Kabadayı sürüleri ve “çekik göz”

Füsun Adil
Türk-İslamcılığın bir siyaset tarzı olarak linç pratiklerindeki malzemesi ayaktakımıdır. Ayaktakımını eyleme geçiren ilke, ergenlerin soyutlama, mefhumlarla olguları tefrik etme kabiliyetlerinin sınırlı olması halinden üretilir. Sivas katliamında sahneye sürülen güruh, Aziz Nesin’in gerçekte ne söylediğini hiçbir zaman öğrenmedi, merak da etmedi. Kendilerini MHP ile ilişkilendiren (Devlet Bahçeli’nin de sırtlarını sıvazladığı) güruhlar açısından yoldan geçen “çekik gözlü” bir turistin Çinli ya da Koreli olması fark etmiyordu. (Gerçekten de…) Bu dünya bilgisi gerektiren bir şeydir, onlar daha ulvi amaçlar peşinde.
Ayaktakımını (şedit güruhu) teşkil eden ve tipik resmi itibariyle hayatta kendine henüz yer bulamamış, zihinsel yetilerinden ziyade testosteron seviyesinde kimlik bulmuş kenar mahalle kabadayısı, sürü halinde hareket eden bir varlıktır. Kabadayı, otoriter bir ailede doğar ve çocukluktan başlayarak bu hayat tarzını pratik eder; otorite figürünün tepkilerini test ederek dünyayla ilişki kurar. Çocukluğundan itibaren arzularının geciktirilmesine ya da onlara direnilmesine isyan edecektir; çocukların istedikleri hemen olmazsa ağlama krizleri geçirdikleri, büyüyünce majesteleri egolarına her hakarette bıçağa saldırdıkları bir ortalığa salınmış bilinçdışılar dünyasında yaşar. (Erkek olma şartı son zamanlarda kaldırılmış bulunuyor, Türk-İslamcı müteyakkız vatandaşın sosyal medya hali de budur.)
Zayıf gördüğü başka bir çocuğa musallat olması onay gördüğü ya da müsamahayla karşılaştığı andan itibaren kabadayılığın mecrasına girmiştir. Mahallede veya okulda “baş edilemez” olması, ona ileride bir meslek bulmak, hayatta kendine bir yer bulmak açısından fırsatlar hazırlar; otorite daima şiddet aygıtlarını yedeğinde tutmaya ihtiyaç duyar, hele bir de bunlar insan olursa ne ala.
“Mahallenin namusunu “muhafaza” tecrübesi, sadece karakter formasyonu açısından değil, bir ergen sürüsü içinde asabiye’nin formasyonu açısından da önemli bir lahzadır. Bu rol, aynı zamanda kabadayının ufak tefek suçlarına göz yumulmasını da temin edecektir. O nihayetinde mahallenin çocuğudur. Gasp ve darp gibi suçlar işlediğinde, mahalle karakolundan nasihat, en fazla bir tokatla dönecektir. Kolluk güçleri, kanunu ayaktakımının teşekkülünü caydıracak şekilde kullanmaz.
Ayaktakımının, mümkünse ufak tefek mafyacıkların en nihayetinde nizamın bir parçası, yeri geldiğinde işe yarar bir aygıtı olduğu müesses nizamın yazılı olmayan bir kuralıdır. En azından, bu küçük gasp ve darpların mağdurları açısından terbiye edici bir rol oynadığı düşünülür.
Ama asıl mesele herkes tarafından bilinir: kabadayı, vatan-millet adına, müesses nizam adına daha yüksek vazifelere doğru terakki etmekte, hayat okulunda elini yavaş yavaş arttırmaktadır. Bugün el ele tutuşan iki gence, yarın Koreli turiste, Allah (yani devlet) izin verirse‘ “Allahsız şairlere”…
Eğer bir suç örgütünde yer bulamazsa, memuriyete intisap edecek, sabah göstericilere saldırma, akşam da Facebook’ta gösterici kadınlara tecavüz fantezilerini alenen “paylaşacaktır”.
Sağ siyaset, müesses nizam, ayaktakımını her daim yedeğinde tutacaktır. Muhafazakâr ahlakın, “milli hassasiyetlerin” her lahzasının, her mahallenin namusunun başına jandarma dikilemez (matematiksel olarak mümkün olmadığı sabittir).
Ayaktakımı, kanun ve nizamın dışında bir şiddet aygıtı olarak tutmak, kanun ve nizamın daha ucuz bir şekilde muhafaza edilmesini sağlayacaktır. Bu bakımdan ayaktakımı, iktidarın sivil toplum içinde volta atan tedhiş teçhizatıdır.
Kadersizlerin Zehra

Ayça Örer
Gorkkk….
Lavabodaki son su birikintisi de bu sesle gözden kayboldu.
Sanki kendi de birikintiyle akıp gitmiş gibi dalan Zehra’nın Nermin’in sesiyle uyandığı an budur.
“Zehra, hazır mı pedikür suyu?”
“Senin de pedikür suyunun da” diye söylene söylene ısıtıcıdaki suyu ılıtmadan döküverdi leğene. Yanan müşteri olmuş, Zehra’ya mı gam?
Salonda çalan müzikle ilgili değil, onun aklında “Hatasız kul olmaz” dönüyor aralıksız.
“Hatasız kul olmaz, hatamla sev beni!”
Bir hışımla yanına oturduğu Ayşe’ye diyor ki,
“Görecek o beni, görecek. Nasıl da inatçıyım. Nasıl da istediğimi bir seferde söküp alırım. Zehra’yım ben Zehra.”
Ayşe oralı değil. Nişanlandığı çocuk bekleyecek akşama kapıda, onu düşünüyor.
Mahallenin Namusu
Füsun Adil
MHP’nin HDP’ye yönelik siyasetin, kamu hayatının dışına atma stratejisinde, Türk-İslamcılığın sol düşmanlığının soğuk savaş münasebetlerinden (Türkiye sağını 1970lerde yapılandıran derin münasebetlerin bakiyesinde) daha derin sebepleri vardır: MHP siyasal çizgisinin doğrudan bağlı olduğu ve aktivist kadrolarının piştiği bir pratik olarak mahalle kabadayılığı.
Kabadayının (erkek sürüleri içinde en bir şey olduğunu ispat eden alfa erkeğin) mahalleye yabancı erkek sokmaması, ya da bu cinsel dolaşımı denetimi altında tutması, onun yerel iktidarını inşa etmesinin yoludur. Kabadayı, mahallenin namusunu muhafaza eder. Bu, mahalle erkeklerinin ve yaşlı kadınlarının kabadayıya kahramanlık atfetmelerinin, erkekliğini yüceltmelerinin de koşuludur. Mahallenin namusu, cinsel arzuların ve cinsel temellük etmeye dair teamüllerin içinde işlediği cinsel piyasanın sınırlarını çizer.
Küçük Feministin Kitabı ve Uslu Olmanın Tehlikeleri Üzerine

Ezgi Aydın Korkmaz
“Ben benim. Olduğum gibi olmalıyım!”
Bu sloganı Küçük Feministin Kitabı’nda Ebba ve arkadaşları buluyor. Önemli bir mesele değil mi olduğu gibi olabilmesi insanın? Ve bir hayli zor. “Ben” olmak ya da olduğu gibi olmak istemiyor mu insan, ya da olamıyor mu? Olamıyor çokça… Peki kadınlar? Onların tekinsiz olduğuna dair çok evvelden kehanette bulunulmuş, “babanın yasasını” erkek çocuklar gibi rızalarıyla kabullenmemiş, kendisine dayatılarak edinmiş. Yani koptu kopacak bir yama… Ebba’nın hatırlattığı gibi kadın olmak, “ bayan pilot, bayan doktor, bayan hakim” – kadın bile değil- gibi fazladan açıklamalarla tanımlanmak zorunda olmak değil mi zaman zaman? Nedir bu kadar belalı olan kadında? Yapabileceklerinden korkmak biraz da… Ataerkinin ilmek ilmek dokuduğu düzen örgüsünde sökükler görme korkusu belki de: sağlamların, kutsalların sarsılacağından korkmak, daha da ötesi, kadının bizatihi kendisinden korkmak!
Olympe de Gouges (7.5.1748 – 3.11.1793)

Gülden Treske
Eğer zamanda yolculuk diye bir şey varsa, Olympe de Gouges kesinlikle bu yolculardan biriydi. Bizim dehenüz görmediğimiz çok güzel bir gelecekten, 1700’lü yıllara döndü veinsanlık tarihinde “Aydınlanma” diye geçen ama kadınlarıaydınlatamayan bir dönemde sıkıştı kaldı. O zamanlar “insanlık” ve “insan hakları” sadece erkeklerden ve erkek haklarından oluşuyordu. Kendisi gibi bir kaç zaman yolcusu çağdaşı dışında, kimsenin talep etmediklerini istedi, dile getirdi. Tutkuyla yazdı. Eşitlik, adalet, kölelik, ölüm cezası, evlilik, boşanma, evlilik dışı ilişki, kadın hakları gibi konulardaki; zamanının çok ötesinde olan taleplerinikimse anlamadı. Ciddiye alınmadı, baskı gördü ve giyotin ile idam edilerek canını verdi.
“Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.” demişti. Kürsüye çıkma hakkı tanımayan erkeklik, Olympe’ye darağacına çıkma hakkını tanımıştı.
Olympe, giyotin ile öldürüldüğünde 45 yaşındaydı.
Hiçbişiciği yok Mürüvet

Ayça Örer
Pazar arabasının yaylanan tekerlekleri “Bir kilo kayısı bile taşıyamam,” diyor. Oysa Mürüvet daha 3 kilo patates alacak. Pazar arabasının hayali lüks tabii, daha turfandaya yeni düşmüş kayısı hayal edecek para ne gezer?
Başı kalabalık bir tezgaha kıyın kıyın yanaşıp “Bir poşet açsana” diye ricalandı. Artık bu saatte kalanları seçmek de lüzumsuz ama belli mi olur, şöyle iyi bir domates bulsa, ne güzel yahnisini yapar.
Domates yahnisi deyince aklına hep 11 yaşında ölen Ömer’i gelir. Ömer, küçükleri. Annesi bahçesinde yetiştirdiği domatesleri toplarken hep eteğine yapışır, “Ana ya, yemeğini yapsana ya” diye sızlanırdı. Annesi oğulcuğuna kıyamaz, “Yapayım ama azıcık, emi?” Sonra salçaya ayırdığı domatesleri uykuya yatırır, ayırdığı domatesleri ocakta helmelerdi. Pirinçleri de kattı mı. Yoğurdu da döktü mü. Oh, Ömer’in o akşam deme keyfine.
Sonra öldü Ömer. Mürüvet’e kalsa ölmezdi ama öldü. Kızıl saçlıların hep uzun yaşadığını düşünürdü o. Çevresinde kızıl saçlı çok kadın vardı. O saçların kına, Ömer’inin mefta olduğunu anladığı gün bir kıyamet ağladı. Artık yanında kardeşçiği yok mu imiş?
Mürüvet. Ömrü okulda ismini düzelterek geçti:
“Evet efendim. R’den sonra ü var. Hı hı.” Nüfus memurlarının bonkörlüğü işte.
Sermaye Günlerinde Aşk: Eva Illouz ile röportaj

Jesse Tangen-Mills- Çeviren: Nagehan Tokdoğan
Son dönemin önemli düşünürlerinden Eva Illouz ile duyguların yaratılmasında metaların nasıl bir rol oynadığı, modern terapi dili ve İsrail’in duygusal tarzı üzerine konuştuk.
Eva Illouz tutkunun günümüzde az bulunurluğundan bahsederken bunu gayet kasıtlı bir biçimde yapıyor. Alman gazetesi Die Zeit’in geleceğin en önemli düşünürlerinden biri olarak zikrettiği Illouz gerçekten de yirmi birinci yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olabilir. Peki, nasıl oldu da uluslar arası düzlemde bu denli popülarite yakaladı dersiniz? Sezgi. Illouz sinirini en çok neyin bozduğunu anlamaya çalışırken, aşkın bir tür boş zaman aktivitesine dönüşmesinden tutun, Freud’un Amerikan iş dünyasındaki popülerliğine ve günümüzde hakim olan psikoloji jargonuna kadar her şeyi incelemeye girişti. O bir tarihçi mi? Ya da filozof? Aslına bakarsanız daha iyi bir kavramımız olmadığı için ona kültür kuramcısı diyebiliriz. Gelgelelim diğer kuramcıların aksine onun fikirleri karmaşık bir sızlanmanın ötesine geçiyor; son derece şaşırtıcı ve etkileyiciler. Belki de bunun nedeni Illouz’un tüm sorgulamalarını samimiyetle yapıyor olmasıdır. Bazı şeyler ona dokunuyor, ya da kendi deyimiyle ona “dert oluyor”.
Mary Anning (21.05.1799 – 09.03.1847)

Gülden Treske
İngiltere’de, 1800’lü yılların başları; yanında köpeği, elinde bir çekiçle resmedilmiş bir kadın. Darwin’e ilham veren, dünyanın doğal tarih seyrini etkileyen, Lyme Regis’te fakir mahallelerden bir marangozun, hiç formal eğitim görmemiş, değişik ve garip kızı. Uçurum yamaçlarında, elinde çekici ile fosil arayan, bulduğu fosillerle döneminin paleontologlarına, paleontoloji bilimine yol gösteren Mary Anning.
Anning ailesi, mensuplarının üniversiteye ya da orduya kabul edilmediği, ayrımcılığa uğramış bir mezhebe mensuptular. Evleri, bir köprünün üzerindeydi, fırtınalarda su basardı. O dönemin fakir yaşam şartlarında, ailenin on çocuğundan, bir tek Mary ve ağabeyi hayatta kalabilmişti. Mary de bebekken, yıldırım çarpmasından, doktorların deyimi ile “mucizevi” bir şekilde kurtulmuştu. Bir ağacın altında dikilen üç kadın, 15 aylık Mary de kucaklarında; ağaca düşen yıldırım üç kadını öldürmüş ama Mary hayatta kalmıştı. Çevresine göre, o güne kadar hastalıklı bir bebek olan Mary, daha sağlıklı bir bebek olmuştu. Olaydan yıllar sonra da Mary’nin araştırıcı merakı, bu gün ona bilim dünyasında değiştirilemez bir yer sağlayan pırıltılı özellikleri, bazıları tarafından bu tekinsiz “çarpılmaya” da bağlanmıştı.
Ramazan Teyzesi

Ayça Örer
İyi saatte olsunlar
-Şişt. Şişt. Hanım kızım.
Hanım kız duymuyor belli ki.
-Kızım. Kızımmmm.
Kızımın son m’si bir balon gibi ahenkle söndü.
Kız duyduğunu “Eşhedü en la…” derken yükselttiği sesle belli etti. Şimdi Nezaket’in içi rahattır.
Nezaket. 54 yaşında. Atikali’de oturur. Doğma büyüme İstanbullu, gelinliğinden beridir Fatihlidir. Elhamdülillah ve elbette müslümandır.
Eylül ayına “Maziyi Çağırma”sak mı?

Eylül ayı dosya konumuz: “Maziyi Çağırmak” duymayan kalmasın!
Feminist alanda olmanın bizi yönlendirdiği bir arzu var: Farklı zamanlardan, farklı koşullardan kadınlarla tanışmak, hayatta olmasalar bile onlardan duymak… Bazen yollarımızı zorlayıp gidip tanışıyoruz. Farkediyoruz ki ne çok ortaklaşıyoruz ve ne çok farklılaşıyoruz. Bu dosyayla, biraz maziyi yamacımıza çağırmak istiyoruz. Siz nasıl çağırıyorsunuz maziyi kendinize?
10 Ağustos’a kadar yazsanıza bize