin, diyaloglarının ve ortak çabalarının bir kanıtıydı.
Çernobil’in Babuşkaları: Yasak bölgeyi terk etmeyen kadınlar

Holly Morris- Çeviri: Özde Çakmak [1]
26 Nisan 1986’da, Çernobil’in 4 numaralı güç santralinin reaktörü soğutma deneyinin ardından patladı. Bu patlamanın ardından gelen nükleer yangın on gün sürdü ve Hiroşima’ya atılan bombadan dört yüz kat daha fazla radyasyon yaydı.
Bugün Çernobil’in toprağı, suyu ve havası dünyanın en kirlileri arasında. Reaktör, sınır polisleri, pasaport kontrolü ve radyasyon izlemesi ile tamamlanan karantinaya alınmış bir tarafsız bölge olan bin milkarelik “yasak bölge”nin merkezinde.
Böyle bir yıkımın ortasında, Çernobil’deki insanların hikâyesi genellikle kayboluyor. Bu kaybolan hikaye, karantina altına alınan ve insansızlaştırılan yasak bölgede yaşamaya devam eden yüz otuz kişinin alışılmadık hayatını içeriyor. Bu yüz otuz kişinin neredeyse hepsi kadın. Kaza sırasında bölgeden yaklaşık 116000 kişi tahliye ediliyor, fakat bu kişilerin 1200’ü uzakta yaşamayı reddediyor. Şimdi 70’lerinde ve 80’lerinde olan ve bölgede yaşamaya devam eden kadınlar, kazadan kısa süre sonra kaçak yollardan evlerine dönen bu insanların hâlâ hayatta kalanları.
Neden Ben Sen Olamıyorum: Rebecca Solnit
Açüklama, kaygı ve gizli Budizm aktivisti ve yazar.
Caitlin D.- Çeviren: Melike Ölker
Rebecca Solnit’in çalışmalarına olan aşkım kentsel nezihleştirmenin San Francisco bölgesinin sakinlerini nasıl etkilediğini anlatan kitabı Hollow City’yi okuduğumda başladı. Bunun ardından Wanderlust: A History of Walking adındaki makalelerini topladığı kitabını, bir doğal afetten sonra toplum inşası hakkındaki kitabını (A Paradise Built in Hell: The Extraordinary Communities That Arise in Disaster) ve bir kadın olmanın zorluklarını incelediği sayısız kısa yazılarını bir çırpıda okudum.
Bu makalelerin biri ve daha sonra aynı isimli feminist yazılarının antolojisinde de yer almış olan Men Explain Things to Me’de, Rebecca artık günlük yaşantılarımızda da duyduğumuz bir kelime türetti: mansplaining (Erkeklerin sizin zaten bildiğiniz herhangi bir şeyi bilmediğinizi var sayarak anlatma ihtiyacı duymalarını tanımlıyor. 5Harflilerde yayınlanan bir yazıda kelimenin Türkçe karşılığı olarak açüklama önerildi.) Kesinlikle Rebecca Solnit’in yerinde olmak isterdim, bu yüzden onunla edebiyat dünyasına girmesinin nedenleri ve onu şu anki gibi dişli olmasını sağlayan günlük alışkanlıkları hakkında konuşmak için telefon görüşmesi yapmaktan büyük onur duydum.
CAITLIN: Yazmaya ne zaman başladınız?
REBECCA SOLNIT: Balerin olmak üzere başladığım kariyerimi arkamda bırakarak altı yaşımdayken profesyonel bir yazar olmak istediğime karar verdim. Kısa bir süre kütüphaneci olmak istemiştim ama sonra birinci sınıftayken bazı insanların tüm gün kitaplarla vakit geçirmediğini fark ettim –birileri onları yazmalıydı.
Büyük hayaller kurmak çok kolaydır ama onları gerçekleştirmek biraz daha alengirlidir. Bazen kardeşlerim yazdıklarımı bulur ve onlarla dalga geçerlerdi ben de bu yüzden evden ayrılana kadar pek fazla yazmadım. Liseye gitmedim çünkü ortaokul gerçekten tam bir ıstıraptı. Küçüktüm, sıskaydım, kötü giyinirdim, kıyafet alacak param yoktu ve sporlarda berbattım yani kusurluydum. Olduğum gibi davrandığım için yıllarca cezalandırılmaya mantıklı bakmıyordum. Alternatif bir ortaokulda iki yıl okuduktan sonra erkenden üniversiteye başladım. Üniversiteden İngilizce’de birinci dereceyle mezun oldum ve şunu fark ettim; artık nasıl okuyacağımı biliyorum ama hâlâ nasıl yazacağımı bilmiyorum. Bu yüzden halk eğitim, tam olarak seni durdurmaya çalışan birilerinden kaçan değil evden ayrılmış biri olarak, benim gibiler için bile oldukça makul fiyatlıyken Berkeley’de gazetecilik okuluna gittim. Evden 17 yaşımdayken ayrıldım. Ailem “Harika, artık büyüdün – kart yollarsın. Biz senin için daha fazla bir şey yapamayız.” dedi.
Neoliberalizm Tam Olarak Nedir?

Çeviren: Funda Karabacak
İklim değişiklikleri, ülkelerin zayıf refah düzeyi, 2008 mali krizi, hızla artan gelir eşitsizliği, politikada yıllardır süren hayal kırıklığı, milyar dolarlık maliyeti olan süper kahraman filmleri ve Tinder – bunlar neoliberalizme atfedilen sorunlardan sadece birkaçı. Ama aslında neoliberalizm nedir? İktisadi bir doktrin mi? Kapitalist yönetici sınıfın intikamı mı? Yoksa daha tehlikelisi mi?
Wendy Brown Undoing the Demos: Neoliberalism’s Stealth Revolution adlı kitabında bu sorunları ve daha fazlasını ele aldı. Brown’ın bu eseri için hem tarihi bir çalışma, hem felsefi bir tez hem de sorunlar üzerinde duran bir araştırma kitabı diyebiliriz. Neoliberalizm üzerine yapılan çalışmaların çok yaygın olmasına rağmen, Undoing the Demos ihmal edilen bir konu olan dünyayı geniş bir pazar olarak görmenin politik sonuçları üzerinde duruyor. Brown’ın vardığı sonuçlar çok katı olmasına rağmen bu sorunlarla daha etkili bir şekilde baş edebilmemizi sağlıyor.
—Timothy Shenk
Timothy Shenk: Undoing the Demos adlı kitabınızın başlangıcında “neoliberalizm” hakkında bir şeyler söylemenin özellikle de sol için bir rutin haline geldiğini belirtirken, kelimenin kendisinin “pek çok anlama gelebilen ve değişken bir ifade” olduğunu yazmışsınız. Sizin neoliberalizm tanımınız nedir?
Wendy Brown: Bu kitapta neoliberalizmi, her şeyin özel bir şekilde “ekonomiye dâhil edildiği” yönetim mantığın dâhilinde ele aldım: Neoliberalizm mantığında insanlar pazarın aktörü haline gelir; herhangi bir alanda yapılan aktiviteler pazara ait olur ve her türlü kişilik (kamu ya da tüzel; kişi, işletme veya devlet) bir şirket nasıl yönetiliyorsa o şekilde yönetilir. Ancak şunu belirtmemiz önemli, bu basitçe her yere yayılan bir metalaşma ya da parasallaşma durumu değildir – bu, sermayenin günlük hayatı değiştirdiğine dair eski Marksist bir tanımdır. Neoliberalizm, öğrenim görmek, birisiyle flörtleşmek ya da alıştırma yapmak gibi paranın belirleyici olmadığı alanlarda bile piyasa çözümlemeleri yapar. Bunları, pazar ölçülerine uydurur; pazar tekniği ve uygulamalarıyla yönetir. Hepsinden önemlisi bireyleri sürekli mevcut ve gelecekteki değerine göre hareket eden insan sermayesi olarak görür.
Aynı zamanda, neoliberalizm finansallaşma dönemine geldiği (ve teşvik edildiği) için, değişime açık olan “pazara açılma” biçimleri ürün ve malların değişimi bir yana bu ürün ya da mallarla ilgili olmayabilir de. Günümüzde bireylerden şirketlere, üniversitelerden devletlere, restoranlardan dergilere pazarın tüm aktörleri peşin kardan ziyade zihinlerinde belirledikleri değerlerini ve gelecekteki bu değerlerini şekillendirecek seviye ve sınıflandırmalarıyla ilgilenmektedir. Hepsi kişisel yatırımları aracılığıyla mevcut ve gelecekteki değerlerini artırarak sermayecilerin ilgisi çekmekle yükümlüdür. Pazarın finansallaşması için kişilerin blog hitini, retweetlerini, Yelp puanlarını, okul derecesini ya da Moody sıralandırmasını yükselterek seviyesini artırması ya da koruması gerekir.
Sermaye Günlerinde Aşk: Eva Illouz ile röportaj

Jesse Tangen-Mills- Çeviren: Nagehan Tokdoğan
Son dönemin önemli düşünürlerinden Eva Illouz ile duyguların yaratılmasında metaların nasıl bir rol oynadığı, modern terapi dili ve İsrail’in duygusal tarzı üzerine konuştuk.
Eva Illouz tutkunun günümüzde az bulunurluğundan bahsederken bunu gayet kasıtlı bir biçimde yapıyor. Alman gazetesi Die Zeit’in geleceğin en önemli düşünürlerinden biri olarak zikrettiği Illouz gerçekten de yirmi birinci yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olabilir. Peki, nasıl oldu da uluslar arası düzlemde bu denli popülarite yakaladı dersiniz? Sezgi. Illouz sinirini en çok neyin bozduğunu anlamaya çalışırken, aşkın bir tür boş zaman aktivitesine dönüşmesinden tutun, Freud’un Amerikan iş dünyasındaki popülerliğine ve günümüzde hakim olan psikoloji jargonuna kadar her şeyi incelemeye girişti. O bir tarihçi mi? Ya da filozof? Aslına bakarsanız daha iyi bir kavramımız olmadığı için ona kültür kuramcısı diyebiliriz. Gelgelelim diğer kuramcıların aksine onun fikirleri karmaşık bir sızlanmanın ötesine geçiyor; son derece şaşırtıcı ve etkileyiciler. Belki de bunun nedeni Illouz’un tüm sorgulamalarını samimiyetle yapıyor olmasıdır. Bazı şeyler ona dokunuyor, ya da kendi deyimiyle ona “dert oluyor”.
Kadınlara “kızlar” demeyi bırakın!

Hannah Jane Parkinson- Çeviren: Özde Çakmak
Bir fotoğrafçı, Eğitim Bakanı Nicky Morgan ve Enerji Bakanı Amber Rudd’a “kızlar” dediğinde ciddiye alınmadı. Neden? Çünkü onlar tamamen yetişkin kadınlar, evet kadın.
Kızlar. Orada, burada ve her yerde. Bir paparazzi fotoğrafçısına göre, 10 Downing Street’te bile insanın karşısına çıkıyorlar. Eğitim Bakanı Nicky Morgan ile Enerji Bakanı Amer Rudd’ın bir şipşakçıdan gelen “Günaydın, kızlar!” haykırışıyla karşılaştıkları anı yazıyorum.
Aynı zamanda kadınlar ve eşitlik bakanı olan Morgan etkilenmemiş görünerek cevabı yapıştırdı: “Kızlar mı? Kızlar mı?” Fotoğrafçı sonra özür diledi.
Morgan 42, Rudd ise 51 yaşında. İkisi de kız değil. Öyleyse neden kadınlara – yani yetişkinlere – kız demeyi sürdürüyoruz?
“Kızlar” tabiri gerçekten 13 yaş altıyla sınırlandırılmalı. Ondan sonra “ergen” önekini ekle ve derim ki 16 yaş civarı “genç kadınlar”a geçiş. Ve sonra 18’de: kadınlar. Zor değil.
“Kızlar” cinsiyet ayrımı olan oyuncaklar ve pembe renk diye bağırır. Şöyle okunur: çocukluk ve zafiyet.
Aile dostu politikalar acaba gerçekte kime dost?

Esnek çalışma saatlerinden, annelik babalık izinlerine, kısmi zamanlı çalışmadan kreşlere çalışanların ailedeki, toplumdaki rollerini kolaylaştırmayı hedefleyen çalışma hayatıyla ilgili “aile dostu” düzenlemeler, acaba hedeflendiği gibi işteki motivasyonu ve performansı mı artırıyor yoksa gerçekte yaşananlar pek çok alanda olduğu gibi yine kadınların aleyhine mi işliyor?
İşte bu soruyla yola çıkan bizler, New York Times’da 26 Mayıs 2015’te yayımlanan ve siz okuyucularımız için Özde Çakmak tarafından çevrilen “Aile Dostu Politikalar Geri Teptiğinde” başlıklı Claire Cain Miller’ın makalesini paylaşmaktan gurur duyarız.
Aile Dostu Politikalar Geri Teptiğinde- Claire Cain Miller-Çeviren: Özde Çakmak
Şili’de bir yasa, çalışan annelere çocuk bakımı sağlanmasını gerektiriyor. Sonuç? Kadınlar daha az maaş alıyorlar.
İspanya’da, küçük çocuklu ebeveynlere part-time çalışma hakkı veren bir politika, tüm kadınlar için – anne olmayanlar için bile – mevcut tam zamanlı, istikrarlı işlerde düşüşe neden oldu.
Avrupa’nın bir başka yerinde, cömert doğum izinleri erkeklere kıyasla kadınların müdür olma ya da işte diğer sorumluluk gerektiren pozisyonları elde etme ihtimallerinin daha az olması anlamına gelmekte.
Aile dostu politikalar, ebeveynlerin iş ile evdeki sorumlulukları dengelemelerine yardımcı olabilir ve bir yere kadar çocuk sahibi kadınların iş gücünde kalmalarında etkili olurlar. Fakat bu politikaların genellikle istenmeyen sonuçları da vardır.
Bu yasalar, işverenler kadınların uzun süre işten ayrı kalacaklarını ve masraflı yardım paraları kullanacaklarından korktukları için öncelikle kadınları işe almaktan caydırabilir. Amerikan Gelişim Merkezi’nde kadın ekonomi politikası direktörü Sarah Jane Glynn, “İşverenler için, ayrımcılığı haklı çıkarmak daha da kolaylaşıyor,” dedi.
Ahlakçılık Ekonomisi ve İşçi Sınıfı “Münasip”liği- Beverley Skeggs ile Söyleşi

Çeviri: Funda Karabacak
Sofie Tornhill (ST) & Katharina Tollin (KT): Fronesis dergisinin son sayısı feminizm ve Sol konusunu ele alıyor. Bunlarla ilişkili olarak kendi çalışmanızı nasıl konumlandırıyorsunuz?
Beverley Skeggs: Kesinlikle feminist, kesinlikle sol! Ancak zor olan şey, Birleşik Krallık’taki sol partileri kaybetmemiz, kamusal kültürde Sol’un esamisinin okunmaması. Tanıdığım neredeyse herkes kendisini solcu olarak tanımlıyor ama bunun ne anlama geldiği belli değil. Bu beni kaygılandırıyor, çünkü sadece eleştiri yaptığınızda pek bir şey üretemiyorsunuz. Sol’da çok büyük bir değişim gerçekleşti. Neoliberal politikaların uygulandığı ve Tony Blair veya ona takılan isimle Tony Blatcher’ın bu politikaları ilerlettiği 30 yıllık bir süreçten sonra, sol, içine yerleşilmesi güç bir alan haline geldi.
ST & KT: Sizce feminizm ve Sol’un çatıştığı ve birleştiği noktalar neler?
BS: Bence feministlerin refah devletinin nasıl yeniden kurulacağını yazdıkları zamanlar çok güzeldi. Ama sınıf ve cinsiyetin birbirinden ayrılmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Bana göre, sosyalizm olmadan feminizmin gerçekleşeceğini düşünmek imkânsız, bu adeta kanımda var. Sermayeyi çözümlemeden herhangi bir şeyi nasıl çözümleyebilirsiniz? Sermaye her şeyin temelini oluşturuyor, burda oturan bizlerin bile. Sınıf, cinsiyet ve ırkı bu şekilde ayrı düşünemiyorum. Feministlerin gidip akademide kendine ait alanlar oluşturmasını biraz acıklı buluyorum. Bir bakıma çok önemli ve güzel alanlar bunlar ve bir dönem politik olarak bunlara ihtiyacımız da oldu; ama bir yandan da fazlasıyla yalıtılmışlar. Bu alana girip sınıfı gündemlerine sokmak için bir başıma mücadele ettim. Feminist olmayan bir rota çizip sosyoloji alanında kalsaydım, bu çok daha kolay olacaktı. Tarihsel olarak önemliydiler ama bu alanların tıkanması çok kolay, şu anda olan da bu. Bu, akademide feminizm yok demek değil ama feministlerin yeniden biçimlenmiş geleneksel disiplinlere geri döndüklerini görüyoruz. Bu benim için de böyle. Sosyolojiye geri döndüğümde artık sınıf kavramını gündeme sokmak için mücadele etmek zorunda kalmayacağımı düşünmüştüm. Ancak bu sefer de kendimi cinsiyeti ve cinselliği gündeme sokmak için mücadele ederken buldum! Bunlar hep akademik örgütlenmenin tuhaflıkları.
ST & KT: Kitap ve makaleleriniz sınıf ve cinsiyet ilişkisine yoğunlaşıyor . Bu kategoriler hakkındaki düşünceleriniz zamanla değişti mi?
BS: Evet, değişti. Yapısalcı, geleneksel Marksist iken, daha post yapısalcı biri haline geldim. Bana öğretilen yapısal Marksizm’di ve hâlâ toplumun temel düzeninin emek, işçi sınıfı ve sermaye üzerine kurulduğunu düşünüyorum. Sanırım Marksizm konusunda hayal kırıklığına uğradıktan sonra odağım da değişti. Sol kesimdeki her feminist, muhtemelen şuna katılacaktır: Marksizm cinsiyet kavramını tam anlamıyla ele almaz. Şimdi, duygusal emek konularına dönerek neredeyse tam bir daire çizmiş oldum. Reality Tv’ye baktığımızda, belirli türden işlerdeki yetersizlikleri nedeniyle işçi sınıfından kadınlarla alay edildiğini, küçük düşürüldüklerini görüyoruz. Sanki saygıya değer ve “münasip” değillermiş gibi; ki bu tıpkı sanayileşmenin başında işçi sınıfından kadınlara orta sınıf ev hayatı ideolojisinin dayatılmasına benziyor. Son derece püriten ve dindar Viktoryen ideolojik hareketin bir yansıması.