Ağıtı Yasaklanmış Kadınlar

Zozan Çetin

zozan_gorsel1

Mavinin yol alışımdaki büyük mânâsı kadar karanın da varmış; bunu yeni fark ettim. Yeni öğrendim ki matem karası da yol açmış bana. Meğer kederin karası büyütmüş lisanımı. En çok da acısı gözlerine oturmuş, sükûta mahkûm edilmiş kadınlar büyütmüş beni. Ah o kara, beni gözyaşları içinde büyütmeye zorluyor. Yasını içinde sessizce yaşamak zorunda bırakılan kadınların kederi yoğuruyor beni ve ben yaşamı uğruna ölecek kadar çok sevenlerin inancıyla güçlenirken, yitirdiklerine sessiz çığlıklar atan kadınların varlığıyla hayatı öğreniyorum.

Savruluyorum içimde, oradan oraya… Memleket ölümlerden mi geçiyor, ölümler mi memleketten geçiyor; bir tanım bulamıyorum. Biliyorum ki bir tanım bulsam da hafiflemeyecek yüreğim. Bu yaşananlar, öyle tarifi imkânsız sancılara hapsediyor ki beni içimden çıkamıyorum, her yanım inliyor, tanımlamaları duyacak ya da anlayacak durumda değilim. Ölümler soğuk, ben üşüyorum ve hastalıklı bir döneme giriyorum. Her ölümle sarsılıyorum. Titrek günlerin geçmesini beklerken peşi sıra geliyor acılar. Dahası, sanki üzerime üzerime geliyor, beni boğuyor gidişler. Dayanılır şey değil, çocukları katletmeleri; dayanılır şey değil, güzel gülüşlü, gencecik çocukların soluksuz bırakılışı. Diğerlerini bilmiyorum ama ben dayanamıyorum.

Cemile Çağırga: Devletin Ateşinde Donan Bir Kız Çocuğu*

Aslı Zengin   [İngilizceden çeviren: Nagehan Tokdoğan]

“90’lardan sonra güneydoğuda doğmuş bir çocuksanız, aslında çocuk olmuyorsunuz. Gerçek anlamda çocuk olduğunuz dönem 1-5 yaş arası oluyor. 6 yaşınızdan sonra büyüyorsunuz ve 15 yaşında gibi muamele görmeye başlıyorsunuz. 10 yaşınıza geldiğinizdeyse 20 yaşında gibi. 15 yaşındayken de kendinizi 40 gibi hissediyorsunuz.”

İmren Demirbaş, 16 yaşında bir Kürt kızı, Diyarbakır [1]

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.”

Ece Ayhan

Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak kitabında “Fotoğraf bir tür alıntı, özlü söz ya da atasözü gibidir” der. Kısa bir süre önce Türkiye’nin kıyı bölgesinde çekilen bir fotoğraf dünyanın kahredici hikâyelerinden biri olarak hafızalara kazındı. Akdeniz tıpkı Pandora’nın kutusu gibi gözümüzün önünde açılmış ve Kobanê’li küçük bir Kürt çocuğu, Alan Kurdî’yi, üzerindeki en güzel kıyafetleriyle birlikte yutmuştu. Etik gerekçelerle bu fotoğraftan gözlerimizi kaçırmaya çabalayanlarımız da, fotoğrafı sosyal medyada paylaşmaya karşı koyanlarımız da öyle ya da böyle ona maruz kaldılar. Alan’ın minik, yere uzanmış ölü bedeni zihnimizin dalgalı kıyılarında varlığını sürdürecek… Hepimiz bu imgeyle sarsıldık, dehşete düştük.

Alan’ın imgesinin en azından bazılarımıza bir şeyler öğretmiş olabileceği umuduyla, ben şimdi sizi başka bir fotoğrafa, başka bir imgenin yarattığı o ani şokun ötesine bakmaya çağırıyorum. Bu fotoğraf ilk bakışta sizde ani bir endişe ve korku uyandırmıyor. Daha ziyade, fotoğrafın perdelediği şeyi idrak ettikçe dehşete kapılıyorsunuz. Fotoğrafta, Kürt beldelerinden biri olan ve dokuz gün boyunca olağanüstü hal ilan edilen, Türkiye’nin güvenlik güçleri tarafından ağır saldırılara maruz kalan Cizre’deki bir evin odasında, tam ortada duran bir buzdolabı görüyorsunuz. Bu fotoğraftaki buzdolabı, üzerine örtülen ve Kuran’dan bir yazıyla süslenmiş yeşil kumaşla birlikte bir tabuta dönüştürülmüş. İçinde on yaşındaki bir Kürt kızın, Cemile Çağırga’nın cansız bedeni yatıyor.

asli_foto1

Cemile Çağırga’nın cansız bedeninin bulunduğu derin dondurucu. [Fotoğraf: Sol Gazetesi]

Temizlik İspat İster

camasir

Selda Tunç

“Çamaşır suyu olmadan temizlik olur mu hiç!”

Temizliğin gündelik hayatımıza sızma şekillerinden ve kadınlarda yarattığı takıntılardan bahsetmek hep aklımda olan bir şeydi. Sonunda yazmaya, hafiflemeye karar verdim. Kadınlığın keskin deneyimlerinden biridir “anne olmak”. Annelik, kutsallık üzerinden çeşitli mitlerle yüceltilse de bir travmadır aynı zamanda. “Anne olmak” mekânla kurulan ilişkiyi baştan ayağa değiştirir. Bir anne için yeni evlenecek kızı annenin yaptığı gibi bir temizliği miras almak zorundadır. Ama asla annesi gibi temizlik yapamayacağının bilincinde olarak. “Anne olunca anlarsın”, “anne eli lezzeti”, “anne evi” gibi sözleriyle sınırlı bir mekâna ev içine uyum yaratma çabaları başlar. Peki, “anne evinde”, ya da ev içinde hissedilenler bu kadar güzel mi gerçekten? Peki ben neden “anne evinde” eşyaların izin verilse kaçıp gideceğini, eşyaların simetrisini, sürekli diken üstünde oturulma halini sevmiyorum. Çünkü bunların her biri kadının sırtında annelik maskesiyle taşıdığı bir yük ve bu yükün zihne ve bedene eziyeti büyük. Yükü sahiplenmek, bunu doğallaştırmak, “görev ve sorumluluk” bilinciyle yükü paylaşmamak ise en tehlikeli olanı.

Neden Ben Sen Olamıyorum: Rebecca Solnit

Açüklama, kaygı ve gizli Budizm aktivisti ve yazar.

Caitlin D.- Çeviren: Melike Ölker

Rebecca Solnit’in çalışmalarına olan aşkım kentsel nezihleştirmenin San Francisco bölgesinin sakinlerini nasıl etkilediğini anlatan kitabı Hollow City’yi okuduğumda başladı. Bunun ardından Wanderlust: A History of Walking adındaki makalelerini topladığı kitabını, bir doğal afetten sonra toplum inşası hakkındaki kitabını (A Paradise Built in Hell: The Extraordinary Communities That Arise in Disaster) ve bir kadın olmanın zorluklarını incelediği sayısız kısa yazılarını bir çırpıda okudum.

Bu makalelerin biri ve daha sonra aynı isimli feminist yazılarının antolojisinde de yer almış olan Men Explain Things to Me’de, Rebecca artık günlük yaşantılarımızda da duyduğumuz bir kelime türetti: mansplaining (Erkeklerin sizin zaten bildiğiniz herhangi bir şeyi bilmediğinizi var sayarak anlatma ihtiyacı duymalarını tanımlıyor. 5Harflilerde yayınlanan bir yazıda kelimenin Türkçe karşılığı olarak açüklama önerildi.) Kesinlikle Rebecca Solnit’in yerinde olmak isterdim, bu yüzden onunla edebiyat dünyasına girmesinin nedenleri ve onu şu anki gibi dişli olmasını sağlayan günlük alışkanlıkları hakkında konuşmak için telefon görüşmesi yapmaktan büyük onur duydum.

CAITLIN: Yazmaya ne zaman başladınız?

REBECCA SOLNIT: Balerin olmak üzere başladığım kariyerimi arkamda bırakarak altı yaşımdayken profesyonel bir yazar olmak istediğime karar verdim. Kısa bir süre kütüphaneci olmak istemiştim ama sonra birinci sınıftayken bazı insanların tüm gün kitaplarla vakit geçirmediğini fark ettim –birileri onları yazmalıydı.

Büyük hayaller kurmak çok kolaydır ama onları gerçekleştirmek biraz daha alengirlidir. Bazen kardeşlerim yazdıklarımı bulur ve onlarla dalga geçerlerdi ben de bu yüzden evden ayrılana kadar pek fazla yazmadım. Liseye gitmedim çünkü ortaokul gerçekten tam bir ıstıraptı. Küçüktüm, sıskaydım, kötü giyinirdim, kıyafet alacak param yoktu ve sporlarda berbattım yani kusurluydum. Olduğum gibi davrandığım için yıllarca cezalandırılmaya mantıklı bakmıyordum. Alternatif bir ortaokulda iki yıl okuduktan sonra erkenden üniversiteye başladım. Üniversiteden İngilizce’de birinci dereceyle mezun oldum ve şunu fark ettim; artık nasıl okuyacağımı biliyorum ama hâlâ nasıl yazacağımı bilmiyorum. Bu yüzden halk eğitim, tam olarak seni durdurmaya çalışan birilerinden kaçan değil evden ayrılmış biri olarak, benim gibiler için bile oldukça makul fiyatlıyken Berkeley’de gazetecilik okuluna gittim. Evden 17 yaşımdayken ayrıldım. Ailem “Harika, artık büyüdün – kart yollarsın. Biz senin için daha fazla bir şey yapamayız.” dedi.

Zabel Hovhannesyan- Yesayan* (4 Şubat 1878-1943?)

L. Gülden Treske

Yüz yıl öncesinden seslenerek, insanlığın kara bir döneminden bize aktardıkları, nefret ve şiddet sarmalındaki bu günleri anlamamıza bir ışık olur mu?

Görüşmelerimiz kısa ve yetersiz kalıyordu. Zaptiye de hazır bulunuyor ve Türkçe konuşmaya mecbur ediliyorduk. Bazen hiç konuşmamayı tercih ediyorduk ve bakışlarımızı o haksızlığa uğratılmış, adaletsizliği tadarak canını feda etmeye maruz bırakılmış kardeşlerimize dokunduruyorduk şefkatle, acıyla ve samimiyetle. (Yesayan, 2014, s.136)

Bu yazılanları, belirli bir yaşın üzerindeki hepimiz bir yerlerden biliyoruz.

Onu görenler, teselli bulamayan kederiyle lal olmuş bu yavrucağın resmini artık kolay unutamayacaklar. Tüm bir ulusun çocukluğu onun gözlerinde ağlıyordu. (Yesayan, 2014, s.51)

Bu yazılanı ise, bu kez gençler de dahil hepimiz biliyoruz. Bu satırların yazıldığı 2015 Ağustosunda, neredeyse her gün, unutamayacağımız bir çocuk resmi sosyal medyaya düşüyor. Bu resimlerin bazıları ana akım medyada yer alabiliyor, bazıları ise ölümleriyle bile haber olamıyor.

Barış için Ortak Deklarasyon!

baris_basin01

Barış İçin Kadın ve LGBTİ Örgütleri Ortak Deklarasyonu

Biz bu ülkenin kadınları, barış istiyoruz. Savaşın, çatışmanın kıyıcılığını daha kaç kuşak yaşayacak? Telafisi olmayan bunca acıyla ne yapacağız?

Seçime beş kala iktidarın “dondurduğunu” ilan etmesiyle çözüm süreci ortadan kalktı. Savaş dili eskisinden de beter biçimde geri döndü. Kanı yerde kalmayacak dedikleriniz, bizim çocuklarımız. Feda edebileceğinizi söyledikleriniz, bizim çocuklarımız, bizim yakınlarımız. Öldürdükleriniz, bizim çocuklarımız.

Dünya Barış Günü

baris_kadin

Kadınlar Barışta Israr Ediyor!

1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Türkiye’nin dört bir yanından kadın ve LGBTİ örgütleri olarak barış çağrısı yapacağız!

Savaşın ne olduğunu ve bizim neden barışa ihtiyacımız olduğunu tekrar tekrar söyleyeceğiz!

Biz kadın ve LGBTİ örgütleri barış için ortak deklarasyonumuzu Ankara’da ve İstanbul’da 1 Eylül’de yapacağımız basın toplantısında açıklayacağız. Sizleri de aramızda görmek isteriz.

Biz kadınlar barıştan asla vazgeçmeyeceğiz. Biz yok sayılmanın, yok edilmenin anlamını hayatlarımızdan, verdiğimiz mücadeleden iyi biliriz. Barış için ısrar edeceğiz.

Tarih: 1 Eylül 2015, Salı

Ankara: 11.00 / Otel Tunalı, Tunalı Hilmi Cad. No: 119, Ankara
İstanbul: 12.00 / Taxim Hill Otel, Sıraselviler Cd. No:5 Taksim, İstanbul
Bursa: 12.00 Nilüfer Dernekler Yerleşkesi (Konak Mahallesi Seçkin Sokak No:23/1)
Muğla: 11.00 Sınırsızlık Meydanı

Ayrıntılı bilgi: Kadın Koalisyonu Internet Sitesi

Neoliberalizm Tam Olarak Nedir?

neolib

Çeviren: Funda Karabacak

İklim değişiklikleri, ülkelerin zayıf refah düzeyi, 2008 mali krizi, hızla artan gelir eşitsizliği, politikada yıllardır süren hayal kırıklığı, milyar dolarlık maliyeti olan süper kahraman filmleri ve Tinder – bunlar neoliberalizme atfedilen sorunlardan sadece birkaçı. Ama aslında neoliberalizm nedir? İktisadi bir doktrin mi? Kapitalist yönetici sınıfın intikamı mı? Yoksa daha tehlikelisi mi?

Wendy Brown Undoing the Demos: Neoliberalism’s Stealth Revolution adlı kitabında bu sorunları ve daha fazlasını ele aldı. Brown’ın bu eseri için hem tarihi bir çalışma, hem felsefi bir tez hem de sorunlar üzerinde duran bir araştırma kitabı diyebiliriz. Neoliberalizm üzerine yapılan çalışmaların çok yaygın olmasına rağmen, Undoing the Demos ihmal edilen bir konu olan dünyayı geniş bir pazar olarak görmenin politik sonuçları üzerinde duruyor. Brown’ın vardığı sonuçlar çok katı olmasına rağmen bu sorunlarla daha etkili bir şekilde baş edebilmemizi sağlıyor.

—Timothy Shenk

Timothy Shenk: Undoing the Demos adlı kitabınızın başlangıcında “neoliberalizm” hakkında bir şeyler söylemenin özellikle de sol için bir rutin haline geldiğini belirtirken, kelimenin kendisinin “pek çok anlama gelebilen ve değişken bir ifade” olduğunu yazmışsınız. Sizin neoliberalizm tanımınız nedir?

Wendy Brown: Bu kitapta neoliberalizmi, her şeyin özel bir şekilde “ekonomiye dâhil edildiği” yönetim mantığın dâhilinde ele aldım: Neoliberalizm mantığında insanlar pazarın aktörü haline gelir; herhangi bir alanda yapılan aktiviteler pazara ait olur ve her türlü kişilik (kamu ya da tüzel; kişi, işletme veya devlet) bir şirket nasıl yönetiliyorsa o şekilde yönetilir. Ancak şunu belirtmemiz önemli, bu basitçe her yere yayılan bir metalaşma ya da parasallaşma durumu değildir – bu, sermayenin günlük hayatı değiştirdiğine dair eski Marksist bir tanımdır. Neoliberalizm, öğrenim görmek, birisiyle flörtleşmek ya da alıştırma yapmak gibi paranın belirleyici olmadığı alanlarda bile piyasa çözümlemeleri yapar. Bunları, pazar ölçülerine uydurur; pazar tekniği ve uygulamalarıyla yönetir. Hepsinden önemlisi bireyleri sürekli mevcut ve gelecekteki değerine göre hareket eden insan sermayesi olarak görür.

Aynı zamanda, neoliberalizm finansallaşma dönemine geldiği (ve teşvik edildiği) için, değişime açık olan “pazara açılma” biçimleri ürün ve malların değişimi bir yana bu ürün ya da mallarla ilgili olmayabilir de. Günümüzde bireylerden şirketlere, üniversitelerden devletlere, restoranlardan dergilere pazarın tüm aktörleri peşin kardan ziyade zihinlerinde belirledikleri değerlerini ve gelecekteki bu değerlerini şekillendirecek seviye ve sınıflandırmalarıyla ilgilenmektedir. Hepsi kişisel yatırımları aracılığıyla mevcut ve gelecekteki değerlerini artırarak sermayecilerin ilgisi çekmekle yükümlüdür. Pazarın finansallaşması için kişilerin blog hitini, retweetlerini, Yelp puanlarını, okul derecesini ya da Moody sıralandırmasını yükselterek seviyesini artırması ya da koruması gerekir.

Nağmeler

nagmeler03

Seher Z.

Şarkılar vururmuş insanı nasıl da unutmuşum! Bir uçarı kaçarı halleri varmış, bir de durup durup yakan. Gönül gezdiriyorum sandım, baktım ki gönül sürgün, feryat benden azade. Kah semaya saldı beni, kah yerlere yeksan. Deva niyetine can kesildim, tenimi dermana men eyledi. Bildiğimle terennüm edeyim dedim, ezberimde yaban sezdim. Bilmediğime katılayım dedim, esrarında sebepsizdim. Ne varsa elimde bir fazla bekledi, yetmedi ekler olsam o bir diğerini yeğledi. Neşesinden bir katre diledim, o vecdine saldı beni. Mecnunum, çilesi neyse çekeyim, dedim, o beni neşemden içeri seyyah belledi. Sonunda bildiğimden oldum, cürret bu ya, üstüne bir de bilmediğimden imtihana soyundum.

Bir elim siberpunk ve rock kabare’ye uzanırken -pek gönlüme göresiymiş, bu arada, yeni ve geç keşif-, biraz da caz ve rock’ın füzyonunu arar severken bir yanım, diğer yanım nasıl olurdu da dönüp dolaşıp doksanlara dadanırdı, pop, arabesk, hafif/ağır meşrep ne varsa onun harmanıyla hız alırdı, bilmiyorum. Sonra sorsalar, tangodan valse, valsten de nihavende kısa devre geçişler nasıl oldu, bir fikrim yok. Aklımı yamacına bıraktığım o hülyalı hallerden doğru kestiremem hala. Türsel gecişlerde ya da faklı düzlemlerde kavramsal bütünlükler kollamıyor değildim oysa. Şarkılardan doğru uzunca bir serbest çağrışım seansıydı (gevezelik demediysem iyi hani) sanki bu. Başladığım yeri az biraz biliyordum ama varacağım yer konusu zinhar fikrimde değildi. Araya sadece biraz iş-dostlar alış verişte görsünler-sonra da uyku giriyordu. Rüyada da şarkı seçiyor olmalıydım, kulağımda nağmelerle uyandım hep.

What’s Inspiring about Being a Housewife?

housewives

Sema Aslan- Translated by Özde Çakmak

There is an issue of “being a housewife”, and it goes on and on. While writing down a subject again (and as if it’s a new thing) every woman updates acting upon one’s own experience, how to build up a text? While there are lives somewhere being experienced with brand new practises and minds getting afresh with theory, the feeling of sitting here thinking about being a housewife is – with all its mishap, no need to lie, is haunting me. However, I’m facing up to colliding with this intimidation.

In the last years I have met several aspects of being a housewife. Or maybe I’d have wanted to think that there might be several aspects to being a housewife.

First of all, I saw politics in it.

In order for this article not be a personal one at all, that I don’t talk upon/through being a housewife and close this chapter forever and ever, saying for example “So you are also an artist?”, “No i am a housewife!” I’ll watch art community’s ego-centric behaviors smiling with my being a housewife just at that moment there is something not leaving me in peace. As I talk to other women, women, women I realise that thing which does not leave me in peace is “rejection”. At least I even comply with an acceptance whose scale is “I got it there, next sentence please” but it does not happen. I feel like a loony trying to build up a wall with a single stone at every turn. With a stone in hand going from here to there… As a matter of fact, I don’t know where to put down this stone. Sometimes I have an itch to throw and get rid of it. But anyhow I am doomed to mode of “now”, desperate, I say I might love it as well. Then you see I find politics acceptable for being a housewife. While people protecting the park in Gezi were remembered one by one, when the turn came to housewives – those were the days I still grinned and bore it, losing myself I screamed “it’s me!” People in my surroundings look back and smile. If “intoxication of Gezi” crossing from their minds, I don’t know. At various meetings leaving aside everything, first of all, I make a claim to being a housewife and secretly enjoy the amazement on people’s faces etc. But addressing being a housewife as a political issue, to produce a statement and attitude out of this policy is not possible single handedly – at least for me.