Web Özel
14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden Aklımızda Kalanlar…

Melike Ölker
Bu yıl 14. kez düzenlenen Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 12-20 Mart tarihleri arasında İstanbul’da sinemaseverlerle buluştu. Bu yıl “Kadın Dayanışması Yaşatır” temasıyla yola çıkan festivalde birbirinden başarılı yapımlar gösterildi. Dünyanın pek çok ülkesinden gelen filmlerle seyircisine keyifli bir festival yaşatan Filmmor, kadınların yaptığı iyi sinemayı bir kez daha hatırlatıp, bizlere sunmaya devam ediyor. Aynı zamanda festival bu yıl toplu gösterimlerini, geçtiğimiz Ekim ayında aramızdan ayrılan feminist sinemanın ustalarından Belçikalı yönetmen Chantal Akerman filmlerine ayırdı ve bunun yanı sıra da; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Kadın Sineması başlığı altında Ürdün’den Fas’a, Mısır’dan İran’a uzanan bir coğrafyadan filmlerle de bizleri buluşturdu.
İstanbul, Hatay, Adana, Bodrum, Mardin, İzmir ve Van olmak üzere yedi şehirde sinemaseverlere 14. kez merhaba diyen Filmmor’un İstanbul’daki gösterimleri oldukça verimli ve keyifli geçti; tüm bu yaşananlar, tüm bu zorlu günlere rağmen bir nebze olsun nefes almamızı sağladı. Birbirinden başarılı, farklı, keyifli; kimi hüzünlü kimi komik kimi çarpıcı bu 66 filmin hepsi de kadın sinemasının ustalıklı işleri olarak hafızalarımıza kazındı. Ben de naçizane bizleri hepsi birbirinden değerli bu filmlerle buluşturan Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden akıllarda kalan birkaç kısa filmi sizler için kısaca yorumlamaya çalıştım.
Nice festivallere, nice özgür günlere, özgürce sanat yapabilmeye…
Dûr e… (Uzak mı…)
“Turnam gidersen aktaşa / Karlı dağlar aşa aşa / Hem kavime hem kardaşa / Turnam yâre selam söyle…”
2003-2013 yılları arasında Mezopotamya Dans Kolektifi’nde dansçı ve koreograf olarak yer alan Leyla Toprak, Kobanê direnişinin her daim hatırlanmasını sağlama amacıyla yola çıkarak Kobanê’de direnen YPJ’li kadınların başkaldırı ve mücadelelerini Dûr e… adlı bu kısa belgeseliyle ölümsüzleştiriyor. Hafızalara kazınması, vicdanları deşmesi gerektiğine inandığım bu belgesel, kamerasını IŞİD’e karşı dünya çapında yankılanan bir mücadele veren ve bu mücadeleyi hâlâ sürdüren ama her savaşın sonucunda olduğu gibi hayalet bir şehire dönüşen Kobanê’nin yıkıntıları arasında günlük yaşamlarını da sürdürmeye çalışan YPJ’li kadınların neler yaptıklarına, nasıl hissettiklerine samimi bir cevap sunuyor. Savaşın içinde, savaşa paralel gündelik yaşamlarına seyirciyi misafir eden kadınların dile getirdiği hikâyelerinin yanında şehre çöken gecede beyaz elbisesiyle yıkıntılar arasında, kendisine ayrılan küçücük bir alanda dans eden bir kadın beliriyor kadrajda. Karanlığı yalnızca beyaz elbisesi ve bir fener ışığıyla aydınlatan bu anlatımla bölgedeki ölenlerin ve kalanların maneviyatlarına, ruhlarına sürreal bir anlatım katmak istediğini belirten Toprak, bu yıl Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden Mor Kamera Umut Veren Kadın Sinemacı Ödülü’nü aldı. Seyircilere ve sinema tarihine çok değerli, unutulması imkânsız bir belge bırakan Toprak, birbirinden farklı iki zaman dilimi kullanarak anlatıyor Kobâne’yi: Görüşmelerle doldurulan bir gündüz, fenerlerle aydınlatılan ve bekçiler dışında kimsenin bulunmadığı bir gece.
ODTÜ Rektörlüğü Önünde Niye Oturuyoruz?

Cansu Taşdemir, Deniz Beste Akdoğdu*
Biz, kadınlar olarak hayatımız boyunca birçok alanda ayrımcılık, taciz, şiddet ve tecavüzle yüz yüze geliyoruz. Üstelik bunlarla çoğumuz erken yaşlarda karşılaşıyoruz. Eril bir toplumda yetişmenin tüm zorluklarını ve yükünü kadınlar çekiyor. Böyle bir ortamda yapılması gereken, biz kadınların hep birlikte haklarımızı savunacağımız birlik ağları oluşturmamızdır. Biz ODTÜ Kadın Dayanışması olarak bu hedef doğrultusunda adımlarımızı kararlılıkla atmaktayız. Çünkü ODTÜ’de eril tehditle karşı karşıya kalmaktayız. Okulumuzda birçok tacizci elini kolunu sallayarak dolaşmakta ve kadınların yaşam alanlarını kısıtlamaktadır. Hatta yurtlarda elektriklerin kesilmesi bile sözlü tacize uğramamıza zemin oluşturmaktadır. Erkekler bize, “Kızlar kocanız geldi!” diye bağırabilmektedir. “Eğlence” olarak görülen bu durum, birçok kadın arkadaşımızı rahatsız etmekte; biz kadınlara tehdit oluşturan eril yapıyı daha da güçlendirmektedir.
Fakat okuduğumuz üniversitede farklı boyutlarda gerçekleşen ayrımcılıklar, tacizler karşısında karşımızda bir muhatap bile bulamamaktayız. Onca şikâyet, onca dilekçe cevapsız ve yaptırımsız kalmakta; bunun sonucu olarak da, kadınlar kendilerini taciz edenlerle aynı kampüste yaşamak, her gün yeniden onlarla karşılaşmak zorunda bırakılmaktadır. Kadınlar öz savunmada bulunduğunda ise, yine kadınların hakkında soruşturma açılabilmektedir. Özellikle son zamanlarda bu olayların artması bizi daha da öfkelendirmiş ve taleplerimizi yüksek sesle ve ısrarla dile getirmeye zorlamıştır.
ODTÜ Rektörlüğü’nden öncelikli taleplerimiz şunlar olmuştur:
- ODTÜ Kadın Dayanışması’nı muhatap alarak bir “Taciz Önleme Birimi” kurulmalıdır;
- Okulda herkesin tanıdığı, hâlâ taciz ve tehditlerine devam eden ve şu ana kadar cezalandırılmamış ODTÜ öğrencisi tacizci okuldan atılmalıdır.
Bu taleplerimiz doğrultusunda 15 Nisan’dan bu yana rektörlük önünde nöbet tutmaktayız. Ayrıca Rektörlük önündeki nöbetimiz sırasında duyurusunu yaptığımız ODTÜ Kadın Dayanışması buluşmamızı da 21 Nisan günü gerçekleştirdik. Bu buluşmada, tacizin ne olduğunu, Yüzüncü Yıl ve ODTÜ’de artan taciz olaylarını, tacize dair nasıl ve hangi çözüm önerilerinin geliştirilebileceğini, üniversitede kurulması için çalıştığımız taciz biriminin önemini ve yaptırımlarının neler olabileceğini konuştuk; Kadın Dayanışması olarak etkinlik önerilerimizi sunduk ve bu öneriler üzerine tartıştık.
Kadınların Kavgası: Kadınlar ve Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Sergisi Üzerine

Sultan Şafak*
“… Önümde dikilmiş, ilk sorusu, “Adın ne?” oluyor. Ben de “Sakine,” dedim. “Türk müsün?” dedi, “Hayır, Kürdüm” diye cevap verdim. Şiddetli bir tokat indirdi. Yolculuğun verdiği yorgunluk, o an yaşananlar ve tokat, bir anda gözlerimin önü kararır gibi oldu. “N’oluyor, ne yapıyorsunuz?” dememe rağmen o, Elif’e yöneldi, “Adın ne?” Aynı soru. “Elif”, “Türk müsün?” sorusuna, “Evet Türküm,” cevabını verince, işkenceci aşağılık şekilde güldü ve “Aferin,” dedi…” [1]
Bu Dava Bitmedi!

Birsen Kaya
İnsan merkezli değil, kâr ve iktidar odaklı egemen siyaset geleneği, giderek yükselen militarizm, faşizmin çürümüş dokusu çocuk bedenine kadar uzandı. En dokunulmaz, en örselenemez olanlardı. Ama ne yazık ki öyle olmadı. Yıllardır kadın cinayetlerine, kadına dönük şiddete karşı mücadele verirken sürekli sorunun politikliğine vurgu yaptık.
Kadına dönük artan sistematik erkek şiddet sarmalına çocuklar da eklendi. Devlet, erkek, yargı organik bağlantısı bir kez daha Karaman davasında karşımıza çıktı. Dava başlamadan önce iktidar da bir telaş, bir telaş… Oysa çocuk, “devlet güvencesinde her türlü siyasi çıkarın üstünde” olmalıydı. Karaman’a gittik, gördük, duyduk ki; siyasi iktidarın telaşı boşa değil; karşımızda dibine kadar pisliğe bulanmış bir iktidarın fotoğrafı var.
Saklama Kabı

Ayça Örer
Cam mı, plastik mi? Annesine göre cam, teyzesine göre plastik.
Oysa o neredeyse altı yıldır, “tapır” kapların esiri. Su şişesi, soğan saklama kabı, peynir saklama kabı, ekmek saklama kabı, zeytin saklama kabı, turşuları suyunda saklama kabı, şerbet kabı, kurabiye kabı, isterse el işlerini de koyabileceği ama daha ziyade sandviçlerini koyduğu beslenme kabı, çöpleri toplama kabı, çöpleri atma kabı, salataları kurutma kabı, salataları süzme kabı, salataları bozmadan saklayan sera kabı.
Ekmek tahtası, silikon pişirme tepsisi, ayran yapma aparatı, el rondosu, erzak kutusu. Bunlardan da vazgeçemez.
Buzdolabını açtığındagördüğü irili ufaklı rengârenk kaplarla içine bir huzur doluyor ki, bu huzuru Himalaya eteklerinde otuz yıldır çakraları çalışsın diye bekleyen rahipler bile yakalamamıştır.
Mesela, kapağındaki kilidi sayesinde marulu marul, havucu havuç, tereyi tere gibi saklayabilen kutuyu eline alıp açtığında ona göz kırpan yeşillikler, “Bir de bizi dert etme, bak iyiyiz işte, burası tam bize göre” diyor.
Kadınların ve dünyanın en eski sorunu “Yemekleri saklamazsa ölecek” derdinin çözülmesinden memnun, eve gelip ayakkabılarını fırlatıp, terlikleri ayağına geçirdiğinde her şey kendinden olacakmış emniyeti veren histen ölesiye mesut.
Biz İki Kadın, Mücadeleye Devam Edeceğiz!
Sonay Tezcan
Ben Kastaş Kauçuk Fabrikası’nda bir buçuk yıldır çalışmaktaydım. Size dışarıdaki insanların burada çalışmak için can attığı fabrikamızı biraz anlatayım: Bu fabrikanın işçilere cazip görünmesinin sebebi hafta içi ve cumartesi günleri çok sık mesaiye kalınmaması, ikramiye ve erzak yardımı verilmesi. Özellikle işçi kadınlar ev işleri ve çocuk bakımı yükü nedeniyle mesaisi olmayan Kastaş’ı bulunmaz nimet gibi görüyor. Erkek işçiler ise diğer fabrikalara göre performans zammını daha çok alıyor. Tabii ki bu kötünün iyisi koşullardan faydalanmanın bir karşılığı var. Emeğini satarken onurunu da satacaksın! Birçok fabrikada köleleştirme uygulamaları patronların doğal silahı, fakat bizim fabrikamızda bu sistematik, planlı ve örgütlü bir biçimde uygulanıyor.
500’e yakın çalışanın olduğu fabrikamızın 250 kadarı kadın işçi.
Hacettepe’ye Bahar Kadınlarla Geldi…

Toros Güneş Esgün
7 Mart Pazartesi günü Hacettepe Eğitim-Sen’li Kadınlar, bir önceki dönem parçalanan mor duvarı öğrencilerle beraber onararak Kadınların Meydanı’nı “Kadınlara Güç Veren Kadınlar” temasıyla yeniden renklendirdi. Cansel’in, Özgecan’ın, Nevin’in, Çilem’in ve Ankara katliamında yitirdiğimiz Şebnem Yurtman’ın silüetleri, stencil tekniğiyle duvara boyandı. Duvarın kurumasından sonra kadın öğrenciler kendilerine güç veren kadınları, öfkelerini, umutlarını, kâğıtlara yazarak duvara yapıştırdı. Öğrencilerin müzik yaptığı, kınayla kadınların ellerine “femina” sembolü çizdiği etkinlik, kadın dayanışmasının önemini anlatan bir yaratıcı drama performansıyla devam etti. Etkinliğin sonunda meydandaki ağaçlara asılan “Kadınlara Güç Veren Kadınlar”a ait sözlerin ve biyografik anlatıların bulunduğu posterler tek tek okunarak kadın öğrencilere dağıtıldı. Mor Duvar etkinliğinden sonra Nadine Labaki’nin “Peki Şimdi Nereye?” adlı filmi hep birlikte seyredilerek kadın dayanışması ve barış hakkında kısa bir forum gerçekleştirildi.
Tüm gün boyunca süren bu etkinlikler, kampüsteki kadınların umudu ve coşkusunu bir kat daha arttırdı.
Behice Boran [1910-1987]: “Taksim’e doğru yürüyecektik… Dinlene, dinlene…”

L. Gülden Treske
Behice Boran [1910-1987]:
“Taksim’e doğru yürüyecektik… Dinlene, dinlene…” [1]
Türkiye’nin Güneydoğu illerinde süregelen operasyon ve çatışmalar nedeniyle ilan edilen sokağa çıkma yasakları, şiddet ve ölümlere karşı çıkarak barış ve çözüm isteyen akademisyenler, 11 Ocak 2016 tarihinde “Barış İçin Akademisyenler Bildirisi” adıyla bir metin yayımladı. Bildiriye çok sayıda akademisyen imza attı. Fakat bu bildiri hükümet çevrelerince tepkiyle karşılandı ve imza atan akademisyenler hakkında soruşturma ve gözaltılar başlatıldı.
Ülkemizde çeşitli “ilk”lerin kadını olan Behice Boran, bu günden neredeyse yetmiş yıl önce, siyasi görüşleri nedeniyle akademik hayatla ilişiği kesilen ilk kadındı. Boran, İstanbul Darülfünun’unda felsefe eğitimi görmüş, Amerikalı bir hocasının desteğiyle Michigan Üniversitesi’nde Sosyoloji dalında doktora yapmıştı. Dönüşünde doçent olarak Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ne atandı.
1945 yılında Behice Boran, Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav’la birlikte DTCF’deki görevinden Milli Eğitim Bakanlığı emrine alındı. Ders vermeleri engellendi. DTCF’deki olaylar ve dekanlık yazısı üzerine, bakanlıkta Behice Boran hakkında soruşturma komisyonu kurulmuştu. Bakanlık, suçlamalarında ısrarlıydı. “Hükümetin umumi siyasetine aykırı” bir dergide [Görüşler] yazılar yazmıştı. Danıştay’a başvurdular. Danıştay, dergiye yazı yazmaktan başka bir suç olmadığı gerekçesiyle görevlerine iade kararı aldı. Bu karar bakanlığı çok kızdırmış ve karar Başbakanlığa bir şikâyet yazısıyla bildirilmişti. Bakanlık, Boran’ın siyasi görüşlerinin, öğrencilerin fikirleri için tehlike oluşturduğunda ısrarlıydı [2]. Boran, bu arada Türkiye Komünist Partisi’ne girerek “örgütlü bir komünist” olmuştu. Soruşturmalar, şikâyetler devam etti. Okuldan uzaklaştırılmalarına karşı yapılan gösterilerde olaylar çıktı, dersler iptal edildi. Önce idari kovuşturma yapıldı, arkasından da haklarında dava açıldı. Dava sonucu mahkûm oldularsa da, bir üst mahkemeye itiraz sonucu beraat ettiler. Ancak, kadroları iptal edilmişti ve üniversitedeki işlerine geri dönemediler. Akademik hayatla ilişkileri kesildi. O dönemde de, “komünistlik”le damgalanmış olmak hayatları altüst etmek için yeterliydi.
Oskar Töreni’ndeki Büyük Şaşkınlık: Yaşa Jenny Beaven!

Ülkü Özakın
Her yıl akademi ödüllerinin verilmesi, filmlerin yarıştığı bir tören olmakla, ünlü kadınların giydiklerinin yarıştığı bir tören olmak arasında gidip gelir. Bu kez, yeteneği tartışılmaz bir kadın ödülünü alırken, diğerleri gibi bir Disney Prensesi olmayı reddettiğinde, erkeklerin yüzerindeki ifade görmeye değerdi.
En iyi kostüm tasarımı ödülünü bu yıl ikinci kez kazanan Jenny Beaven, ödüle aday gösterilen diğer kadınlar gibi, o geceye özel tasarlanmış pahalı bir elbise giymemiş, saçını kuaförde saatlerce oturup mükemmelleştirmemiş, hatta makyajsız gelmişti. Beaven, geceye ödül aldığı filme atıf yapan alışılmadık bir kostümle katıldı. Giydiği sahte deriden, sırtında Mad Max filminden esinlenen, parıltılı kuru kafanın tepesinden çıkan ateş baskılı Marks and Spencer montu, topuksuz ayakkabıları ve bol siyah pantalonuyla, Beaven kendi kıyafetlerini, içinde rahat hareket etme ölçütüne göre seçen bir kadın. Ödülünü almak için sahneye doğru yürüyüşünde, topuklu giymediği için merdivenlerden hızla inişi, rahatça sallanan kolları ve geri dönüp baktıktan sonra başını kaldırıp yürümeye devam etmesi, bu seçiminden duyduğu gururu çok net göstermiyor mu? Harrison Ford, Indiana Jones kostümüyle katılmış olsa büyük sükse yapacakken kadınlara dayatılan elbiseler ne kadar tek tip, hatırlamış olduk.
Kılıfı Bol Diyarlardan Hikâyeler

Ayten Kaya Görgün
Oturduğum yerden hep kadınları görüyorum. Genç, yaşlı, kapalı, alımlı, kendi kendine konuşan, kendinden geçmiş, kendini adak diye adamış, adanmış kadınlar… Beli bükülmüş, mis kokulu, çiş kokulu, çikolata kistli kadınlar gelip geçiyor önümden, sabahtan akşama dek, haftanın beş günü.
Büyük bir hastanenin kadın hastalıkları ve doğum kliniğinde çalışıyorum. Yoo hayır, doktor değilim. Nerede bende o disiplin, o zekâ?! Ben kayıt memuruyum. Kliniğe gelen kadınlar ilk beni görür, TC numaralarını bana söylerler. Kimliklerini elime aldığımda nedense önce bir geçmişte kalan yüzlerine bir de karşımda bekleyen hallerine bakarım. O kısacık kayıt anında iki fotoğraf arasındaki uzun soluğa dokunur çekilirim.
Kadın doğumda çalıştığımdan beri halkımız beni akil kişi beller. Akıntısı, kaşıntısı, kanaması, söküğü, dikişi, pişiği, sarkması olanı, çişini tutamayanı, orgazm olamayanı beni arar. Bu sabah da güne öyle başladık.