Sepideh Farsi ile Red Rose Üzerine
Melike Ölker
Matematik eğitimi almak için Fransa’ya giden ve orada yaşamaya başlayan Tahran doğumlu yönetmen Sepideh Farsi, uzun yıllar fotoğrafçılık yaptıktan sonra kısa filmler ve belgeseller yapmaya başladı. Başta Toronto Film Festivali olmak üzere uluslararası pek çok festivalde gösterilen ve büyük beğeni toplayan Red Rose filmi ile adını daha geniş çevrelere duyuran Farsi, bu filmiyle İran’ın politik meselelerini de arka planına alarak bir kadın ve bir erkeğin ilişkisini aktarıyor beyazperdeye. Kurmaca bir öyküyü gerçek bir hikâye ile besleyen filmde Sara adında genç bir kadın ile orta yaşlardaki Ali’nin, 2009 yılındaki seçimlerin hemen ardından tüm İran’da patlak veren Yeşil Hareket olarak bilinen protestoların arasında başlayan samimi, derin ve tutkulu ilişkilerine tanık oluyoruz. Atina’da İranlı oyuncularla çekilen Red Rose’da Yeşil Hareket protestolarının cep telefonlarından kaydedilmiş görüntülerinin kullanılmış olması da hikâyeyi kavuran ve gerçekliğini yoğunlaştıran bir etken olarak karşılıyor izleyiciyi.
14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali aracılığıyla ülkemizde de izleme şansına eriştiğimiz bu başarılı yapımın yönetmeni ve ortak senaristi Sepideh Farsi ile filmi ve İran politikası ile ilgili kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Yılda bir kez de olsa ülkesini ziyaret eden Farsi, bu cesur filminden sonra İran’a bir daha dönemeyeceğine emin; ancak söylemek istediklerini yüksek bir sesle ve açıkça söylemekten asla pişman olmadığının, olmayacağının da altını çiziyor.
Filmlerinizdeki ana temalarınızı sorarak başlamak istiyorum. Özellikle “kimlik” kavramını sormam gerekiyor. Filmlerinizdeki ana temalardan birinin kimlik olduğunu ya da bu kimlik kavramının bireyler veya bireysellik üzerinden İran politikasını yansıttığını söyleyebilir miyiz?
Bence her bir sanat eserinde kişisel unsurlar her zaman vardır ancak daha az görünürdürler.
Bir süre önce İran’ı terk edip yurt dışında yaşamaya başladım. Benim durumumdaki gibi ülkenizi terk ettiğinizde ve onunla aranıza mesafe koyduğunuzda bu kimlik sorunsalı daha kalın bir çizgiye erişiyor, daha da görünür oluyor. Sanırım İran’da değil de yurt dışında yaşadığım ve oralarda film yaptığım için bunu daha da görünür kılıyorum; haksızlıkları, araştırmalarımı ve bu kimlik sorunsalını daha da açık bir şekilde yansıtabiliyorum. Tabii ki taşı İran’a atmam gerekiyor ve tabii ki bu da bir şekilde politikaya bağlanıyor. Çünkü benim neslim, özellikle de benim neslim, devrimin gerçekleştiği zamanlarda çok gençti. Biz o zamandan beri bu politik hengamenin içinde yaşıyoruz. Bu sebeple de politika çoğumuz için her zaman kimliğimizin bir parçası oldu, kişisel kimliğimizle iç içeydi. Bu filmden filme de değişen bir şey aslında; kimi zaman çok ön planda, çok daha görünür kimi zaman da çok daha gizli. Ama sanıyorum ki her zaman orada bir yerde.
Red Rose özelinde tutku ve politika kavramlarının özel bir ilişkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Filminizde bu iki kavramı birbirine bağlayan şey nedir?
Politika ve devrim. Devrim hali tutkulu bir haldir. Devrim idealist bir durumdur ve tutkuludur. Bir devrim yapıyorsanız bu bir nevi aşktır aslında. Bu ilginç bir birlikteliktir; toplumun devrimsel ya da isyankâr halleri boyunca imkânsız bir tutku hakkında konuşmakla onun anlamının bir araya getirilebilirliğidir. Paradigma olarak bunun çok ilginç olduğunu düşünüyorum çünkü bir şekilde benzer vaziyetler; ancak biri daha toplumsal seviyedeyken diğeri daha kişisel bir konumdadır ve bu sebeple de onları bir hikâyede bir araya getirmemiz bizim için oldukça ilgi çekici bir konudur.
Bir sonraki projenizin de Yunanistan’da geçeceğinden ve göçmenleri konu alacağından bahsetmiştiniz daha önce. Bu projenizle ilgili daha detaylı bilgi verebilir misiniz?
Tabii ki. O da tutkulu bir hikâye olacak ancak bununla sınırlı kalmayacak. Bu kez bağlantı Ortadoğu ve Avrupa arasında olacak ya da Avrupalı ve yabancı olmanın ne demek olduğuyla ilgili olacak. Çünkü bu bölgeler; Suriye, Türkiye, Yunanistan ve hatta İran birbirine çok yakın bölgeler. Kültür olarak, coğrafik olarak birbirimize çok yakınız. Ancak bu kapkalın sınırlar her şeyin çok uzakta olduğunu düşünmemize neden oluyor.
Ida Panahandeh ile Nahid ve İran Sineması Üzerine
Melike Ölker
Cannes Film Festivali’nin Belli Bir Bakış bölümünde yarışan ve festivalden Avenir ödülüyle dönen Nahid, İranlı yönetmen Ida Panahandeh’in ilk uzun metrajlı sinema filmi. Daha önce pek çok kısa film ve bir de televizyon filmi çekmiş olan yönetmen, Nahid ile eşinden boşanmış ve on yaşındaki oğluyla yaşamını idame ettirmeye çalışan bir kadını anlatıyor. Çocuğunun velayetini yeniden evlenmemesi koşuluyla alan Nahid’in âşık olduğu adamla olan ilişkisi, kendisini büyük bir çıkmaza sokar. Toplumsal baskının ve ahlaki değerlerin içerisinde bir anne ve bir kadın olarak Nahid, derin bir mücadele ile beyazperdeye yansıyor.
İran Sineması’nın son yapımları arasında başarıyla sergilediği duruşu ve yansıttığı güçlü bir kadın profili ile Nahid’i ülkemizde 14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nde görme şansına erişebildik. Bu süreçte İstanbul’a gelen Ida Panahandeh ile sizler için kısa bir söyleşi gerçekleştirdik.
Daha önceki röportajlarınızın birinde “İkimiz de (ben ve Arsalan Amiri) babalarımızın yokluğuyla büyüdük. Annelerimizin geleneksel İran toplumunda bağımsız birer kadın olarak kendilerini kanıtlama mücadelelerine tanık olduk.” demişsiniz. Nahid özelinde konuşarak bunu Nahid’in annelerinizin mücadelesinin beyazperdeye doğrudan yansımış olduğu şeklinde yorumlayabilir miyiz?
Çok. Nahid karakteri tek başına bir kadının çocuğunu büyütme mücadelesini anlatıyor ve bu benim hayatımda doğrudan olan bir şeydi. Annem de böyle yaşayan bir kadındı. Bundan dolayı da bunun doğrudan filme yansıdığını söyleyebilirim.
Pek çok açıdan bir Avrupa ülkesi kadar kolay değil bu coğrafyada film yapmak. Fakat yine de çok büyük işler çıkıyor Ortadoğu ülkelerinden. Özellikle de İran’da. Buradan hareketle sanatın üzerindeki baskıların, hikâyeden mizaha kadar sanatın pek çok parçasını olumlu bir yönde etkilediğini ve sizi de bu şekilde etkilediğini söyleyebilir miyiz?
Buna kesinlikle katılıyorum. Eğer o baskılar ve o sistem olmasa ve eğer biz İran’da yönetmenler ve sanatçılar, mesela İsveç gibi bir ülkede olsak belki hiçbirimiz film yapmazdı ya da belki de hiç kimse kendisini bu kadar dışa vurmak için çabalamazdı. Ama öte yanda da “Sanatçılar toplumun aynasıdır.” diye meşhur bir söylem vardır. O yüzden bu baskılar bir şekilde sanatçıları, yönetmenleri zaten o tarafa doğru götürüyor. Konuşmak için, diyalog üretmek için. Bu baskıların dışavurumu, o ayna olabilme durumu için çok etkili.
14. Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden Aklımızda Kalanlar…
Melike Ölker
Bu yıl 14. kez düzenlenen Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 12-20 Mart tarihleri arasında İstanbul’da sinemaseverlerle buluştu. Bu yıl “Kadın Dayanışması Yaşatır” temasıyla yola çıkan festivalde birbirinden başarılı yapımlar gösterildi. Dünyanın pek çok ülkesinden gelen filmlerle seyircisine keyifli bir festival yaşatan Filmmor, kadınların yaptığı iyi sinemayı bir kez daha hatırlatıp, bizlere sunmaya devam ediyor. Aynı zamanda festival bu yıl toplu gösterimlerini, geçtiğimiz Ekim ayında aramızdan ayrılan feminist sinemanın ustalarından Belçikalı yönetmen Chantal Akerman filmlerine ayırdı ve bunun yanı sıra da; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Kadın Sineması başlığı altında Ürdün’den Fas’a, Mısır’dan İran’a uzanan bir coğrafyadan filmlerle de bizleri buluşturdu.
İstanbul, Hatay, Adana, Bodrum, Mardin, İzmir ve Van olmak üzere yedi şehirde sinemaseverlere 14. kez merhaba diyen Filmmor’un İstanbul’daki gösterimleri oldukça verimli ve keyifli geçti; tüm bu yaşananlar, tüm bu zorlu günlere rağmen bir nebze olsun nefes almamızı sağladı. Birbirinden başarılı, farklı, keyifli; kimi hüzünlü kimi komik kimi çarpıcı bu 66 filmin hepsi de kadın sinemasının ustalıklı işleri olarak hafızalarımıza kazındı. Ben de naçizane bizleri hepsi birbirinden değerli bu filmlerle buluşturan Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden akıllarda kalan birkaç kısa filmi sizler için kısaca yorumlamaya çalıştım.
Nice festivallere, nice özgür günlere, özgürce sanat yapabilmeye…
Dûr e… (Uzak mı…)
“Turnam gidersen aktaşa / Karlı dağlar aşa aşa / Hem kavime hem kardaşa / Turnam yâre selam söyle…”
2003-2013 yılları arasında Mezopotamya Dans Kolektifi’nde dansçı ve koreograf olarak yer alan Leyla Toprak, Kobanê direnişinin her daim hatırlanmasını sağlama amacıyla yola çıkarak Kobanê’de direnen YPJ’li kadınların başkaldırı ve mücadelelerini Dûr e… adlı bu kısa belgeseliyle ölümsüzleştiriyor. Hafızalara kazınması, vicdanları deşmesi gerektiğine inandığım bu belgesel, kamerasını IŞİD’e karşı dünya çapında yankılanan bir mücadele veren ve bu mücadeleyi hâlâ sürdüren ama her savaşın sonucunda olduğu gibi hayalet bir şehire dönüşen Kobanê’nin yıkıntıları arasında günlük yaşamlarını da sürdürmeye çalışan YPJ’li kadınların neler yaptıklarına, nasıl hissettiklerine samimi bir cevap sunuyor. Savaşın içinde, savaşa paralel gündelik yaşamlarına seyirciyi misafir eden kadınların dile getirdiği hikâyelerinin yanında şehre çöken gecede beyaz elbisesiyle yıkıntılar arasında, kendisine ayrılan küçücük bir alanda dans eden bir kadın beliriyor kadrajda. Karanlığı yalnızca beyaz elbisesi ve bir fener ışığıyla aydınlatan bu anlatımla bölgedeki ölenlerin ve kalanların maneviyatlarına, ruhlarına sürreal bir anlatım katmak istediğini belirten Toprak, bu yıl Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nden Mor Kamera Umut Veren Kadın Sinemacı Ödülü’nü aldı. Seyircilere ve sinema tarihine çok değerli, unutulması imkânsız bir belge bırakan Toprak, birbirinden farklı iki zaman dilimi kullanarak anlatıyor Kobâne’yi: Görüşmelerle doldurulan bir gündüz, fenerlerle aydınlatılan ve bekçiler dışında kimsenin bulunmadığı bir gece.
ODTÜ Rektörlüğü Önünde Niye Oturuyoruz?
Cansu Taşdemir, Deniz Beste Akdoğdu*
Biz, kadınlar olarak hayatımız boyunca birçok alanda ayrımcılık, taciz, şiddet ve tecavüzle yüz yüze geliyoruz. Üstelik bunlarla çoğumuz erken yaşlarda karşılaşıyoruz. Eril bir toplumda yetişmenin tüm zorluklarını ve yükünü kadınlar çekiyor. Böyle bir ortamda yapılması gereken, biz kadınların hep birlikte haklarımızı savunacağımız birlik ağları oluşturmamızdır. Biz ODTÜ Kadın Dayanışması olarak bu hedef doğrultusunda adımlarımızı kararlılıkla atmaktayız. Çünkü ODTÜ’de eril tehditle karşı karşıya kalmaktayız. Okulumuzda birçok tacizci elini kolunu sallayarak dolaşmakta ve kadınların yaşam alanlarını kısıtlamaktadır. Hatta yurtlarda elektriklerin kesilmesi bile sözlü tacize uğramamıza zemin oluşturmaktadır. Erkekler bize, “Kızlar kocanız geldi!” diye bağırabilmektedir. “Eğlence” olarak görülen bu durum, birçok kadın arkadaşımızı rahatsız etmekte; biz kadınlara tehdit oluşturan eril yapıyı daha da güçlendirmektedir.
Fakat okuduğumuz üniversitede farklı boyutlarda gerçekleşen ayrımcılıklar, tacizler karşısında karşımızda bir muhatap bile bulamamaktayız. Onca şikâyet, onca dilekçe cevapsız ve yaptırımsız kalmakta; bunun sonucu olarak da, kadınlar kendilerini taciz edenlerle aynı kampüste yaşamak, her gün yeniden onlarla karşılaşmak zorunda bırakılmaktadır. Kadınlar öz savunmada bulunduğunda ise, yine kadınların hakkında soruşturma açılabilmektedir. Özellikle son zamanlarda bu olayların artması bizi daha da öfkelendirmiş ve taleplerimizi yüksek sesle ve ısrarla dile getirmeye zorlamıştır.
ODTÜ Rektörlüğü’nden öncelikli taleplerimiz şunlar olmuştur:
- ODTÜ Kadın Dayanışması’nı muhatap alarak bir “Taciz Önleme Birimi” kurulmalıdır;
- Okulda herkesin tanıdığı, hâlâ taciz ve tehditlerine devam eden ve şu ana kadar cezalandırılmamış ODTÜ öğrencisi tacizci okuldan atılmalıdır.
Bu taleplerimiz doğrultusunda 15 Nisan’dan bu yana rektörlük önünde nöbet tutmaktayız. Ayrıca Rektörlük önündeki nöbetimiz sırasında duyurusunu yaptığımız ODTÜ Kadın Dayanışması buluşmamızı da 21 Nisan günü gerçekleştirdik. Bu buluşmada, tacizin ne olduğunu, Yüzüncü Yıl ve ODTÜ’de artan taciz olaylarını, tacize dair nasıl ve hangi çözüm önerilerinin geliştirilebileceğini, üniversitede kurulması için çalıştığımız taciz biriminin önemini ve yaptırımlarının neler olabileceğini konuştuk; Kadın Dayanışması olarak etkinlik önerilerimizi sunduk ve bu öneriler üzerine tartıştık.
Kadınların Kavgası: Kadınlar ve Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Sergisi Üzerine
Sultan Şafak*
“… Önümde dikilmiş, ilk sorusu, “Adın ne?” oluyor. Ben de “Sakine,” dedim. “Türk müsün?” dedi, “Hayır, Kürdüm” diye cevap verdim. Şiddetli bir tokat indirdi. Yolculuğun verdiği yorgunluk, o an yaşananlar ve tokat, bir anda gözlerimin önü kararır gibi oldu. “N’oluyor, ne yapıyorsunuz?” dememe rağmen o, Elif’e yöneldi, “Adın ne?” Aynı soru. “Elif”, “Türk müsün?” sorusuna, “Evet Türküm,” cevabını verince, işkenceci aşağılık şekilde güldü ve “Aferin,” dedi…” [1]
Bu Dava Bitmedi!
Birsen Kaya
İnsan merkezli değil, kâr ve iktidar odaklı egemen siyaset geleneği, giderek yükselen militarizm, faşizmin çürümüş dokusu çocuk bedenine kadar uzandı. En dokunulmaz, en örselenemez olanlardı. Ama ne yazık ki öyle olmadı. Yıllardır kadın cinayetlerine, kadına dönük şiddete karşı mücadele verirken sürekli sorunun politikliğine vurgu yaptık.
Kadına dönük artan sistematik erkek şiddet sarmalına çocuklar da eklendi. Devlet, erkek, yargı organik bağlantısı bir kez daha Karaman davasında karşımıza çıktı. Dava başlamadan önce iktidar da bir telaş, bir telaş… Oysa çocuk, “devlet güvencesinde her türlü siyasi çıkarın üstünde” olmalıydı. Karaman’a gittik, gördük, duyduk ki; siyasi iktidarın telaşı boşa değil; karşımızda dibine kadar pisliğe bulanmış bir iktidarın fotoğrafı var.
Saklama Kabı
Ayça Örer
Cam mı, plastik mi? Annesine göre cam, teyzesine göre plastik.
Oysa o neredeyse altı yıldır, “tapır” kapların esiri. Su şişesi, soğan saklama kabı, peynir saklama kabı, ekmek saklama kabı, zeytin saklama kabı, turşuları suyunda saklama kabı, şerbet kabı, kurabiye kabı, isterse el işlerini de koyabileceği ama daha ziyade sandviçlerini koyduğu beslenme kabı, çöpleri toplama kabı, çöpleri atma kabı, salataları kurutma kabı, salataları süzme kabı, salataları bozmadan saklayan sera kabı.
Ekmek tahtası, silikon pişirme tepsisi, ayran yapma aparatı, el rondosu, erzak kutusu. Bunlardan da vazgeçemez.
Buzdolabını açtığındagördüğü irili ufaklı rengârenk kaplarla içine bir huzur doluyor ki, bu huzuru Himalaya eteklerinde otuz yıldır çakraları çalışsın diye bekleyen rahipler bile yakalamamıştır.
Mesela, kapağındaki kilidi sayesinde marulu marul, havucu havuç, tereyi tere gibi saklayabilen kutuyu eline alıp açtığında ona göz kırpan yeşillikler, “Bir de bizi dert etme, bak iyiyiz işte, burası tam bize göre” diyor.
Kadınların ve dünyanın en eski sorunu “Yemekleri saklamazsa ölecek” derdinin çözülmesinden memnun, eve gelip ayakkabılarını fırlatıp, terlikleri ayağına geçirdiğinde her şey kendinden olacakmış emniyeti veren histen ölesiye mesut.
Biz İki Kadın, Mücadeleye Devam Edeceğiz!
Sonay Tezcan
Ben Kastaş Kauçuk Fabrikası’nda bir buçuk yıldır çalışmaktaydım. Size dışarıdaki insanların burada çalışmak için can attığı fabrikamızı biraz anlatayım: Bu fabrikanın işçilere cazip görünmesinin sebebi hafta içi ve cumartesi günleri çok sık mesaiye kalınmaması, ikramiye ve erzak yardımı verilmesi. Özellikle işçi kadınlar ev işleri ve çocuk bakımı yükü nedeniyle mesaisi olmayan Kastaş’ı bulunmaz nimet gibi görüyor. Erkek işçiler ise diğer fabrikalara göre performans zammını daha çok alıyor. Tabii ki bu kötünün iyisi koşullardan faydalanmanın bir karşılığı var. Emeğini satarken onurunu da satacaksın! Birçok fabrikada köleleştirme uygulamaları patronların doğal silahı, fakat bizim fabrikamızda bu sistematik, planlı ve örgütlü bir biçimde uygulanıyor.
500’e yakın çalışanın olduğu fabrikamızın 250 kadarı kadın işçi.
“Kadının yazısız tarihi bir mücadele tarihidir!”
Kampüsün Cadılarıyla Röportaj
Işıl Kurnaz
“Ben yürümüyorum Füsun, cadde yürüyor
Bir cadı olduğumu burdan anlıyorum”
Didem Madak,Büyümüş Çocuk Şiiri
Bir süredir kampüslerde bir ses duyuluyor. Sesini çıkarırken aynı anda dişlerini ve tırnaklarını da gösteren; cinsiyet kodlarını alaşağı ederken, makbul kadınlığı cadılığa tahvil eden; bilinç yükseltme çalışmalarını kamusallaştırırken, o kamusal mekânı kadın sözüyle sil baştan yaratan ve sesleri çoğalan, seslerini çoğaltan kadınlar onlar, yani Kampüs Cadıları…
Onlar, ses çıkarıyorlar. Sonra sesleri yankılanıyor…Hem alternatif gündem yaratıyorlar, hem de gösterişsiz ama haklı bir kavgaya tutuşuyorlar. Mertliği, erkeklere bırakmayacak kadar inatçılar. Yeşilçam’dan çalalım: “Güzel oldukları kadar cüretkârlar” da yani!
Evet, kampüsün cadılarına kulak verdik bu sefer. Süpürgeyi ortalığın tozunu almak için değil, biraz da tozu dumana katmak için elimize alalım diye. Ya süpürgeye binip gökyüzüne uçalım, ya süpürgeden inip onu, ismi lazım değillerin kafasına geçiriverelim diye. Biraz da Bandista’nın şarkısını mırıldandık bu arada; diyordu ki: “Ne sokakta/ ne meydanda/ ne kampüste/ ne yolda/ özgürlük içinde/ özgürlük seninle özgürlük/ özgürlük sen nerdeysen orada!”
Cadılığı deşmekle başlamak istiyorum biraz. Cadılık, sanırım ne sadece cadılarla ilgili ne de mitolojiyle. İtalyan feminist Silvia Federici [1], cadılığın anlamının tüm kadınlara doğru nasıl genişlediğini anlatıyor meselâ: Kâfir kadın, şifacı kadın, ebe kadın, itaatsiz kadın, tek başına yaşamaya cüret eden kadın, efendinin yemeğine zehir katan ve kölelerin isyanına ilham veren büyücü kadın… Bu kadınların hepsi topyekûn cadı olup çıkıyor. Verili olanın makbul olduğu bu yerde, nasıl oldu da kötücül anlamlarıyla yüklü “cadılık” hâlini tersine çevirebilmeyi, onu asıl taşıyıcısı olan kadınlarla tekrar ortak edebilmeyi başardınız?
Bizler üniversiteli genç kadınlar olarak bir araya geldiğimizde ismimizin ne olacağına dair uzunca kafa yorduk. Kadının özgürleşme mücadelesinin tarihine baktık ve orada “cadılar”la tanıştık. Ortaçağ’da kilise monarşisinin erkek egemen politikalarına direnen kadınların; ebe, doktor, eczacı, isyankâr, laf dinlemeyen, başkaldıran kadınların, “cadı”, “büyücü” gibi sıfatlarla yakıldığı, katledildiği bir dönem var. Laf söz dinlemeyen, öğretilmiş kadınlık rollerini kabul etmeyen, başkaldıran, isyan eden kadınlarla bütünleşmiş bir sıfattır “cadılık”…
Ölüyor Olsam Şarkıyı Dinlemeden Ölmezdim…
Pamuk Yıldız
Aynı sokaklarda yürüdük,
Muhtemelen aynı kitapçılara girdik çıktık, kitaplara baktık.
Aynı belediye başkanları yönetti şehrimizi.
…
O günlerde sık sık zulmün sonu var mı diye düşünürdüm ve sonuna kadar yaşadığımıza inanırdım. Şu günlerde zulmün sonu olmadığını görüyorum ve o günlerden bahsederken içten içe suçlanıyorum.
O günlerde bizi sildiklerine inanıyorlardı, özgür olduğumuzda biz de silindiğimize inandık. Sohbetlerde, günlük kaygılarda, tatil planlarında yoktuk. Bu duygularla yaşamın eteğine yapışıp içine girmeye çalışıyordum.
“Özgür” olduktan sanırım iki ay sonraydı. İnsan Hakları Derneği’nden aileler İstanbul’a, Sultan Ahmet Meydanı’na oturma eylemi için gidiyorlardı. Ben de onlarla gidecek ama onlarla dönmeyecek, İstanbul’da gezecektim. Didar Şensoy’u ilk ve son kez orada gördüm. Didar Abla birden “… Büyü de baban sana / Baskılar işkenceler alacak / Kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak / Büyü de / Büyüyüp onyedine geldiğinde / Büyü de baban sana / İdamlar alacak…” diyordu. Meydanda bulunanlar – benim dışımda – ellerini kaldırarak eşlik ediyordu. Büyülendim, dondum, nefesimi tuttum, dinledim. O an vurulsam, şarkının sonuna kadar dinlemeden ölmezdim. Yok saydıkları beni anlatıyordu, Erdal’ı anlatıyordu, oğulları, kadınları anlatıyordu. Büyüyünce babasının işkenceler, idamlar almak zorunda kalacakları anlatıyordu.
Onlar bizi yok saymak istemişlerdi ama onların yok saymalarıyla yok olmuyorduk. Şimdilerde yok saydıklarının yok olamayacağı gibi…