Mısır Devriminde “Kadın Sorunu”nun Ötesinde

Lila Abu-Lughod ve Rabab El-Mahdi
Çeviri: Demet Gülçiçek

Medya, Mısır Devrimi’nde kadınların rolünü sorarak, kadın işçilerin emek hareketi içinde 2006’dan bu yana oynadıkları rolü, 2003’ten beri demokrasi yanlısı ve savaş karşıtı hareketlerde kadın eylemcilerin rolünü ve öğrenci hareketi içindeki sürekli varlıklarını gözden kaçırıyor.

Bu metin, 23-24 Ekim 2011’de Barnard Kadın Araştırmaları Merkezi’nin kırkıncı kuruluş yıldönümünde gerçekleştirilen “Activism and the Academy: Celebrating 40 Years of Feminist Scholarship and Action” (Eylemcilik ve Akademi: Feminist Bilim ve Eylemin Kırkıncı Yılını Kutluyoruz) konferansındaki konuşmanın gözden geçirilmiş halidir.

Lila Abu-Lughod (LA): Rabab, uzun süredir Mısır üzerine düşünen bir aktivist ve akademisyensin. Sen de Tahrir Meydanı’ndaydın ve devrimin en ciddi ivmesi sırasında hareketin içindeydin. Batı medyasının devrimdeki kadının rolüne takıntılı ilgisi üzerine düşüncelerini sorarak başlamak istiyorum. İkimiz de kadın aktivizminin ‘Orta Doğulu / Müslüman kadın’ sorununun sembolik öneminden kaçamaması üzerine kafa yoruyoruz. İkimize de ‘Mısır Devrimi’nde kadın’ üzerine yorum yapmamız için sıkça sorular soruluyor. İkimiz de bu soru karşısında rahatsız oluyoruz. Bu isyanın kadınlar için önemine ilişkin medya takıntısı ve kadınların gerçek katılım biçimleri üzerine ne düşündüğünü merak ediyorum. “Mısır Devrimi’nde kadınların rolü” hakkındaki sorularla nasıl baş ediyorsun? Bu soruların arkasında sence ne var? Kadınların devrime katılımlarını somut olarak ele alabilmek için daha iyi bir yol önerebilir misin?

Rabab El-Mahdi (RM): Şimdilerde ‘devrimden sonra kadın hakları ve statüsü’ne evrilmiş olan “kadınların devrimdeki rolleri” hakkındaki soru beni birkaç düzeyde rahatsız ediyor. İlk olarak, bu soru kadınları bir şekilde eylemsiz veya pasif olarak varsayıyor –devrim başlayınca bir anda nasıl eyleme geçtiklerini merak ediyoruz. Bu soru, kadın işçilerin emek hareketi içinde 2006’dan bu yana oynadıkları rolü, 2003’ten beri demokrasi yanlısı ve savaş karşıtı hareketlerde kadın eylemcilerin rolünü ve öğrenci hareketi içindeki sürekli varlıklarını gözden kaçırıyor; bunlar ilk akla gelenler. İkinci olarak, bu yaklaşım benim hiç hoşlanmadığım bir tür cinsiyet – temelli varsayımla başlıyor. Değişik kesimlerden kadınların (coğrafi ve sınıf temelli) farklı konumlarına göre farklı şekilde katıldıklarını gözden kaçırarak, ‘kadın’ homojen bir grupmuş da devrimde belirli bir rolü olurmuş gibi davranıyor. ‘Mısırlı kadın’ diye bir kitle olduğunu varsayıyor. ‘Amerikalı kadın’ diye bir kategoriden mesela, hiç bahsetmiyoruz, onların sınıf veya ırk veya politik bağlantılarını gözden kaçırmıyoruz. Son olarak, “kadınların devrimdeki rolleri” üzerine soruların “25 Ocak sonrası kadın hakları” tartışmasına evrilmesiyle birlikte, son derece sınırlı bir feminizm algısı da sergileniyor –beyaz ve liberal. Medya, benim basitçe belirli bir ‘feminist’ profili üzerinden belirli türde hakların mücadelesi üzerine konuşmamı istiyor. Bir gazeteci bana “Mısır’ın Gloria Steinem’i kimdir?” diye bile sordu! Sanki farklı bir profile uygun, farklı mücadele biçimlerini benimsemiş eylemcileri göremezmişiz gibi. Üstelik bu ilgi Amerika’da veya Avrupa’da on yıllardır feminizm ve / veya kadın katılımını gündemine almayan ana akım medyadan geliyor.

Bu yüzden, elektronik dergi Jadaliyya’da da yazdığım gibi, bu yaklaşımın ‘Arap / Müslüman kadınlar’a oryantalist bir bakışı yansıttığı dışında bir yorum yapamıyorum . Çok sayıda Mısırlı kadın grubunun ‘feminist’ olmak zorunda olmayan farklı mücadeleler yürüttüklerini açıklamaya çalıştığımda aldığım küçümseyici tepkiler, bu yorumumu doğruluyor. Onların ‘feminist’ dedikleri, son derece indirgeyici bir biçimde, sadece Avrupa ya da Amerika’da 1970’lerdeki feminist hareketi andıran belirli politika tarzlarını benimseyenlerden ibaret.

LA: O zaman aslında politik mücadeleyi sürdüren kadın grupları hangileri? Bildiğin gibi ben şunu savunuyorum: Yirmi yıldan uzun zamandır Mısır’da kadın haklarının ‘STK’laşması’ süreci, önemli yabancı hibelerle destekleniyor; bu kaynaklar Suzanne Mübarek ve onun Kadın Konseyi tarafından harekete geçirildi. Aynı zamanda feminist çalışmanın sofistike kentli feministlerin sorunları depolize eden şık projelere dâhil oldukları bir tür ticarileşme haline gelmesinden söz etmek gerek –örneğin sokak tacizine karşı ‘anında mesaj’ gibi yeni teknolojilerin kullanımını yaygınlaştırmayı hedefleyen kampanya gibi; bu kampanya cep telefonu şirketleri tarafından desteklenmişti . Bu kavrayışa ulaşmamda senin büyük katkın olmuştu . Peki, bu STK’ların isyan hareketine nasıl tepki verdikleri, bu isyanın neresinde durdukları hakkında biraz konuşabilir misin? Bu feminist aktivistler nerede? Hangi alanlarda çalışıyorlar? Devrilmiş cumhurbaşkanının karısı Suzanne Mübarek ile beraber kadın hakları üzerine çalışmanın sonuçları nelerdir? Görece bağımsızlığa sahip, projelerini politik işkence gibi hassas konularla ilişkilendirmiş ve rejimle işbirliği yapmak yerine onu eleştiren daha politik STK’lardaki kadınlar ne durumda?

RM: Bu aktörlerin yüz yüze geldikleri bir ikilemi çok güzel özetleyen bir imge ile başlayayım. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, tüm kadın hakları STK’ları ve bağımsız feministler Tahrir Meydanı’nda bir yürüyüş çağrısı yaptılar. Bir aydan kısa süre sonra meydan milyonlarca insanla doluyken ve bu insanların en az yarısı kadınken, 8 Mart yürüyüşü birkaç yüz kadından fazlasının ilgisini çekmedi. Bu düşük katılımı, kadın haklarına destek verilmemesi olarak yorumlayanlardan farklı olarak, kadın STK’larının ve bağımsız feministlerin toplumla olan bağlarını kopartmalarına bağlıyorum. Mısır kadınları için bir önemi olmayan 8 Mart tarihinin seçilmesindeki sembolizm ve ‘kadın hakları’ dışında herhangi bir özgül talep ifade etmeyen bir yürüyüş çağrısı bile durumu gözler önüne seriyor. Sanki bağlamdan ve konumdan yoksun bir takım haklar varmış da bunlar talep edilebilirmiş gibi. İşte özgül bağlamdan böyle uzak olmak, ‘kadın hakları’nın ‘Batılı’ ya da yabancı olarak görülmesini mümkün kılıyor.

Bu STK’ların proje temelli olması ve kadın haklarını çok sınırlı şekilde ele alması (çoğunlukla beden politikalarıyla sınırlı), erişebilecekleri ve çağırabilecekleri kesimleri sınırlıyor; örneğin, işyerlerindeki, kampuslardaki, demokrasi yanlısı hareketteki kadınlara ulaşamıyorlar.

Kadınların bir parçası oldukları mücadelelere ve bu mücadelelerin gündemlerine odaklanmak yerine, çoğu kadın hakları STK’sı belirli kimlikleri kadınlar için öncelikli kılan kendi gündemleriyle sınırlı hareket ediyorlar- sınıfları ve yaşadıkları yerler, hatta en acil ihtiyaçlar değil de sadece toplumsal cinsiyet kimliği. Bu, rejimle işbirliği içindeki feministler için de geçerli, kısmen bağımsız duranlar için de.

Taktikler açısından düşündüğümüzde, bu STK’lar, talepleri etrafında bir taban örgütlenmesi yürütmek ve aşağıdan yukarı baskı yaratmak yerine lobicilik ve iktidarda olanlardan talepte bulunmaya odaklanmış durumdalar. Böyle olunca, çoğu Arap ülkesinde olduğu gibi, kadın hakları hareketi, diktatörlerin işbirlikçisi haline geliyor; Mısırda halk evlilik ve boşanma yasalarına ‘Susan’ ve ‘Gehan’ yasaları diyor (son iki Mısır devlet başkanının eşlerine atfen). Rejimlere ve diktatörlere karşı çıkış, bu rejim altında elde edilmiş yasalara ve haklara da karşı çıkmak anlamına geliyor. Kamuoyunun rejimle işbirliği yapmayan STK’ları rejim destekçilerinden ve özellikle Suzanne Mübarek’in uluslararası konumunu güçlendirmeye hizmet eden kadın hakları söylemini benimseyen ulusal medyadan ayırmasını bekleyemezsiniz.

Rejime karşı eleştirel bir bakışı olanlar bile STK olmaktan ve belirli bir zaman ve mekânda feminizmin ne anlama geldiğini tanımlayamamaktan ya da feminizmi bağlama uygun bir politika olarak tarif edememekten kaynaklanan yapısal sınırlılıklardan muzdaripler. Feminizm orta sınıftan Kahireli olanların dışındaki Mısırlı kadınlar için ne ifade ediyor? Çok çeşitli kadınlık durumları ve ihtiyaçları ile ilgili feminist eylemci ve STK’lardaki bu tanıma eksikliğini, hazırlanan anayasa ve bu anayasanın kadınların haklarını nasıl koruyacağı meselesine odaklanmada (ben buna takıntı demeyi tercih ederim) görebilirsiniz. Sanki Mısırlı kadınların sorunları kötü bir anayasadan kaynaklanıyormuş da anayasalar sihirli çözümler sunuyormuş gibi. Pek çok Mısırlı kadının birer ‘emekçi’ olarak yer aldıkları grevlerde bu türden feministlerin hiç birini göremezsiniz; kadınların ve madunların ekonomik durumlarının nasıl düzeltilebileceğine ilişkin tek bir laf duyamazsınız; bunlar, anayasa ve yasalarla ilgili tartışma alanının neredeyse tamamen dışındadır. Onlar için mücadele alanı son derece dar biçimde tanımlanmış ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ ve bu eşitliği destekleyecek yasal çerçevedir.

LA: Seni rahatsız ettiğini söylediğin ikinci konuya dönelim; bence bu da kadın haklarının ve güçlenmesinin nasıl savunulduğu meselesi ile yakından bağlantılı. Mısır’daki isyanın bir Facebook devrimi olarak sunulması karşısında dehşete düştüm. Hangi sesler ve diller işitildi? Barış, demokrasi ve insan hakları geniş bir yer buldu. Belirli boyutlar görünürlük kazandı: Bu sunumda devrim, eğitimli orta sınıf kozmopolit gençliğin devrimiydi. Google yöneticisi Wael Ghoneim, kahraman haline getirildi. Bu sunumda hangi gruplar dışlandı ya da görmezden gelindi, bahsedebilir misin? Hangi politik diller konuşuldu ama hangileri de işitilmedi?

Bir demokrasi eylemcisi olarak senin bu konudaki tepkini özellikle öğrenmek isterim. Facebook topluluğu asıl olarak (ama tamamen değil) orta sınıf gençlerse ve harekete geçenler de bunlarsa, bunun sebebini nerede aramalıyız? Neden bu dili kullandılar ve duyulan neden sadece bu dildi? Doğrusunu istersen, ‘demokrasi’ hakkındaki konuşmalardan ve seçimlere böylesine odaklanılmasından hayal kırıklığına uğradım. Çünkü Mısırlılar’ın çoğunun karşı karşıya kaldıkları ekonomik sorunların ne kadar büyük olduğunu biliyorum, insanların değişmesini istedikleri coğrafi sınırlardan haberim var, halkın çok uzun zamandır maruz kaldığı polis vahşetini ve İslamcıların idamını da içeren keyfi uygulamaları da biliyorum. Mısır’ın kırsal bölgelerinde on sekiz yıldan daha uzun zamandır devam ettirdiğim araştırmamda gördüm. Olup biteni sadece medyadan izlediğimde –ne de olsa orada değildim- ılımlı bir devrim gibi görünüyor; yıllardır duyduğumuz belirli liberal kavramlar ve reformist sloganlarla ifade edilebilecek türden bir devrim: İyi yönetişim, demokrasi, insan hakları ve kadınların güçlenmesi vesaire. Bunların Mısır’da nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin seçkinlerden herhangi bir sağlam çözümleme duymuş değilim. Ne sistematik bir eleştiri, ne Amerika ile işbirliğinin sorgulanması, ne ordunun sorgulanması; sanki bunlar sorunun bir parçası değilmiş ve askerlerin işçi olarak çalıştırıldığı işletme, fabrika ve kırsal kalkınma sistemi yabancı yardımlarla sürdürülmüyormuş gibi.

Hakkında çok şey okuduğum ‘yumuşak müdahale’ ya da ‘kültürel diplomasi’ adı altındaki iki tür Amerikan projesinin insanların –özellikle gençlerin- kendi taleplerini tasarlama biçimlerini etkileyip etkilemediğini merak etmeye başladım. Öncelikle çalışma alanını “Amerika ile Orta Doğu ve Kuzey Afrika vatandaşları arasında canlı bir işbirliği oluşturarak bölgede daha çoğulcu, katılımcı refah toplumları yaratmak” olarak tanımlayan Middle East Partnership Initiative (MEPI) hakkında konuşacağım. MEPI amacını şöyle ifade ediyor: “Sivil toplumu ve hukukun üstünlüğü geliştirmek, siyasal katılımı artırmak, kadın ve gençleri güçlendirmek, yurttaşlar için eğitim fırsatları yaratmak, bağımsız medyayı güçlendirmek, ekonomik büyüme ve fırsatları teşvik etmek için projeler oluşturmak ve bunları desteklemek”. MEPI’nin en güncel girişimi E-Mediat oldu: Elektronik Medya Araçları, Teknoloji ve Eğitim. “Taban örgütlenmelerine kendi hikâyelerini anlatabilmeleri, üyeliği geliştirmeleri ve dünyadaki benzer topluluklarla bağlantı kurabilmeleri için dijital teknolojiyi kullanmalarına yardımcı olan” bir insiyatif .

Bir soru beni dürtüp duruyor: Bu ve benzeri çabaların ilk ‘Facebook devrimiyle’ nasıl bir bağlantısı var? Bir kaynak diyor ki MEPI 2002’den 2009’a kadar Orta Doğu’da 530 milyon dolar harcadı –demokrasi, özgür girişimcilik ve küresel bağlantılar isteyen gençliğin yaratılması için çok fazla para harcanmış. Sosyalizm, İslamcılık veya diğer alternatifler için değil. İkinci inisiyatifi Beyrut’taki meslektaşım Mayssun Sukarieh’den öğrendim. Son beş yıldır halkla ilişkiler kampanyalarında çalışıyor, bu kampanyalara ‘umut seferleri’ diyor. Bunlar USAID sponsorlu projeler ve hükümet ve yerel iş elitleriyle ‘ortaklaşıyor’: Ürdün’deki ‘Umut Kültürü’ kampanyası, Kraliçe Rania tarafından 2005’te başlatıldı (Saatchi ve Saatchi tarafından tasarlandı), Lübnan’daki ‘Yaşamı Seviyorum’ kampanyası 2006’da (Yine Saatchi ve Saatchi tarafından tasarlandı, bilbordlar, rozetler, tişörtler ve pop konserleri de dâhil, 1. 5 milyon dolara mal oldu) başladı ve bir de Mısır’a 2008’de başlatılan ‘İyimserlik Kültürü’ kampanyası var. Tüm bunlar Arap dünyasının arkasındaki umutsuzluk ve kötümserlik kültürünü yenmeyi hedefliyorlar; onlara bakılırsa, terörizmi ve İslamcılığı besleyen kaynak eşitsizlik sorunları, neoliberalizm, rejimler ya da Amerikan müdahalesi değil, işte bu kötümserlik kültürü . Sence gençliği hedefleyen bu Amerikan girişimleri 2011’de sokaklara çıkan hareketin biçimlenmesinde herhangi bir rol oynadı mı? Sadece sosyal medyayı kullanmaları açısından değil, aynı zamanda kullandıkları politik dil açısından da?

RM: Hayal kırıklığımı paylaştığın için teşekkürler! Medyanın, pek çok akademisyenin, yerel ve uluslararası siyasal seçkinlerin bu devrimle ilgili anlattıklarını okuduğumda ya da duyduğumda bazen son on yıldır içinde yaşadığım ve politika yaptığım ülkeden / toplumdan değil de başka bir yerden bahsediyorlarmış gibi geliyor bana. Bütün bu anlatı, çoğu yabancı ülkelerde eğitim görmüş, yaşadıkları ülkeyi oralara benzetecek devrimi gerçekleştirebilmek için Amerika ve Avrupa’daki yaşıtlarının kullandıkları araçları (Facebook ve Twitter) kullanan bir orta sınıf gençliğinin hikâyesini kuruyor. Mesaj şu: “Onlar da bizim gibi olmak istiyorlar. İşte bir kez daha harekete geçiren ve model olan biziz”. Bu, ‘beyaz adamın sorumluluğu’nun yeni biçimi. Bu anlatı, demokrasinin teşvik edilmesi çabalarını vurguluyor. Gene Sharp diye biri (BBC, eğitimde şiddetsiz taktiklere ilişkin fikirlerinin Mısırlı devrimciler tarafından benimsendiğini ve kullanıldığını açıklayana kadar adını hiç duymamıştım) tarafından yazılan bir kitap, devrimin manifestosu olarak resmediliyor. Buna göre devrimin barikatları, polis karakollarının yakılması ve molotof kokteyllerinin atılması değil, Facebook ve Twitter haline geldi; bu şekilde 28 Ocak’ta güvenlik aygıtının çökmesi sağlandı. Devrimin ikonları benim Kahire Amerikan Üniversitesi’ndeki öğrencilerime benzer Batı eğitimli gençler oldu- devrimi yapan milyonlarca Mısırlı’nın küçük bir bölümü. Ve vurgu seçimlere yapıldı. Sanki devrimin en parlak sonucuymuş gibi. Milyonlarca Mısırlı’nın katıldığı grevler görmezden gelindi. 9 Eylül’deki İsrail Büyükelçiliği baskını tehlikeli bir kaotik eylem olarak gösterildi. Devletin güvenlik aygıtına martta yapılan saldırı yok sayıldı. Bütün bu devrimci eylemlerin aktörleri orta sınıf ikonlar olmadığı gibi, bu eylemler facebook’ta örgütlenmemişti de; bunların tamamı ya yok sayıldı ya da olumsuz eylemler olarak etiketlendi.

Devrim anlatısı ile çeşitli grupların yürüttükleri devrimci eylemler arasında büyük bir boşluk var. Mısır’ın siyasal manzarasında demokrasi destekçisi projeler marjinalleşti; eylemcilerin çok büyük çoğunluğu bu projelerden vebalı gibi uzak durdu, çünkü biliyorlardı ki bunlar onların güvenilirliklerine büyük zarar verecekti; sadece projeler değil, aynı zamanda, demokrasi eylemcileri çevresinin kendisi de bu devrimde marjinalize oldu.

Ocak 2011’den önce Tahrir Meyda’nında Mart 2003’te Amerika’nın Irak’ı işgaline karşı gerçekleşen büyük gösteriyi hatırlayalım. Neoliberal ekonomik politikaların vahşeti karşısında, 2008 yılında Al – Mahalla şehir ayaklanması sırasında ve son 10 yıldır ilk defa sokağa çıkma yasağı konuldu. Bu iki örnek de devrimin provalarıydı. İkisi de bölgedeki siyasi ve ekonomik müdahaleye karşı hareketlerdi.

LA: Peki, sisteme ve rejime karşı daha önceki hareketlere katılan biri olarak, şimdi kendini nerede görüyorsun?

RM: Bana göre en büyük hayal kırıklıklarından birisi insanların Arap isyanlarını ‘Arap Aydınlanması’ veya ‘Arap Baharı’ olarak isimlendirmesi oldu; sanki biz komadaymışız da henüz uyanmışız veya dondurulmuşuz da şimdi çözülüyormuşuz gibi. Gerçek şu ki bu hareket 1970’lerden beri ilk sokak protestosuna tanık olduğumuz ikinci Filistin intifadasıyla başladı, Irak savaşına karşı hareketlenme devam etti ve sonra 1. 8 milyondan fazla insanın katıldığı emek hareketi ile sürdü. Bütün bunlar, Facebook’u keşfedip Amerikan tarzı demokrasi istemek üzere sokaklara dökülen bir gençlik imgesi yaratılarak görmezden geliniyor.

Bu son on yılda, 2000’den beri, 25 Ocak’ı hazırlayan pek çok şey oldu, pek çok engel yıkıldı. Bunlar arasında solcularla İslamcı eylemciler arasında işbirliği de var, bölgesel konularla ulusal olanlar arasında bağlantıların kurulması da var, ekonomik sıkıntıların neoliberalizmin politik modeli ile ilişkisinin kurulması da. Bütün bunlar bizi 25 Ocak’a yaklaştırdı.

Şimdi, devrimin ideallerine bir adım daha yakınız: ‘ekmek, özgürlük, onur’.

Ama durum ve sorun noktaları değişiyor. İsyan değişim kapılarını açtığı kadar sistemin paydaşlarının tehlikenin farkına varmasına ve sistematik bir değişimin gerekliliğini görmesine de yol açtı. Böylece yalnızca güvenlik kurumlarıyla değil, Amerikan yönetiminin uluslararası ortakları, Suudi monarşisi ve İsrail hükümetinin ortak çıkarları ile de karşı karşıyayız. Bütün bunlar ulusal iş dünyasının çıkarları ile sıkı sıkıya bağlantılı. Bu çıkarlar, politikanın, ekonominin ve medyanın (Genelkurmay’dan bahsetmiyorum bile) yönetimini ellerinde tutmaya devam etmelerini gerektiriyor.

Şimdi mücadele sadece hilesiz seçimler için değil, seçimlerin bu devrimci sürecin tek kazanımı olmaması için de. Kişisel olarak, ben çabalarımı iki alanda yoğunlaştırıyorum. Bir akademisyen olarak, anlatının eksik kısımları üzerine yazıyorum ve konuşuyorum, ‘hikâye’nin önemli olduğunu düşündüğüm taraflarını gündeme getirmeye çalışıyorum. Bence bunlar arasında işçi grevleri, Filistin yanlısı hareket ve çiftçilerin su hakkı talepleriyle devrimin bileşenleri olduğu gerçeğinin vurgulanması var.

Diğer yandan bir eylemci olarak, eskiden Müslüman kardeşler örgütünün üyesi olan ve yeni bir politik proje alternatifi olarak radikal demokrasiyi kurmaya çalışan bir grup gençle çalışıyorum. Onların varlığından mutluluk ve gurur duyuyorum: Oldukları kişiyle barışıklar ama aynı zamanda kendilerine ve çevrelerinde olup bitene karşı eleştirel bakabiliyorlar. Bence onlar, Mısır’da Yeni Sol’un tohumlarını taşıyorlar; bu tohumlar bizim kendi toprağımızda köklenecekler.

Share Button