Web Özel

Bugün artık kadın özgürlük mücadelesi, nefsi müdafaa mücadelesi aşamasına gelmiştir!

fyuksekdag02

Figen Yüksekdağ’la Röportaj (II. Bölüm)

Özge Kelekçi, Meral Akbaş

Röportajımızın ilk bölümünün yayımlanmasının ardından geçen sürede yine Figen Yüksekdağ’dan alıntılayacak olursak “en” eşiğinde geçirdik günleri… Acıların ve direnişin eşiğinde… Kadın seslerinin eşiğinde… Tüm siyaset alanlarını ve dillerini kesen ve ama aşan, yeniden yaratan kadın seslerinin içinde… Çok “basit”, yalın, çıplak ve yine Yüksekdağ’ın deyimiyle “basitliğiyle derin, çarpıcı, siyasal ve fiziksel alanlardan taşan ses”lerle…: “Evinin yıkılmış duvarlarını, tank atışlarıyla, top atışlarıyla yıkılan evlerinin, duvarlarının enkazlarını, tuğlalarını taş taş, parça parça toplayıp barikatlara dönüştürüyor şu an Kürt kadınları. Bu Kürt kadınlarının hareketinin dili yani. O kadar yalın, o kadar sade, o kadar kendisi, o kadar haklı ki… Politik savaşın içerisindeki kadınların tavırları, söylemleri ön plana çıkıyor ama bizim çok fazla konuşmadığımız başka bir mesele var. Evinin içinde, yaşamın içinde, mahallede, okulda, iş yerinde, sokakta direnen kadınlar var yani. Bu, çok derin ve çarpıcı bir direniş.”

Sonra… HES’lere karşı mücadele eden o nice güngörmüş kadınların, Berkin’in annesinin, Rakel Dink’in ses(ler)inden konuşuyoruz. Suruç’un ve Ankara’nın kadınlarının adları, sesleri doluyor odaya, içimize.

Share Button

Jane Jacobs

jane 2

Jane Jacobs (4 Mayıs 1916-25 Nisan 2006)

L. Gülden Treske

Jane Jacobs, Amerika’da, McCarthy döneminde, cadı avına çıkıldığı yıllarda kamuda çalıştığı için politik görüşleri hakkında iki kez sorguya çekildi. Sorguda, ideolojisi olmadığını, prensipleri ile hareket ettiğini, bir yurttaş olarak da ilk ve en önemli endişesinin, fikir ve görüşlerini tüm açıklığı ile ifade edip edemeyeceği olduğunu söyledi.

Son kitabı, Dark Age Ahead (Kara Günler Yakında, 2004) yayınlandığında, Jane Jacobs seksen sekiz yaşındaydı. Doksan yaşında felçten ölümüne iki yıl vardı. 1916 yılında, Amerika’da Pennsylvania, Scranton’da doğmuş, iki dünya savaşı ve yirminci yüzyılın bütün mühendislik ve teknoloji harikalarını görmüştü. Doğduğu şehri bırakıp Büyük Buhran yıllarında New York’a geldiğinde, iş arayan lise mezunu bir genç kadındı. Daha sonra bu yılları için, hayatımın en zor dönemi diyecekti. Farklı farklı işlerde çalıştı, dergilere yazılar yazdı. Okul yıllarında kötü bir öğrenciydi ve derslerini hiç sevmedi. New York’da bu kez kendi isteği ile Colombia Üniversitesi General Studies’den ilgisini çeken her konuda dersler aldı; antropoloji, kimya, coğrafya, siyaset bilimi, zooloji gibi dersler en favori dersleriydi ve notları hep yüksek oldu. Bir dönem kamuda çalıştı, aktivistliği ve sendika üyeliği yüzünden komünist avındaki McCarthy’lerce sorgulandı. Amiri tarafından, “tam bir arıza çıkarıcı” olarak tanımlanmıştı. Sırf Sibirya’yı merak ettiği için Sovyetler Birliği’ne gitmek istiyordu ama vize başvuruları reddedildi.

Share Button

Çernobil’in Babuşkaları: Yasak bölgeyi terk etmeyen kadınlar

Exército

Holly Morris- Çeviri: Özde Çakmak [1]

26 Nisan 1986’da, Çernobil’in 4 numaralı güç santralinin reaktörü soğutma deneyinin ardından patladı. Bu patlamanın ardından gelen nükleer yangın on gün sürdü ve Hiroşima’ya atılan bombadan dört yüz kat daha fazla radyasyon yaydı.

Bugün Çernobil’in toprağı, suyu ve havası dünyanın en kirlileri arasında. Reaktör, sınır polisleri, pasaport kontrolü ve radyasyon izlemesi ile tamamlanan karantinaya alınmış bir tarafsız bölge olan bin milkarelik “yasak bölge”nin merkezinde.

Fotoğraf: Yuli Solsken

Böyle bir yıkımın ortasında, Çernobil’deki insanların hikâyesi genellikle kayboluyor. Bu kaybolan hikaye, karantina altına alınan ve insansızlaştırılan yasak bölgede yaşamaya devam eden yüz otuz kişinin alışılmadık hayatını içeriyor. Bu yüz otuz kişinin neredeyse hepsi kadın. Kaza sırasında bölgeden yaklaşık 116000 kişi tahliye ediliyor, fakat bu kişilerin 1200’ü uzakta yaşamayı reddediyor. Şimdi 70’lerinde ve 80’lerinde olan ve bölgede yaşamaya devam eden kadınlar, kazadan kısa süre sonra kaçak yollardan evlerine dönen bu insanların hâlâ hayatta kalanları.

Share Button

Çok daha güçlü sözler doğacak!

fyuksekdag01

Figen Yüksekdağ’la Röportaj- I. Bölüm

Özge Kelekçi- Meral Akbaş

Leyla Zana’nın yıllar önce mecliste ettiği yeminden beridir “Mecliste de bir hayalet dolaşıyor!” desek sanki, çok da yanlış bir laf etmemiş oluruz. Öyle bir hayâl(et) ki bu, o meclis salonunda oturan düz-adamların aklı almıyor! Çaresizce durdurmaya, susturmaya çalışıyorlar… Yıllar önce kürsüsünden Leyla Zana’ya “Dursana kız!” diye bağıran meclis başkanından, yakın zamanlarda Nursel Aydoğan’a “Bir kadın olarak sus!” diye ihtar çeken bir eski vekile kadar değişen pek bir şey yok! Yakalanması, zapt edilmesi mümkün olmayan, kısılamayan, sınırlandırılamayan, kapatılamayan ve inatla “Buradayız!” diyen bir “ses” var ortada, tam da meclisin ortasında!: “Biz kimsenin bacısı, kız kardeşi, annesi falan değiliz! Biz burada, parlamentoda erkeklerle beraber siyaset yapan kişileriz ve özgür bireyler olarak siyasette duruşumuzu ifade ediyoruz… Kadınlar adına artık kadınlar konuşsun!” [1]

Hele bir de mesele eş başkanlık olunca, bu “eş”lik meselesinin öyle sıradan bir “eşlik” meselesi olmadığı anlaşılınca, bu düz-adam-kafası dediğimiz şey daha da çok karışıyor; ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor, saldırganlaşmakta sınır tanımıyor. İki bölüm olarak yayımlayacağımız bu röportajda, HDP’nin eş başkanı Figen Yüksekdağ’la sadece eş başkanlığa dair değil, bugünden 90’lara, kadın hareketine, barışa, imkân ve ihtimallere dair de konuştuk…

Kendisinin bize söylediği son cümlelerle başlayalım. Biraz olsun umuda, umut etmeye ihtiyacımız var diye: “Daha söyleyecek çok sözümüz var! Daha yapacak çok işimiz var! Daha görecek çok güzel günümüz var! Buna inanmaktan vazgeçmeyeceğiz, bunun için çaba göstermekten vazgeçmeyeceğiz!”

Share Button

Noel Baba’yı Getirin Onu da Öpeceğim

2016_newyear

Didem Türe

Çok sarıldım ben bu sene. “Tesadüfen hayatta kalmış olmamızın bir bedeli olmalı” dedim. Durdum durdum da anneme, kardeşime, sevgilime sarıldım. Okulda, yolda, ofiste dostları gördüm sarıldım. Sarıldıkça ağladım. Omuzlarına iki damla da yükümü ben bıraktım. Hepimiz yüreğimizin yükünü birbirimize kattık; ne ağırlığından dert yandık, ne adımlarımızı yavaşlattık. Bize düşen ne kadarsa o kadarını yapabilmek istedik. Hep az geldi, yapacaklarımıza borç saydık.

Bu sene kötülüğün elini, kolunu, koltuğunu, doğrulttuğu silahı, sırıtışını, harfleri nasıl da yan yana getirebildiğini gördük, hatta televizyonda ses çıkarabildiğine bile şahit olduk.

2016’dan dileğim…

Evladının katili öyle evinin orta yerinde duracak, sen terliğini fırlatacaksın! Kopsa kopmaz ki yüreğin gibi bir anda elin kolun, onu da atasın dağılıp gidesin… Sonra ne yazar ki dünya bir tur atmış ya da ömründen yaş gitmiş… Yaşar gibi görünen, aklı yüreği paramparça insanlara dönüştürmek isterlerken bizi şimdi kalkıp da nereye gömeceksin acını, toprak dolmuş, katledilmiş çocukların, bebeklerin bedenleriyle? Bu umutsuzluğun orta yerinde hepimize güç diliyorum. Omzuna yaslanacağımız, yorulursak tutunacağımız daha çok dostumuz olsun.

lanterns_hawaiiVicdan yoksunlarıyla karşılaştığımızda sabrımız olsun anlatmaya. Bir daha… bir daha… bir daha… anlatmaya. Bitmesin enerjimiz, tükenmesin soluğumuz. Daha da çok güç versin bize 2016. Sokaklarda daha yüksek çıksın sesimiz, kalemimiz hiç durmasın, adımlarımız yorulmasın, ama asla anlatmayı bırakmayalım.

Sevgi diliyorum. İnsanları sevmekten vazgeçmeyelim. Yok be! Sevdiğimiz sevmediğimiz belli bizim, yüreğimizi çöplüğe çevirmenin alemi yok. Sevildiğimizi bilelim, yalnızlığı hissetmeyelim bu sene.

Yeni yıldan son dileğim… Barışın bizimle geleceğine olan inancımız daha da kuvvetlensin. Birbirimize inanmaktan vazgeçmeyelim.
Dünyanın yaralı coğrafyalarının yeni yıl mesajları da birbirine benziyordur herhalde Noel baba. İçini şişirdik yeni yıl ruhunun, kusura bakma!

Share Button

Mustang filmine dair bir feminist okuma denemesi: Feminist filme sızan erkek bakışı

mustang

Ülkü Özakın

Bu yıl Fransa adına Oscar adayı olan ve Karadeniz’in bir köyünde geçen Mustang filminin artı ve eksilerini, feminist açıdan ele alan bir yazı yazmaya çalışacağım. Öncelikle ben filmi aşağıda paylaşacağım sorunlu noktalara rağmen genel olarak beğenenlerdenim. Çocuk yaşta, görücü usulüyle yapılan zoraki evlilikler, hala bu ülkede en büyük sorunlardan. Bu konuyu, genç kadınların ağzından, filmin ana teması olarak sunan bir filme çok ihtiyaç vardı.

Bir düşünelim, 1990’lardan önce çocuk olan hangimiz, ilkokul biterken sokaklardaki koşmaların “artık büyüdün kızım” sözleriyle sona ermesindeki şoku yaşamamıştır. (Böyle diyorum çünkü artık çocuklar mahalle aralarında sokakta oynama durumunu bile yaşayamıyor.) Cinsiyet farkını hiç önemsemez sandığım babamın anneme, bana iletmesi için söylediği “sen söyle, artık genç kız oluyor, bisiklete şortla binmesin bundan sonra” sözlerinin, bedenin özgürlüğünden, bedenin utancına geçişin zamanının geldiğini bildirmesini, o kırılmayı unutmak kolay değil. Mustang filmini izlemek bana o zamanları yeniden yaşattı. Erkeklerin bakışlarındaki tehdit edicilik, eskaza birinin hoşuna gidersen, istemeye gelmeyi düşünebileceğini, kendi ailen için geçerli olmasa da böyle bir gerçeğin olduğunu bilmek kız çocukları için önceki yılların çocukluğa ait coşkusunu nasıl da yok eder, tekrar hatırladım. Bir yandan ailelerin çocuklarını kötülüklerden korumaya çalışması da anlaşılmaz değil. Cinsiyet farkı konusu kolay çözülecek bir konu olmaktan hala çok uzak. Bu film o kırılma dönemine, kızların bakış açısından, her tür özgürlüğün ayrımcı biçimde kısıtlanması olarak bakıyor.

Share Button

Ağıtı Yasaklanmış Kadınlar

Zozan Çetin

zozan_gorsel1

Mavinin yol alışımdaki büyük mânâsı kadar karanın da varmış; bunu yeni fark ettim. Yeni öğrendim ki matem karası da yol açmış bana. Meğer kederin karası büyütmüş lisanımı. En çok da acısı gözlerine oturmuş, sükûta mahkûm edilmiş kadınlar büyütmüş beni. Ah o kara, beni gözyaşları içinde büyütmeye zorluyor. Yasını içinde sessizce yaşamak zorunda bırakılan kadınların kederi yoğuruyor beni ve ben yaşamı uğruna ölecek kadar çok sevenlerin inancıyla güçlenirken, yitirdiklerine sessiz çığlıklar atan kadınların varlığıyla hayatı öğreniyorum.

Savruluyorum içimde, oradan oraya… Memleket ölümlerden mi geçiyor, ölümler mi memleketten geçiyor; bir tanım bulamıyorum. Biliyorum ki bir tanım bulsam da hafiflemeyecek yüreğim. Bu yaşananlar, öyle tarifi imkânsız sancılara hapsediyor ki beni içimden çıkamıyorum, her yanım inliyor, tanımlamaları duyacak ya da anlayacak durumda değilim. Ölümler soğuk, ben üşüyorum ve hastalıklı bir döneme giriyorum. Her ölümle sarsılıyorum. Titrek günlerin geçmesini beklerken peşi sıra geliyor acılar. Dahası, sanki üzerime üzerime geliyor, beni boğuyor gidişler. Dayanılır şey değil, çocukları katletmeleri; dayanılır şey değil, güzel gülüşlü, gencecik çocukların soluksuz bırakılışı. Diğerlerini bilmiyorum ama ben dayanamıyorum.

Share Button

Cemile Çağırga: Devletin Ateşinde Donan Bir Kız Çocuğu*

Aslı Zengin   [İngilizceden çeviren: Nagehan Tokdoğan]

“90’lardan sonra güneydoğuda doğmuş bir çocuksanız, aslında çocuk olmuyorsunuz. Gerçek anlamda çocuk olduğunuz dönem 1-5 yaş arası oluyor. 6 yaşınızdan sonra büyüyorsunuz ve 15 yaşında gibi muamele görmeye başlıyorsunuz. 10 yaşınıza geldiğinizdeyse 20 yaşında gibi. 15 yaşındayken de kendinizi 40 gibi hissediyorsunuz.”

İmren Demirbaş, 16 yaşında bir Kürt kızı, Diyarbakır [1]

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.”

Ece Ayhan

Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak kitabında “Fotoğraf bir tür alıntı, özlü söz ya da atasözü gibidir” der. Kısa bir süre önce Türkiye’nin kıyı bölgesinde çekilen bir fotoğraf dünyanın kahredici hikâyelerinden biri olarak hafızalara kazındı. Akdeniz tıpkı Pandora’nın kutusu gibi gözümüzün önünde açılmış ve Kobanê’li küçük bir Kürt çocuğu, Alan Kurdî’yi, üzerindeki en güzel kıyafetleriyle birlikte yutmuştu. Etik gerekçelerle bu fotoğraftan gözlerimizi kaçırmaya çabalayanlarımız da, fotoğrafı sosyal medyada paylaşmaya karşı koyanlarımız da öyle ya da böyle ona maruz kaldılar. Alan’ın minik, yere uzanmış ölü bedeni zihnimizin dalgalı kıyılarında varlığını sürdürecek… Hepimiz bu imgeyle sarsıldık, dehşete düştük.

Alan’ın imgesinin en azından bazılarımıza bir şeyler öğretmiş olabileceği umuduyla, ben şimdi sizi başka bir fotoğrafa, başka bir imgenin yarattığı o ani şokun ötesine bakmaya çağırıyorum. Bu fotoğraf ilk bakışta sizde ani bir endişe ve korku uyandırmıyor. Daha ziyade, fotoğrafın perdelediği şeyi idrak ettikçe dehşete kapılıyorsunuz. Fotoğrafta, Kürt beldelerinden biri olan ve dokuz gün boyunca olağanüstü hal ilan edilen, Türkiye’nin güvenlik güçleri tarafından ağır saldırılara maruz kalan Cizre’deki bir evin odasında, tam ortada duran bir buzdolabı görüyorsunuz. Bu fotoğraftaki buzdolabı, üzerine örtülen ve Kuran’dan bir yazıyla süslenmiş yeşil kumaşla birlikte bir tabuta dönüştürülmüş. İçinde on yaşındaki bir Kürt kızın, Cemile Çağırga’nın cansız bedeni yatıyor.

asli_foto1

Cemile Çağırga’nın cansız bedeninin bulunduğu derin dondurucu. [Fotoğraf: Sol Gazetesi]

Share Button

Temizlik İspat İster

camasir

Selda Tunç

“Çamaşır suyu olmadan temizlik olur mu hiç!”

Temizliğin gündelik hayatımıza sızma şekillerinden ve kadınlarda yarattığı takıntılardan bahsetmek hep aklımda olan bir şeydi. Sonunda yazmaya, hafiflemeye karar verdim. Kadınlığın keskin deneyimlerinden biridir “anne olmak”. Annelik, kutsallık üzerinden çeşitli mitlerle yüceltilse de bir travmadır aynı zamanda. “Anne olmak” mekânla kurulan ilişkiyi baştan ayağa değiştirir. Bir anne için yeni evlenecek kızı annenin yaptığı gibi bir temizliği miras almak zorundadır. Ama asla annesi gibi temizlik yapamayacağının bilincinde olarak. “Anne olunca anlarsın”, “anne eli lezzeti”, “anne evi” gibi sözleriyle sınırlı bir mekâna ev içine uyum yaratma çabaları başlar. Peki, “anne evinde”, ya da ev içinde hissedilenler bu kadar güzel mi gerçekten? Peki ben neden “anne evinde” eşyaların izin verilse kaçıp gideceğini, eşyaların simetrisini, sürekli diken üstünde oturulma halini sevmiyorum. Çünkü bunların her biri kadının sırtında annelik maskesiyle taşıdığı bir yük ve bu yükün zihne ve bedene eziyeti büyük. Yükü sahiplenmek, bunu doğallaştırmak, “görev ve sorumluluk” bilinciyle yükü paylaşmamak ise en tehlikeli olanı.

Share Button

Neden Ben Sen Olamıyorum: Rebecca Solnit

Açüklama, kaygı ve gizli Budizm aktivisti ve yazar.

Caitlin D.- Çeviren: Melike Ölker

Rebecca Solnit’in çalışmalarına olan aşkım kentsel nezihleştirmenin San Francisco bölgesinin sakinlerini nasıl etkilediğini anlatan kitabı Hollow City’yi okuduğumda başladı. Bunun ardından Wanderlust: A History of Walking adındaki makalelerini topladığı kitabını, bir doğal afetten sonra toplum inşası hakkındaki kitabını (A Paradise Built in Hell: The Extraordinary Communities That Arise in Disaster) ve bir kadın olmanın zorluklarını incelediği sayısız kısa yazılarını bir çırpıda okudum.

Bu makalelerin biri ve daha sonra aynı isimli feminist yazılarının antolojisinde de yer almış olan Men Explain Things to Me’de, Rebecca artık günlük yaşantılarımızda da duyduğumuz bir kelime türetti: mansplaining (Erkeklerin sizin zaten bildiğiniz herhangi bir şeyi bilmediğinizi var sayarak anlatma ihtiyacı duymalarını tanımlıyor. 5Harflilerde yayınlanan bir yazıda kelimenin Türkçe karşılığı olarak açüklama önerildi.) Kesinlikle Rebecca Solnit’in yerinde olmak isterdim, bu yüzden onunla edebiyat dünyasına girmesinin nedenleri ve onu şu anki gibi dişli olmasını sağlayan günlük alışkanlıkları hakkında konuşmak için telefon görüşmesi yapmaktan büyük onur duydum.

CAITLIN: Yazmaya ne zaman başladınız?

REBECCA SOLNIT: Balerin olmak üzere başladığım kariyerimi arkamda bırakarak altı yaşımdayken profesyonel bir yazar olmak istediğime karar verdim. Kısa bir süre kütüphaneci olmak istemiştim ama sonra birinci sınıftayken bazı insanların tüm gün kitaplarla vakit geçirmediğini fark ettim –birileri onları yazmalıydı.

Büyük hayaller kurmak çok kolaydır ama onları gerçekleştirmek biraz daha alengirlidir. Bazen kardeşlerim yazdıklarımı bulur ve onlarla dalga geçerlerdi ben de bu yüzden evden ayrılana kadar pek fazla yazmadım. Liseye gitmedim çünkü ortaokul gerçekten tam bir ıstıraptı. Küçüktüm, sıskaydım, kötü giyinirdim, kıyafet alacak param yoktu ve sporlarda berbattım yani kusurluydum. Olduğum gibi davrandığım için yıllarca cezalandırılmaya mantıklı bakmıyordum. Alternatif bir ortaokulda iki yıl okuduktan sonra erkenden üniversiteye başladım. Üniversiteden İngilizce’de birinci dereceyle mezun oldum ve şunu fark ettim; artık nasıl okuyacağımı biliyorum ama hâlâ nasıl yazacağımı bilmiyorum. Bu yüzden halk eğitim, tam olarak seni durdurmaya çalışan birilerinden kaçan değil evden ayrılmış biri olarak, benim gibiler için bile oldukça makul fiyatlıyken Berkeley’de gazetecilik okuluna gittim. Evden 17 yaşımdayken ayrıldım. Ailem “Harika, artık büyüdün – kart yollarsın. Biz senin için daha fazla bir şey yapamayız.” dedi.

Share Button